Bu ayetlerde sözcüklerin anlatamayacağı ve
aklın mahiyetini kavrayamaya-cağı bir duruma
hızlı bir şekilde işaret ediliyor. Bu hal,
mutlu cennetliklerin kendilerine vaadedilen benzersiz bir
mutluluğa hazırlandıkları andır. Bu
mutluluk karşısında içerdiği bütün nimet
türleri ile cennet bile sönük kalır.
İşte ışıl ışıl
parıldayan yüzler. Bu parıltıyı Rabblerine
bakmaktan alıyorlar. Rabblerine, ha! Bu ne yüksek düzeyli
bir mertebe! Bu ne erişilmez bir mutluluk!
İnsan ruhu zaman zaman yüce Allah'ın yaratma
sanatının evrende ya da insanın kendisinde beliren
bir pırıltısının göz kırpmasının
hazzını yaşar. Bu parıltı kimi zaman
mehtaplı bir gecede, kimi zaman zifiri karanlıklarda,
kimi zaman ışıyan tanyerinde, kimi zaman
uzayıp giden gölgede, kimi zaman dalgalı denizde, kimi
zaman engin çöller ortasında, kimi zaman gönül okşayan
bir bahçede, kimi zaman iç açıcı bir tomurcukta, kimi
zaman soylu bir kalpte, kimi zaman güven yüklü bir inançta,
kimi zaman onurlu bir sabırda, kimi zaman da başka bir
varlık kesitinde insana göz kırparda kalbi neşeye
boğar, gönlü mutlulukla doldurup taşırır,
ruha ışıktan kanatlar takarak onun engin ve özgür
alemlerde süzülmesini sağlar. O anda hayatın dikenleri,
acıları, çirkinlikleri, toprağın çekimi,
etin ve kanın ağırlığı,
arzuların ve ihtirasların çatışmaları
yokoluverir.
Peki, eğer insan yüce Allah'ın sanatının
pırıltılı bir örneğine değil de
doğrudan doğruya yüce Allah'ın kendi "cemal"ine
bakarsa durum nice olur?! Hey, bu öyle bir makamdır ki,
önce yüce Allah'ın lütfuna, sonra da O'nun vereceği
dayanma gücüne muhtaçtır. Çünkü bu dayanma gücü
olacak ki, insan kendine hakim olabilsin, böyle bir şok
karşısında kendini kaybetmesin de bu tarife
sığmaz ve akıl tarafından özü kavranmaz
mutluluğun tadını duyabilsin. Evet;
"O gün birtakım yüzler ışıl
ışıl parıldar."
Nasıl parıldamasınlar ki, mutlu gözler, doğrudan
doğruya Rabblerinin "Cemal"ine bakıyorlar.
İnsan, yüce Allah'ın yeryüzündeki bir sanat eseri
ile, mesela göz kamaştırıcı bir tomurcukla, gönül
okşayıcı bir çiçekle, süzülen bir kuş
kanadı ile soylu bir insan ruhu ile, onurlu bir
davranışla göz göze gelince mutlu olur, bu mutluluk
kalbinden taşarak yüz hatlarına yansır,
çehresinde parlaklık ve gülümseme belirir. Peki, bir de bu
insanın güzelliğin uyandıracağı
mutluluğu gölgeleyebilecek bütün engellerden arınmış
olarak doğrudan doğruya yüce Allah'ın "Cemal'ine
baktığını düşünelim. Acaba o zaman
durum nasıl olur? insan varlığı, normal olarak
böylesine yüce bir mertebeye eremez. Erebilmesi için bu hayale
sığmaz doruğa yükselmesini önleyebilecek her
türlü engelden, her türlü gölgeden kurtulmuş olması
gerekir. Sadece çevresini saran dış engellerden ve gölgelerden
kurtulmuş olması yetmez. Bunun yanısıra
özünde varolabilecek Allah'a bakma dışındaki bütün
gereksinimlerden ve eksiklik duygularından da
arınmış olmalıdır.
Peki, insan yüce Allah'ın "Cemal"ini nasıl,
hangi organı ile ve hangi yöntemle görür? bunlar bu ayetin
sunduğu sevinçle, coşku ile, mutlulukla, kabına
sığmaz uçarılıkla, özgürlükle ve heyecanla
iletişim kuran mümin bir kalbi hiç ilgilendirmeyen boş
sözler, anlamsız tartışmalardır.
Niye bazı insanlar, ruhlarını bu sevinç ve
mutluluk kaynağı nurla öpüşmek-ten yoksun
bırakarak, alışılmış kavramlara
bağımlı insan aklı
aracılığı ile kavranması mümkün olmayan
bu sınırsız gerçeği tartışma konusu
yaparlar? insan varlığının o gün böyle bir sınırsız
gerçeğin doruğuna tırmanmasının
beklenebilmesi için toprak kaynaklı ve
sınırlı yapısının
kayıtlarından arınması gerekir. Bu
arınmada olmaksızın böyle bir yüzleşmenin
gerçekleşmesini umması bir yana, onun hayalini bile
kafasında canlandıramaz.
Buna göre cennette yüce Allah'ın görülüp
görülemeyeceğine ilişkin gerek mutezile mezhebinin,
gerek ehl-i sünnet karşıtlarının ve gerekse
kelâm bilginlerinin giriştikleri uzun ve
bıktırıcı tartışmalar boş ve
anlamsızdır.
Bu tartışmanın tarafları bu büyük gerçeği
yeryüzü kaynaklı kriterle değerlendiriyorlar, yeryüzü
çekimli kavramlara bağımlı aklın
baskısı altındaki insandan sözediyorlar, bu sınırsız
gerçeği sınırlı kavrama güçlerinin
kapasitesine sığdırmaya çalışıyorlar.
Kullandığımız sözcüklerin anlamları
bile aklımızın sınırlı kavrama
kapasitesine ve hayal ufkumuzun sınırlarına
bağlıdır. Sözcükler kafanızdaki
kavramların bağımlılığından
kurtulup özgürleşince nitelikleri değişir. Sözcükler,
anlam kapasiteleri insan kafasındaki kavramlara
bağlı olarak değişen birer sembolden
başka birşey değildirler. Eğer insanın
kavrama kapasitesi değişirse bu kapasite ile birlikte
kafasındaki kavram birikimi de değişir. O zaman bu
değişimin doğal bir sonucu olarak sözcüklerin
anlamları da değişir. Bizler yeryüzünde düşünme
kapasitemizin elverdiği oranda bu semboller
aracılığı ile düşünür, iletişim
kurarız. O halde kelimelerinin anlamlarını bile
değişmez bir zemine oturtamadığımız
sınırsız bir gerçeği nasıl
tartışma konusu yapabiliriz?
Buna göre sırf bu gerçeği hayal etmemizin
sağladığı uçsuz-bucaksız mutluluğu
ve kutsal sevinci beklemeye koyulalım. Ruhlarımız
bu beklentinin coşkunluğu ile meşgul olsun.
Çünkü bu beklenti başlıbaşına öyle büyük
bir nimettir ki, ancak doğrudan doğruya yüce Allah'ı
görme nimeti onun üzerine çıkabilir. Devam edelim:
"O gün birtakım suratlar da asıktır.
Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları
kanısını taşırlar."
Bu yüzler kara, asık ve mutsuzdurlar. Yüce Allah'ı
görmekten, hatta böyle bir umudu taşımaktan
uzaktırlar. Sebep günahları, geriye doğru
gitmeleri, kirlilikleri ve körelmişlikleridir. Bu yüzden
bel bükücü, omurgayı kırıcı bir felâkete uğramanın
beklentisi içinde endişeli, hüzünlü, karamsar ve gergin
mimiklidirler. Suratlarının, somurtuk ifadelerinin,
gergin çizgilerinin ve kırışık
alınlarının kaynağı bu kaygılı
bekleyiştir.
Çünkü onlar bu ahireti gözardı ediyorlar,
umursamıyorlar. Sadece geçici dünyaya önem veriyorlar, sırf
onu seviyorlar. Oysa önlerinde "o gün" vardır. O
gün akıbetlerin değişeceği gibi yüzler de
farklı olacaktır. Bu fark öylesine büyük olacak ki,
kimi yüzler Rabblerine bakarken ışıl
ışıl parıldarken kimi çehreler de bel kırıcı
bir felakete uğramanın kaygılı beklentisi içinde
asık ve gergin olacaklardır.