5- (Allah'ım!) Yalnız
sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.
İslâm inanç
sisteminin bu temel ilkesi, bu surede ifade edilen daha önceki
ilkelerden kaynaklanır. Buna göre, kulluk yalnız Allah'a
yöneltilir ve yalnız O'ndan yardım dilenir.
Burada da bir yol ayrımı
vardır. Her türlü kölelikten mutlak anlamda kurtuluş
ile, mutlak anlamda kullara kul olmak arasındaki yol ayrımı!..
Bu ilke, insanlığın
topyekün kurtuluşunun ilanını müjdeler; kuruntulara,
çeşitli sosyal sistemlere ve yeryüzü gereklerinin zorlayıcı
baskısına bağımlılıktan kurtuluşun
ilanını... Sebebine gelince, kulluk yalnız Allah'a yöneltileceğine
ve yalnız O'ndan yardım isteneceğine göre insan öncelikle
yaşamın zorlayıcı ihtiyaç ve baskılarından,
çeşitli ideolojik sistem ve güçlerin boyunduruğundan,
asılsız kuruntu ve hurafelerden kendini kurtarmak zorundadır.
BEŞERİ GÜÇLERE
KARŞI MÜSLÜMANIN TUTUMU
Burada, müslümanın
beşeri ve tabii güçler karşısındaki tutumunun
ne olacağına kısaca değinelim:
Beşeri güçler müslümana
göre ikiye ayrılır: Bunlardan biri Allah'a inanan ,
Allah'ın önerdiği hayat tarzı ile uyum halinde olan
hidayete erdirici güçlerdir. İyilik, hakk ve yapıcılık
yolunda bu tür güçlerle uyumlu olmak ve işbirliği etmek
gerekir. Bu güçlerin diğeri ise Allah'a bağlı
olmayan, O'nun önerdiği hayat tarzına uymayan güçlerdir
ve bunlarla savaşmak, mücadele etmek ve kendilerine başkaldırmak
gerekir.
Bu sapık güçlerin büyük
ve saldırgan olması müslümanı asla yıldırmamalıdır.
Çünkü bunlar, ana kaynakları olan ilahi güçten bağlarını
koparmakla kendilerine gerçek gücü veren damarı kurutmuş
olurlar. Bu durum tıpkı ışık saçan bir yıldızdan
kopan iri bir kütleye benzer. Bu kütle ne kadar kocaman olursa
olsun kısa bir süre sonra sönmeye, soğumaya, yani
ışığını ve ısısını
kaybetmeye mahkûmdur. Oysa sözkonusu ana yıldızdan
kopmayan herhangi bir zerre, enerjisini, ısısını
ve ışığını devam ettirir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor:
Nice az sayıdaki
topluluk, Allah'ın izni ile (kendilerinden) kalabalık bir
topluluğu yenmiştir."·(Bakara
Suresi, 249)
Az sayıdaki topluluğun
kalabalık bir kitleyi yenebilmesi; sayıca zayıf olan
grubun ana güç kaynağına bağlı olması, gücünü
ve üstünlüğünü aynı kaynaktan alması
sayesindedir.
Tabiat güçlerine gelince,
müslümanın bunlar karşısındaki tutumu korkuya
ve düşmanlığa değil, yakınlığa
ve dostluğa dayalı olmalıdır. Çünkü insanî güçler
ile tabiî güçlerin her ikisi de yüce Allah'ın dilemesi
sonucu varoldukları gibi, bu gücü kullanırken de O'nun
iradesine bağlı kalmaları gerekir. Sonuç olarak
insan, kendi yeteneklerini tabiatın güçleriyle destekleyerek
ve işbirliği yaparak iyi bir koordine sağlamalıdır.
Müslümanın inancı
bu konuda kendisine şu görüşü telkin eder: Yüce Allah
bu güçlerin tümünü kendisine dost, yardımcı ve işbirlikçi
olmak üzere yarattı. O, bu güçlerin dostluğunu
kazanabilmek için onları tanımalı, onlarla işbirliği
yapmalı ve onlarla uyum içinde her ikisinin de ortak Rabbi
olan Allah'a yönelmelidir. Eğer bu güçler bazan kendisine
zarar ve rahatsızlık veriyorsa, bunun sebebi, onları
incelememiş, tanımamış olması, bağlı
oldukları tabii kanunları kavramamış olmasıdır.
Cahiliye karakterli Roma
uygarlığının varisleri olan Batılılar,
tabiî güçlerden yararlanmayı "tabiatı yenmek,
tabiatı dize getirmek" gibi küstah bir deyimle ifade
ediyorlar. Bu deyim, Allah ve Allah'ın iradesine boyun eğmiş
evrenle arasındaki tüm müsbet ilişkileri koparmış
bir cahiliye mantığını açığa vuruyor.
Oysa müslümanın
kalbi, Rahman ve Rahim olan Allah'a bağlı olduğu gibi,
ruhu da tüm alemlerin Rabbine boyun eğmiş şu varlık
bütünü ile sıkı bir ilişki içindedir. Bunun
sonucu olarak bu güçlerle kendisi arasında "yenmek, dize
getirmek" gibi kırıcı olmayan bir ilişkinin
varlığına inanır. O, bu güçlerin tümünün
yaratıcısının Allah olduğuna inanır.
Allah bütün bu güçleri bir tek temel ilke uyarınca yarattı
ve bu temel ilkeye göre kendileri için belirlenen hedeflere ulaşmak
üzere birbirleri ile işbirliği yapmalarını
murad etti. Bununla O, bu güçleri daha baştan insanın
yararına sundu; insana bu güçlerin sırlarını
keşfetme ve kanunlarını öğrenme imkânını
bağışladı. Buna göre insan, bu güçlerden
yarar sağlama başarısına erdirildiği her aşamada
Allah'a şükretmelidir. Çünkü bu tabii güçleri onun yararına
sunan Allah'dır; yoksa o bu güçleri yenmiş; dize getirmiş
değildir. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"O yeryüzündeki varlıkların
tümünü yararınıza sundu." (Casiye
Suresi, 8)
Buna göre, tabiî güçlere
karşı müslümanın duygu dünyasına kuruntuların
egemen olması, onlarla kendi arasına düşmanlık
ve korkuların girmesi sözkonusu değildir. O sırf
Allah'a inanır, sırf O'na kulluk eder ve yalnız
O'ndan yardım diler. Sözkonusu güçler ise Rabbinin yaratıklarının
bir bölümüdür. o bu güçler hakkında araştırma
yapar, onlarla yakınlık kurar, onların sırlarını
öğrenmeye, açığa çıkarmaya çalışır.
Bunun karşılığında bu güçler de yardımlarını
kendisine cömertçe sunarak sırlarını ona açıklayıverirler.
Peygamber efendimizin Uhud dağına bakarken söylediği
söz bu açıdan ne kadar çarpıcıdır!
"Şu dağ öyle
bir dağdır ki, hem o bizi sever ve hem de biz onu severiz."
Hz. Peygamber'in tabiata yönelik
sevgisini, yakınlığını ve uyumlu yaklaşımını
bu sözünden net olarak anlayabiliriz.
İslâm düşünce
sisteminin bu temel ilkeleri belirlendikten, kulluğun ve yardım
istemenin yalnızca Allah'a dönük olması gerektiği
vurgulandıktan sonra surenin özüne ve karakterine uygun geniş
kapsamlı dua cümleleri ve bu temel ilkelerin uygulamaya konmasına
geliyor sıra: