Bu tablo parlak, kalplere hoş gelen, içten, ciddi bir
tablodur. İnanç sistemlerinin yükümlülüklerini yerine
getirmeye azimli, yoksullara karşı kalpleri
ılık merhamet duyguları ile dolu,
başkalarının dertlerini kendi problemlerinden
önceye alan, Allah'tan çekinen ve korkan, O'nun hoşnutluğunu
ısrarla arayan insanları gözlerimizin önüne getiriyor.
Aynı zamanda Allah'ın azabından şiddetle
sakınan bu insanlarda bu duyguyu kötülüklerden sakınma
ve duyarlı görev bilinci geliştirmiştir.
Evet, "Onlar verdikleri sözleri tutarlar." Yani
görev edindikleri ibadetleri yaparlar, üstlendikleri
yükümlülükleri yerine getirirler. Başka bir deyimle bu
işi ciddiye Alırlar, ona içten sarılırlar;
sorumluluklarından kaçmaya yükümlülüklerinden sıyrılmaya
kalkışmazlar; bu inanç sistemini benimsedikten sonra
ondan yan çizmeye yönelmezler. İşte bu anlamda "verdikleri
sözleri tutarlar". Yoksa sadece "adaklarını
yerine getirirler" denmek istenmiyor. Devam ediyoruz:
"Kötülüğü yaygın günden korkarlar."
Onlar o günün yaygın alanlı, çok sayıda günahkarı
ve suçluyu kapsamına alan kötülüğünü iyi kavramışlardır.
Bu yüzden o kötülüğün kendilerine de dokunacağından
korkarlar. İşte takva sahiplerinin karakteristik özelliği
budur. Onlar ne kadar çok ibadet ve iyi amel birikimine sahip
olsalar da kusur ve günah işlemiş olmaktan çekinirler.
Çünkü görevlerinin ağırlığının
ve yükümlülüklerinin çokluğunun bilincindedirler. Devam
ediyoruz:
Burada "yemek yedirme" eyleminde somutlaşan
onurlu bir iyilikseverlik, yardımseverlik, hayırseverlik
tablosu çiziliyor. Düşünelim ki, adamlar başkalarına
yedirdikleri yemeklere aslında kendileri muhtaçtırlar.
Bu anlamda ikram ettikleri yemeklere karşı içlerinde
bir sevgi vardır. Yoksa bu özverili kalplerin çeşitli
yoksul gruplara yedirdikleri yemekleri bilinen anlamda "sevdikleri"
söylenemez. Sadece bu yemeklere kendilerinin de muhtaç oldukları
belirtilmek isteniyor. Buna rağmen bu asil ruhlu
iyilikseverler yoksulları kendilerine tercih ederler.
Bu övgülü vurgulama müşrik Mekke toplumunda egemen
olan katı yürekliliğe dikkatlerimizi çekiyor. O
günün insanları zavallı yoksulların yüzlerine
bile bakmazlardı. Fakat nam olsun diye çok şeylerini saçıp
savururlardı. Yalnız yüce "Allah'ın seçkin
kulları" bu kızgın çöl güneşi
ortasında adeta serin ve gölgeli bir "vaha"yı
andırıyorlardı. Onlar gönülden coşan bir
özveri ile, kalplerinden kaynayan bir merhametle, iyi niyetle,
yüce Allah'a yönelik bir ibadet aşkı ile yemek
yedirirlerdi. Bu soylu cömertliklerine hem ayetlerde anlatılan
durumları ve hem de kalplerinden geldiği belli olan sözleri
tanıklık ediyor. Okuyalım:
"Yemek ikram ederlerken derler ki;' `Biz size sırf
Allah rızası için yemek veriyoruz. Sizden karşılık
ya da teşekkür beklemiyoruz:
`Çünkü biz asık suratlı ve çetin bir günde
Rabbimizden korkarız."
Görüldüğü gibi, burada ince ve cana yakın
kalplerden taşan bir merhametle karşı
karşıyayız. Bu merhamet yüce Allah'a yöneliktir,
O'nun hoşnutluğunu arıyor, insanlardan ne ödül ve
ne de teşekkür bekliyor, yoksullara tepeden bakmak, onlara
hava atmak gibi bir amacı da yok. Ayrıca bu seçkin
kullar, bu merhametlerini son derece çatık kaşlı
bir güne karşı kalkan olarak düşünüyorlar. O
günden korkuyorlar, çekiniyorlar ve el açıklıkları
sayesinde onun kötülüğünden korunmaya çalışıyorlar.
Çünkü Peygamberimiz şu sözü ile onları böyle
davranmaya özendirmiştir:
"Yarım hurma ile bile olsa cehennem ateşinden
kendini koru."
Bu şekilde yoksulların doğrudan doğruya
karnını doyurmak o günün şartlarında o soylu
iyilikseverlik duygusunu, ifade etmenin ve yoksulların
ihtiyacını gidermenin geçerli bir yolu idi. Fakat
iyilik yapmanın biçimleri ve yöntemleri şartlara ve
ortamlara göre değişir. Her zaman böylesine dolaysız
ve ilkel biçimde olması gerekmez. Fakat bu uygulamada
mutlaka korunması gereken motifler vardır. Bunlar kalp
duyarlılığı, coşku, iyilikseverlik
tutkusu, Allah'ın hoşnutluğunu kazanma arzusu;
ödül gibi, teşekkür gibi, dünya çıkarı gibi
yeryüzü kaynaklı endişelerden
arınmışlıktır.
Sosyal güvenlik amacı ile yoksulların ihtiyaçlarım
karşılamak gayesi ile birtakım vergiler konabilir,
varlıklılara malı yükümlülükler bindirilebilir
ve fonlar oluşturulabilir. Fakat bu uygulamalar, yukardaki
ayetlerin amaçladığı sonucun sadece bir yönünü,
islamın zekat aracılığı ile çözüme bağlamak
istediği yönünü gerçekleştirebilirler. Bu "tek
yön" yoksulların ihtiyaçlarını
karşılamaktır. Bu işin
yarısıdır. Öbür yarısı
"veren"lerin, iyilik yapanların ruhların
eğitmek, onları soylu bir düzeye yükseltmektir.
İşin bu "öbür yarısı"nı da
asla gözardı etmemeli, küçümsememelidir. Fakat sosyal
güvenlik amaçlı uygulamalarda, ne yazık ki,
değerler alt-üst edilmekte ve işin bu ayrılmaz
"yarı"sı karalanmakta, kötülenmekte,
gölgelenmekte ve "alanları küçük düşüren ve
verenlerin ahlâkını bozan bir uygulama"
damgası ile damgalanmaktadır.
İslam hem kalpleri besleyen bir inanç sistemi ve hem de
bu kalpleri arındırmayı amaçlayan bir eğitim
yöntemidir. Kalplerde geliştirilen soylu duygular hem
sahiplerini eğitirler hem hedef aldıkları
kardeş Müslümanlara yarar sağlarlar. Böylece islamın
amaçladığı eğitim her iki yanı ile gerçekleşmiş
olur.
İşte okuduğumuz ayetlerin o yüce duyguyu
böylesine özendirici somut biçimde ifade etmeleri bu
yüzdendir. Devam edelim: