1- Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah'ı
tesbih etmiştir. O üstündür, hikmet sahibidir.
Bütün bir evrenin üstün güç sahibi, herşeyi
eksiksizce yerleştiren yüce Allah'a boyun eğdiği
surenin başında dile getiriliyor. Bu sure müslümanlara,
bağlı bulundukları islamın, Allah'ın
dininin son halkası olduğunu, Allah'ın
birliğine dayalı bu dinin bekçilerinin kendileri olduğunu
açıklamaktadır. Kafirlerin ve müşriklerin
inkarlarını ve ortak koşmalarını red
etmektedir. Müslümanları bu dinin zafere ulaşması
için cihada çağırmaktadır. Nitekim yüce Allah,
müşrikler istemese de bu dini diğer tüm dinlere karşı
üstün kılmayı takdir etmiştir. Surenin bu
girişinden anlaşılıyor ki, müslümanların
yüklendikleri emanet bütün bir evreni ilgilendiren bir
emanettir. Uğrunda cihad etmeleri istenen inanç davası
göklerde ve yerde bulunan tüm canlıların hayat
davasıdır. Ve bu dinin diğer bütün dinlere
üstün gelmesi evrensel bir niteliktir. Bütün bir evrenin
üstün güç ve düzenleme sahibi Allah'a yönelişi ile mükemmel
bir uyum sergileyen bir eylemdir.
Sonra yüce Allah müminlerden bir kesimin yanlış bir
hareketinden dolayı onları ağır biçimde eleştiriyor.
Bu yüce Allah'ın en çok nefret ettiği ve çok çirkin
saydığı bir iştir. Özellikle inananların
böyle bir eyleme girişmelerini korkunç bir şey olarak
göstermektedir:
2-Ey
iman
edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin
söylüyorsunuz?
3- Yapmayacağınız şeyi
söylemek, Allah
katında büyük gazaba sebep olur.
4- Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar
gibi saf bağlıyarak savaşanları sever.
Ali İbni Talha, İbni Abbas'tan rivayetle der ki;
İbni Abbas şöyle söylemiştir: Cihad farz olmadan
önce inanan bazı kimseler diyorlardı ki: Yüce Allah'ın
bize işlerin en güzelini göstermesini isterdik ki biz de
onu yapalım. Yüce Allah onların bu isteklerine
bağlı olarak en çok sevdiği eylemin kesin bir
şekilde inanmak ve imana karşı gelen ve onu kabul
etmeyen isyankârlara karşı cihad etmek olduğunu
peygamberine bildirdi. Cihad farz olduktan sonra müminlerden bazıları
bu emirden hoşlanmadılar ve böyle bir iş onlara
zor geldi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayetini gönderdi:
"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi
niçin söylüyorsunuz?"
"Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah
katında büyük gazaba sebeb olur." İbni Cerir
ayetlerin tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir.
İbni Kesir de tefsirinde der ki: Tefsir bilginlerinin çoğu
bu ayeti şu şekilde yorumlamışlardır: Müminler
cihadın farz olmasını arzu ettikten sonra
cihadın farz kılınması ve ardından
bazılarının ona yanaşmamaları üzerine bu
ayet inmiştir. Bu ayeti aynen şu ayet gibi
yorumlamışlardır:
"Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun,
namazı kılın ve zekatı verin' direktifi
verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi
üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan
korkar gibi ya da bundan bir daha fazla insanlardan korkan bir
grubu, "Ey Rabbimiz, niye üzerimize savaşmayı farz
kıldın, biraz daha mühlet tanısaydın olmaz
mıydı?" dedi. Onlara de ki; `Dünya zevki kısa
sürelidir. Ahiret ise
sakınanlar
için daha hayırlıdır. Orada kılpayı bile
haksızlığa uğramazsınız: '
"Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş
kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur." (Nisa
suresi, 77-78)
Katade ve Dehhak der ki; bu ayet "şöyle savaştık,
böyle vuruştuk, şöyle sapladık, böyle yaptık"
dedikleri halde böyle bir şey yapmayan bir kesimin
ağzının payını vermek için inmiştir.
Ayetlerin normal akışından ve savaştan söz
edilmesinden anlaşılıyor ki, bu ayetlerin iniş
sebebi tefsir bilginlerinin çoğu tarafından belirtilen
ve İbni Cerir tarafından tercih edilen görüştür.
Şu kadar var ki, Kur'an hükümleri her zaman ayetlerin indiği
şartlardaki olaylardan daha geniş kapsamlıdır
ve inmesine sebep olan şartların ve durumların çok
ötelerine kadar uzanmaktadır. Bu nedenle biz iniş
sebeplerini ortaya koyan rivayetleri ve olayın bu ayetlerle
ilgisini kabul etmekle beraber onların anlamlarının
kapsamlı ve genel olduğunu belirtmeden geçemiyoruz.
Bu ayetler, meydana gelen bir olay ya da olaylar üzerine bir
paylamayla başlamaktadır:
"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi
niçin söylüyorsunuz?"
Hemen ardından bu davranışı ve bu ahlâkı
alabildiğine çirkin ve tiksindirici gösteren bir nefret
ifadesi yer almaktadır:
"Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah
katında büyük gazaba sebep olur: '
"Allah
katında" büyük
olan günah, en büyük günahtır. Çok iğrenç ve çok
kötü bir iştir. Bu gerçekten alabildiğine
tiksindirici, ürpertici bir davranıştır.
Özellikle müminin vicdanında nefret
uyandırmaktadır. İmanıyla kendisine seslenilen
ve kendisine iman ettiği Rabbinin çağrısına
kulak veren müminin vicdanında.
Üçüncü ayet onların yapmadıkları şeyi söyledikleri
konuya doğrudan işaret etmektedir. Bu da cihad konusudur.
Burada cihad konusunda Allah'ın sevdiği ve razı
olduğu iş de belirtilmektedir:
"Doğrusu Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir
duvar gibi saf bağlıyarak savaşanları sever."
Bu sadece savaşmak değildir. Allah yolunda
savaşmaktır. Müslüman cemaatle dayanışma içinde
onların safında savaşmaktır. Azimle ve
direnerek savaşmaktır: "Kendi yolunda
kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak
savaşanları sever."
Kur'an-ı Kerim, bu cüzün ilgili yerlerinde defalarca
belirttiğimiz gibi, bir ümmet kuruyordu. Yeryüzünde Allah'ın
dinini hayattaki yolunu ve insanlar arasındaki sistemini bir
emanet olarak yüklenmeleri için onları yetiştiriyordu.
Tek tek onların iç dünyalarını,
ruhlarını ve vicdanlarını arındırmak,
onları bir cemaat haline getirmek ve pratikte yaşanan
bir eylem haline getirmek. Evet bunların hepsini bir anda
yapmak gerekiyordu. Çünkü müslüman fert ancak bir cemaat
içinde yetiştirilebilir. İslam ancak
sağlıklı bağları bulunan,
sağlıklı düzeni bulunan, aynı zamanda
toplumsal bir hedefi olan düzenli bir topluluk ortamında var
olabilirdi. Ancak bu şartlarda teker teker her bireyiyle
ilgilenebilirdi. Bu ise sözkonusu ilahi düzenin vicdanda,
eyleminde ve bunlarla birlikte yeryüzünde ortaya konması
ile mümkün olabilirdi. İslamın yeryüzünde yürürlüğe
konması ancak bu ilahi düzenin sınırları içinde
yaşayan, hareket eden, çalışan ve üreten bir
toplumla mümkündür.
İslam bireyin vicdanına ve bireysel sorumluluğa
son derece önem vermekle beraber bir kenara çekilmiş, her
biri kendi başına bir manastırda Allah'a ibadet
eden tek tek bireylerin dini değildir. Böyle bir durum islamı,
bizzat bu bireyin vicdanında dahi gerçekleştiremeyeceği
gibi bunun doğal bir sonucu olarak onun hayatında da
islamı gerçekleştiremez.
İslam, bu şekilde bir yalnızlığı
yaşatmak için gelmemiştir. Tam tersine insanların
hayatına hükmetmek, onu yönlendirmek için gelmiştir.
Her alandaki bireysel ve toplumsal çalışmaya egemen
olmak için gelmiştir. İnsanlar bireyler halinde
yaşayamazlar. Ancak topluluklar ve milletler halinde
yaşayabilirler. İşte islamda, insanlığa
bu haliyle hükmetmek için gelmiştir. İslam
insanların toplu halde yaşamaları ilkesi üzerine
kurulmuştur. Bu nedenle islamın bütün prensipleri
ilkeleri ve düzenlemeleri hep bu sosyal hayata paralel
şekilde belirlenmiştir. İslam bireyin
vicdanına eğildiğinde bu vicdanı bir topluluk
içinde yaşayan bir ferdin vicdanı olarak
şekillendirmeye çalışır. Bireyi ve bireyin içinde
yaşadığı topluluğu Allah'a yöneltir.
Fert Allah'ın yeryüzündeki dinini, hayattaki yolunu ve
insanlar içindeki sistemini koruma emanetini omuzunda taşıyarak
bu topluluk içinde yaşar.
Davanın ilk gününden itibaren islami bir toplum veya
müslüman bir cemaat kurulmuştur. Bu topluluğun
kendisine özgü sözlerine itaat edilen bir liderliği
vardır. Bu Hz. Peygamber'in liderliğiydi. Bireyleri
arasında sosyal bağlar bulunuyordu. Yapısı da
diğer tüm topluluklardan farklı idi. Aynı zamanda
bu topluluk içinde yaşayan her insanın, kalbine ve
vicdanına dayanan kendisine özgü prensipleri, gelenek ve
görenekleri vardı. Evet bunların hepsi Medine'de islam
devleti kurulmadan önce gerçekleşmişti. Hatta bu
cemaatın kurulması, Medine'deki devletin
kurulmasına yol açan en önemli sebepti.
Bu üç ayeti gözönünde bulundurduğumuzda görüyoruz
ki burada bireysel ahlâk, sosyal ihtiyaçlar dini inancın gölgesinde
bütünleşmiştir. Çünkü bu inanç karekteri gereği,
insanların hayatında bir güç halinde, başında
koruyucuları ve bekçileri bulunan bir sistem altında
gerçekleşmesini gerektirir.
İlk iki ayet inananların
yapmadıklarını söylemelerini tenkid etmekte ve
onun cezasına değinmektedir.
Bu iki ayet müslümanın kişiliğindeki en köklü
karekteri çizmektedir. Doğruluk ve dürüstlük. İçi
ile dışının, sözü ile eyleminin bir olması.
Hem de kesin bir şekilde. Üçüncü ayette sözü edilen
savaş konusunu da içine alacak ve daha ötelere sarkacak
şekilde.'
Müslümanın kişiliğindeki bu özelliğe
Kur'an-ı Kerim çoğu zaman dikkat çekmektedir.
Peygamberin sünneti de aynı çizgiyi izleyerek tekrar tekrar
ona parmak basarak Önemini pekiştirmektedir. Yüce Allah
yahudileri eleştirirken buyuruyor ki:
"Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara
(başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor
musunuz? Bunun yanlış olacağını düşünemiyor
musunuz?" (Bakara suresi, 44)
Münafıkları eleştirirken diyor ki:
"Yüzüne karşı peki derler, fakat onların
bir grubu yanından ayrıldıktan sonra geceleyin
aleyhinde sana verdikleri sözle bağdaşmayan
komploları kurarlar. Hiç şüphesiz Allah onların
geceleri kurdukları komploları yazıyor. Sen
aldırış etme, Allah'a güven. Vekil olarak Allah
sana yeter." (Nisa suresi, 81)
Yine münafıklarla ilgili olarak buyuruyor ki:
"Kimi insan varki, dünya hayatı ile ilgili
konuşması hoşunuza gider, ve en amansız düşman
olduğu halde kalbindeki duyguların samimi olduğuna
Allah'ı şahit gösterir. İş başına
geçince yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya
ekini ve nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah
kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle
sevmez." (Bakara suresi 204-205)
Hz. Peygamber diyor ki: "Münafığın alameti
üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde
durmaz, emanete ihanet eder." (Bu hadisi Buhari, Müslim,
Tirmizi ve Nesei Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir)
'
Bu anlamdaki
hadisler pek çoktur. Aşağıda vereceğimiz
hadis her halde Hz. Peygamberin bu konudaki en önemli, en derin
içerikli direktiflerinden biridir. İmam Ahmed ve Ebu Davud
Abdullah İbni Amir İbni Rebia dan rivayet ederler ki;
Abdullah şöyle demiştir: Ben çocuk iken Hz. Peygamber
bize gelmişti. O sırada ben oyun oynamak için dışarı
çıkmıştım. Annem: "Abdullah buraya gel,
sana birşey vereceğim: ' diye beni çağırmıştı.
Hz. Peygamber Ona ne verecektin?" diye sordu. Annem:
"Hurma" dedi. Hz. Peygamber "Eğer ona
vadettiğini vermeseydin aleyhine bir yalan
yazılacaktı" buyurdu.
Herhalde bu nedenle bu tertemiz ve berrak peygamberlik
kaynağından beslenen İmam-ı Ahmed İbni
Hanbel çok uzak mesafelerden hadis öğrenmek üzere gittiği
bir adamdan hadis rivayet etmekten vazgeçmiştir. Çünkü
adamın boş torbayı eline alıp içinde yem varmış
gibi katırını çağırdığını
ve onu kandırdığını görmüştü.
Bunun üzerine İmam katırını kandıran
birisinden rivayet etmekte sakınca görmüş ve ondan
hadis almaktan kaçınmıştır!
İşte bu müslümanın vicdanındaki ve
şahsiyetindeki tertemiz, derin ahlâki yapıdır.
Yeryüzünde Allah'ın sistemini kuracak ve onu ayakta tutacak
olan insanlara en yakışan ahlâk yapısı da
budur. İşte bu sure bu ahlâki yapıyı ortaya
koymaktadır. Bu aynı zamanda yüce Allah'ın bu görevi
yerine getirmeleri için hazırladığı müslüman
topluluğun eğitim halkalarından biridir.
Bu ayetlerin indikleri sırada doğrudan ele
aldıkları konuya, yani cihad konusuna geldiğimizde
ise üzerinde konuşulmaya, düşünmeye ve ibret almaya
değer birçok konular görürüz.
Herşeyden önce burada kendimizi, geçici zaaf anları
ile karşı karşıya bulunan insan
psikolojisiyle, insanın iç dünyası ile yüzyüze
buluyoruz. Bu zaaf durumlarında Allah'tan, sürekli hatırlatmasından,
sürekli yönlendirmesinden ve sürekli eğitiminden
başka hiçbir şey insanı koruyamaz ve kurtaramaz.
İşte müslümanlardan bir topluluk bazı
rivayetlerde Mekke'de heyecan ve duygusallıktan kaynaklanan iç
tepkileri nedeniyle Allah'ın kendilerine savaş izni
vermesini arzu eden, fakat Mekke'de sürekli savaştan el
çekmeleri namaz kılmaları, zekat vermeleri
emrediliyordu. Medine'ye hicret ettikten sonra bu topluluğa: "Kendilerine
savaş farz kılındığında ise" Allah'ın
belirlediği uygun zamanı gelince Medine'de savaş
emri verildiğinde ise:
"Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun,
namazı kılın, zekatı verin' direktifi
verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi
üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan
korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir
grubu, `Ey Rabbimiz, niye üzerimize savaşmayı farz
kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın
olmaz mıydı?' dediler. Onlara de ki: `Dünya zevki kı
sa
sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır.
orada kıl payı bile haksızlığa
uğramazsınız." (Nisa suresi, 77)
Ya da bunlar Medine'deki bir müslüman topluluktu. Allah katındaki
en güzel işin ne olduğunu soruşturup onu yapmak
istiyorlardı. Bu eylemin cihad olduğu kendilerine
bildirilince hoşlanmamışlardı!
Bu kaçarlık bir duruş dahi gözlerimizin açılması
için yeterlidir. İnsanın psikolojik yönden sürekli
olarak takviyeye, telkinlere ve direnişe ilişkin öğütlere
muhtaç olduğunu anlıyoruz. Özellikle zor
şartlarda, ağır yükümlülükler altında bu tür
takviyelere ihtiyacı daha da zorunlu hale gelmektedir. Müslüman
ancak bu desteklerle yolunda doğru ilerleyebilir. Zaaf
anlarına karşı galip gelebilir ve sürekli olarak
daha uzak ufuklara gözlerini dikebilirler. Ayrıca şu
gerçeği de öğreniyoruz ki, rahat olduğumuz
durumlarda görev ve yükümlülük isterken mütevazı
olmamız gerekmektedir. Olabilir ki Cenabı Allah bizi o
durumda herhangi bir işte görevlendirdiğinde onun
üstesinden gelemeyiz. Görevimizi hakkıyla yerine
getiremeyiz! Nitekim burada ilk müslüman nesilden bir topluluk
zaafa düşmekte ve yapamayacakları şeyleri söylemektedir.
Sonuçta yüce Allah onları sert bir şekilde azarlamakta
ve onların bu eylemini, bu durumunu ürpertici bir
şekilde kınamaktadır.
İkinci olarak yüce Allah'ın birbirine
kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak
savaşanları sevmesi üzerinde durmalıyız.
Allah yolunda savaşmaya ilişkin bu köklü, güçlü teşvik
üzerinde durup düşünmeliyiz. Burada herşeyden önce
kaydedilmelidir ki, savaşı istememe, geri kalma ve ondan
çekinme hali bu teşvikle kapatılmak istenmektedir.
Şu kadar varki belli olaydaki bu ilginç sebep sözkonusu teşvikin
genel olmasına ve bu sebebin ötesinde sürekli bir hikmetin
bulunmasına engel değildir.
Hiç şüphesiz islam, savaşı arzu etmez ve
savaşı sevdiği için onu istemez. İslam
şartlar kendisini zorladığı için ve savaşın
ardındaki hedef büyük olduğu için onu farz kılar.
Çünkü islam, insanlığı ilahi sistemin en son ve
değişmez şekli ile karşılar. Bu sistem
sağlıklı fıtrata uygun düşmekle beraber
ruhlara birtakım yükümlülükler getirir. Böylece onları
üstün seviyelere çıkarmak ister. Bu üstün derecelere ulaşıp
orada kalmalarını arzu eder. Ne var ki bu yeryüzünde
ilahi sistemin yerleşmesini istemeyen pek çok kuvvetler de
bulunmaktadır. Çünkü islam bu güçlerin sahte, basit değerlere
dayalı olan birçok ayrıcalıklarını
ellerinden alır. İslamın öngördüğü sistem,
hayata yerleşip hakim olduğunda bu tür güçlerle savaşır
ve onları kökten söküp atar. Bu sahte güçler, imanın
ve onun öngördüğü yükümlülük düzeyinden insanları
geride bırakmak için onların zaaflarını
kullanmaya çalışırlar. Ayrıca bilinçsizliklerini
ve önceki nesillerden gelen gelenekselleşmiş
yanlış anlayışları istismar etme çabasına
girerler. Bunlarla ilahi sisteme ve onun yoluna dikilmek isterler.
Zaten kötülük saldırgan, batıl, kendini
beğenmiş ve şeytan da her zaman çirkin işlere
teşvik etmektedir. Bu nedenle iman davasına sahip çıkanların
ve ilahi sistemin bekçilerinin, kötülüğün işbirlikçilerini
ve şeytanın dostlarını yenebilmeleri için
güçlü olmaları gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Hem ahlâk yönünden güçlü hem de savaş yönünden
güçlü. Yine ortaya çıkıyor ki bu iman davasına
sahip olanların, yeni sistemin davetinin özgürlüğünün,
bu sisteme inanç özgürlüğünün ve onun belirlenmiş
sistemine uygun olarak çalışma özgürlüğünün
güvencesi için tek çare savaş olduğunun,
savaşmaları gerektiğinde kesinleşmektedir.
Müslümanlar Allah yolunda savaşırlar. Kendi çıkarları
için veya ırk, toprak, soy ve aile gibi herhangi bir
tutkunluk ve asabiyet yolunda savaşmazlar. Yalnız Allah
yolunda, sadece Allah için, sırf Allah'ın sözünü
yüceltmek için savaşırlar. Nitekim Hz. Peygamber
buyuruyor ki: "Kim Allah'ın sözünü yüceltmek
için savaşırsa o Allah'ın yolundadır." (Bu
hadisi Buhari Müslim Ebu Davud Tirmizi ve Nesei rivayet etmiştir)
Allah'ın sözü, O'nun iradesini ifade eder. Allah'ın
biz insanlara açıklanan iradesi bu evrenin bütünüyle
istikametinde seyrettiği evren yasasıyla uyum
sağlayan, bütünleşen iradesidir. Bütün bir evren bu
iradeye bağlı olarak Rabbini övgüyle takdis
etmektedir. İslam ile gelen Allah'ın son şeklini
almış olan sistem evrenin bu yasasıyla tamamiyle
uyum içindedir. Bu yasa evrenin tümünü içindeki insanlarla
birlikte Allah'ın şeriatına bağlar. Onun
yasası ile hükmeder hale getirir. Allah'tan başkaları
tarafından belirlenen yasalara değil.
Bazı bireylerin, birtakım sınıfların
ve kimi devletlerin bu sisteme karşı direnmeleri
doğaldır. Ebetteki islam kendisine karşı koyan
bu güçlere rağmen yoluna devam edecektir. Bu sistemin
zafere ulaşması ve yeryüzünde Allah sözünün
gerçekleşmesi için müslümanların cihad etmeleri kaçınılmaz
bir gerekliliktir. İşte bunun için yüce Allah taşları
birbirine kurşunla kenetlenmiş bir bina gibi saf tutarak
kendi yolunda savaşanları sever. (Yazarın "Dünya
Barışı ve,islam" adlı kitabının
"Dünya Barışı" isimli bölümüne bakınız)
Üçüncü olarak mücahidlerin savaşırken
taşımaları gereken ve Allah'ın sevdiğini
belirttiği durum üzerinde biraz düşünmeliyiz: "Kendi
yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak."
Bu aslında bireysel bir sorumluluktur. Fakat toplumsal
şekilde ortaya çıkan bireysel bir sorumluluk. Düzenli
bir cemaat içindeki bireysel sorumluluk. Çünkü islama karşı
koyanlar toplu güçler halinde O'na karşı
koymaktadırlar. Büyük kitleler halinde O'na saldırmaktadırlar.
Bu nedenle islam ordularının da düşmanlarını
düzgün, düzenli ve saflar halinde karşılamaları
gerekmektedir. Sağlam ve dayanıklı birlikler
halinde düzene girmeleri gerekir. Çünkü bu dinin temel özelliği
budur. Üstün ve galip gelmesi, topluma hakim olması,
birbirine bağlı, birbiriyle uyumlu bir topluluk meydana
getirmesi O'nun en önemli özelliğidir. Tek başına
ibadet eden, yalnız başına savaşan ve tek
başına yaşayan toplumdan kopuk fertlerin
sergilediği tablo bu dinin tabiatından tamamen
uzaktır. Bu tek tek bireyler cihad halinde veya bundan sonra
hayata hakim olma konusunda sistemin gerekliliğinden tamamen
uzaktırlar.
Yüce Allah müminler için sevdiğini ifade ettiği bu
manzara onların dinlerinin tabiatını da çiziyor
kendilerine. Onlara yolun işaretlerini açıklıyor:
Eşsiz yapısını da
ortaya koyuyor. "Kenetlenmiş
bir duvar gibi saf bağlayarak."
Bu öyle bir yapıdır ki bütün tuğlaları
birbiriyle yardımlaşmakta, birbirine dayanmakta ve
kenetlenmektedir. Her tuğla kendi görevini yerine getirmekte
ve her biri kendi yediğini kapatmaktadır. Çünkü bir
tuğla yerinden ayrıldığında ileriye veya
geriye alındığında yanındaki ve
altındaki diğer tuğlalarla bütünleşip
kenetlenmediğinde duvarın tamamı yıkılma
tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu
genel anlamı ifade eden soyut bir benzetme değil, gerçeği
tasvir eden bir ifadedir. Cemaatın yapısını,
cemaat içindeki bireylerin birbirleriyle bağlarını
tasvir eden bir ifade. Belirlenen düzen içinde, belirlenen
hedefe doğru yöneltilen inanç bağını ve
hareket bağını ortaya koymaktadır.
Bundan sonra sözkonusu ilahi sistemin islamdan önceki
peygamberler döneminde gerçekleşen
aşamalarının tarihi sürecini vermeye geçmektedir: