Bu, daha önce bu surede anlatılan Ad, Semud ve Lut
kavminin sonlarının sergilenişinden sonra verilen
yorumun aynısıdır. İlahi mesajları yalan
sayanların başına gelenleri anlatılan her
ayetleri sonra da bu yorum yer almıştır.
Kıyamet sahnelerinden biri olan bu sahne surenin
akışı içinde ilahi mesajı yalan
sayanların dünyadaki akıbetleri yerine verilmiştir.
Zira bununla Hz. İbrahim'in ve bütün bir şirkin sonu
tasvir ediliyor. Surenin bütün kıssalarında asıl
ders ve ibret alınacak nokta da budur. Kur'an'daki
kıyamet sahneleri somut bir realite gibi sunulur.
Okundukları zaman sanki gözler onları seyreder,
duygular onları hisseder, vicdanları onlarla
sarsılır, titrer. Tıpkı insanların gözlerini
faltaşı gibi açan, dikkatle seyredilen cezalandırma,
yok etme örnekleri gibi.
Anlatım tarihsel açıdan Hz. Musa'nın
kıssasını ele aldıktan sonra Hz.
İbrahim'in kıssasına geçtiği gibi Hz.
İbrahim'in kıssasından da Hz. Nuh'un
kıssasına geçiyor. Tarihsel açıdan geriye gidiyor.
Burada tarihsel çizgiyi izlemek amaçlanmamıştır.
Amaç şirk ve ilahi mesajı yalanlamanın sonucundan
alınacak ibrettir, derstir.
Hz. Nuh'un kıssası da Hz. Musa ve Hz. İbrahim'in
kıssaları gibi Kur'an'ın değişik
surelerinde ele alınmaktadır. Daha önce A'raf suresinde
bu kıssa peygamberler ve peygamberlikler tarihinin seyir
çizgisi içinde ele alınmıştı. Hz. Adem'in
Cennet'ten yeryüzüne indirilişinden bu yana gelen
peygamberlerin mesajları tarih süreci içinde ele alınırken
bu kıssaya kısaca yer verilmişti. Hz. Nuh'un
milletini tevhide çağrısı, dehşet verici bïr
günün azabına karşı onları uyarması,
milletinin kendisini sapıklıkla itham etmesi, milletinin
kendileri gibi bir insanı Allah'ın elçi olarak
kendilerine göndermesine hayret edişi, Hz. Nuh'u
yalanlamaları ve bu nedenle boğulmaları ile Hz. Nuh
ve onunla birlikte iman edenlerin kurtuluşu detaylara
inilmeksizin anlatılmıştı.
Hz. Nuh hikayesi Yunus Suresinde kısaca sunulmuştu.
Peygamberliğinin son dönemleri, milletinin meydan okuyuşu
ve onu yalanlamaları, kendisinin ve yanında bulunan
inanmışların kurtuluşu, diğerlerinin ise
boğdurulmaları kısaca verilmişti.
Hud suresinde ise, Tufan, gemi ve Tufandan sonrası
ayrıntılı bir şekilde
anlatılmıştı. Boğulanlar arasında
bulunan oğlu hakkında Rabb'ine dua edişi, tevhid
inancı etrafından kendisi ile milleti arasında
meydana gelen tartışması geniş biçimde açıklanmıştı.
Hz. Nuh'un kıssası, Mü'minun suresinde de anlatılmıştı.
Orada Hz. Nuh'un milletini bir olan Allah'ı tanımaya çağırışı,
onların ise, onun kendileri gibi bir insan olması,
kendileri üzerine bir üstünlük kurmak istediği, Allah bir
elçi göndermek istediğinde bir meleği elçi olarak
gönderebileceği gerçekleri ile reddedişleri ve onu
bunlardan dolayı delilik ile suçlayışları,
sonra Hz. Nuh'un Rabbine yönelerek yardımını
dileyişi anlatılmış ve gemi ve tufan'a
kısa bir işareti bulunulmuştu.
Bu kıssa genellikle Ad, Semud, Lut toplumu, Medyen
halkı kıssalarının
sıralandığı bir dizi kıssa içinde ele alınmaktadır.
Bu surede de aynı yöntem izlenmiştir.
Kıssanın burada ele alınan kısmı ise
özellikle Hz. Nuh'un kendi toplumunu Allah tan korkmaya çağırması,
doğru yola gelmelerine karşılık kendilerinden
hiçbir ücret talep etmeyeceğini açıklaması,
İleri gelenlerin kendilerinden tiksindiği fakir mü'minleri
yanından kovmayı red etmesi bu sorun aynı zamanda
Hz. Muhammed'in -salat ve selam üzerine olsun- Mekke'de tıpkısı
ile karşılaştığı bir meseleydi,
kendisini toplumundan uzaklaştırmasını
Rabb'ine niyazda bulunması, yüce Allah'ın O'nun bu
dileğini kabul ederek ilahi mesajı yalan sayanları
suda boğması, inananları ise kurtarması,
üzerinde yoğunlaşmaktadır.
"Nuh'un soydaşları peygamberlerini
yalanladılar."
İşte bu sondur. Kıssanın sonu. Önce onunla
başlamaktadır ki, ta baştan onu ön plana çıkarsın.
Sonra detaylara iniyor.
Hz. Nuh'un toplumu Hz. Nuh'tan başkasını
yalanlamadıkları halde onların peygamberleri
yalanladıkları ifade ediliyor. Çünkü öz itibariyle
peygamberlik birdir. Allah'ı birleme çağrısıdır.
Sadece O'na kulluk mesajıdır. Bu ilkeyi yalanlayan biri
bütün peygamberleri yalanlamış olur. Zira bu
onların hepsinin çağrısıdır. Kur'an da
bu gerçeği vurgular ve onu pekçok yerde değişik
biçimlerde ifade eder. Çünkü bu, İslam
inancının ana ilkelerinden biridir. Bütün ilahi çağrılar
onu içerir. Bu ilkeye göre insanlar iki kampa ayrılır:
Mü'minler kampı, kafirler kampı. Tarihteki bütün
peygamberliklerde ve bütün asırlarda bu kamplar
varlığını sürdürmüşlerdir. Buna göre
müslüman bakar ki, Allah tarafından gönderilen her dine ve
her inanç sistemine inanan ümmet kendisinin de ümmetidir.
Tarihin ta ilk şafağından tevhidin son dini
islamın parlamasına kadar bütün dönemlerde bu gerçek
hiç değişmemiştir. Diğer kamp ise, her
milletin ve dinin kafirleridir. Buna göre mü'min bütün
peygamberlere iman eder, peygamberlerin hepsine saygı gösterir.
Çünkü onların hepsi bir olan mesaja, tevhid mesajına
çağıran elçilerdir.
Müslümanın değer yargılarına göre insanlık
ırklara, renklere ve yalanlara göre kamplara ayrılamaz.
Sadece doğruluk, gerçek taraftarı,
yanlışlık ve eğrilik taraftarı diye
kamplara ayrılırlar. Müslüman, her yerde ve her zaman
hak taraftarlarının yanında
haksızlığın karşısındadır.
Müslümanın bilincinde değerler, ırk, renk, dil,
vatan, günlük hayattaki ve tarihin derinliklerine gömülmüş
yakınlıklar tutkusu, asabiyatının üstüne çıkar.
Yükselir, sadece bir değer oluşturur. Bu da herkesin
kendisinden sorgulandığı ve hepsinin ona göre değerlendirildiği
iman değeridir.