O

 

O

 

 

2- Hamd, tüm alemlerin Rabbi olan Allah `a mahsustur.

Allah'a hamd etmek, mü'min bir kulun Allah'ı anar-anmaz kalbinden taşan duygularının ifadesidir. Çünkü en başta bu kulun varoluşu bile yaratıcısına karşı hamd ve övgüyü gerektiren ilâhi bir lütuftur. Her an, her saniye ve her adım başında yüce Allah'ın sayısız nimeti ardarda sıralanmakta, birbirini izlemekte ve başta insan olmak üzere bütün yaratıkları kapsamına almaktadır. Bundan dolayı her işin başında ve sonunda Allah'a hamd etmek İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir; "O, kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır. En başta da en sonda da hamd O'na mahsustur." (Kasas Suresi, 70)

Allah'ın mümin kuluna karşı olan bağış ve fazileti o derece yüksektir ki, bu kul "Elhamdülillah (Hamd Allah'a mahsustur)" dediğinde, ona bütün ölçülere baskın gelen ağırlıkta sevap yazar. Nitekim Sünen-i ibn-i Mace'de, Abdullah bin Ömer'e dayanarak kaydedildiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Allah'ın kullarından biri "Ya Rabbi, sana zatının ululuğuna, saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim" dedi. Bu sözün değerini ölçemeyen kulun amellerini yazmakla görevli melekler ne yazacaklarını bilemediler. Bunun üzerine Allah'ın huzuruna çıkarak: "Ya Rabbi! Senin kullarından biri öyle bir söz söyledi ki, onu nasıl değerlendirip yazacağımızı bilemiyoruz" dediler. Yüce Allah, -kulunun ne dediğini daha iyi bildiği halde- meleklere: "Kulum ne dedi?" diye sordu. Melekler: "Ya Rabbi! O, `Ey Rabbim! Sana zatının ululuğuna ve saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim' dedi" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah o meleklere: "Kulumun o sözünü ağzından çıktığı gibi yazın. O sözün karşılığını, kulum kıyamet günü huzuruma geldiğinde bizzat ben kararlaştırıp veririm.." buyurdu...

İSLAM'IN RABB ANLAYIŞI

Ayetin öbür yarısını oluşturan "Rabbil alemin (tüm alemlerin Rabbi)" tamlamasına gelince, bu ifade İslâm düşünce sisteminin temel dayanağını temsil eder.

Gerçekten, "mutlak ve sınırsız Rabb"lık kavramı İslâm inancının temel ilkelerinden biridir. Rabb, malik ve tasarruf sahibi demektir. Sözlük anlamı ile "efendi", "eğitmeye ve geliştirmeye yetkili kimse" demektir. Eğitme ve geliştirme ile ilgili bu tasarruf bütün alemleri, yani bütün varlık(arı içerir. Çünkü yüce Allah evreni yarattıktan sonra onu kendi haline bırakmıyor, aksine onu geliştirme, gözetme ve eğitme yoluyla tasarrufu altında tutuyor. Bu açıdan bakıldığında tüm alemler, tüm varlıklar alemlerin Rabbi olan Allah'ın koruması ve gözetimi altındadır.

"Mutlak Rabb"lık kavramı, eksiksiz ve yaygın Tevhid anlayışının açıklığa kavuşmuş, netleşmiş halı ile, bu realitenin (gerçeğin) netleşmemiş halinin bulanıklığı arasında bocalayan insan için, yol ayrımındaki işaret levhası konumundadır. İnsanlar çoğu kere hem evreni tek başına yaratan Allah'ın varlığına ve hem de sosyal hayata egemen olan birden çok ilahın varlığına inanır. Bu inanış biçiminin saçmalığı ve gülünçlüğü son derece açıktır ama ne yazık ki bu; dün de vardı, bugün de var. Müşriklerden bir grubun, taptıkları değişik ilahlarla ilgili olarak: "Biz onlara sırf bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer Suresi, 3) dediklerini bize haber veren Kur'an-ı Kerim, Ehli Kitap'tan bir grup hakkında da: "Hahamlarını ve Rahiplerini Allah'tan ayrı rehber edindiler" (Tevbe Suresi, 31) şeklinde bahsetmektedir. Bilindiği gibi İslâm'ın geldiği dönemde yeryüzünde egemen olan cahiliye inanışlarının büyük kabul ettiği "ilah"lar yanında çok sayıda "ilahcık"lar her yanda cirit atıyordu.

Bu surede mutlak Rabb'lık kavramının vurgulanması ve bu Rabb'lık kavramının tüm varlıkları kapsamına alması, düzenli inanç ile inanç anarşisi arasındaki yol ayrımını oluşturur. İslâm'ın hedefi, çok ilahlılık yükünü insanların sırtından indirerek onları değişik ilahlar arasında şaşkınlıktan kurtarmak, kendi dışındaki tüm varlıklarla birlikte mutlak egemenliğini onayladıkları tek bir ilaha yöneltmektir. Ardından da bu varlıkların vicdanlarını, yöneldikleri tek ilahın gözetimi ve etkili Rabblığında, korumasının kesintisizliği, ebediliği ve yok olmazlığı ve ihmal etmezliğinde güvene kavuşturmaktır. Yoksa bu meselenin çözümü, meselâ İslâm öncesi dönemlerin en gelişmiş felsefi düşüncesi sayılan Aristo'nun görüşlerini izlemekte değildi. Bu görüşe göre: "Allah, evreni bir kez yarattıktan sonra artık onunla bir daha ilgilenmedi, onu kendi haline bıraktı. Çünkü Allah kendinden daha aşağı düzeydeki varlıklarla ilgilenmeyecek derecede yücedir. O sadece kendi zatı hakkında düşünür." Bu görüşü savunan Aristo, en büyük felsefeci ve en akıllı insan sayılıyordu o dönemde!..

İslâm'ın geldiği günlerde dünya, üstüste yığılmış çeşitli inanç, düşünce, masal, felsefe, kuruntu ve görüş bulutlarının egemenliği altında idi. Bu bulut katmanlarında hakk ile batıl, gerçek ile düzmece, din ile hurafe, felsefe ile masal biribirine karışmıştı. İnsan vicdanı bu koyu bulut katmanları altında, karanlıklar ve belirsizlikler içinde bocalıyor, bir türlü kesin gerçeği bulamıyordu. Sözünü ettiğimiz belirsiz, kesin bilgiden ve aydınlıktan yoksun çöl, insanın kendi ilâhı, bu ilâhın sıfatları ve başta insan olmak üzere O'nunla yaratıkları arasındaki ilişkiler ile ilgili düşüncesini de çepeçevre kuşatmıştı. Oysa insan vicdanı, ilâhı ve bu ilâhın sıfatları hakkında belirgin bir inanca ve düşünceye varmadıkça ve sözünü ettiğimiz bu körlüğü, uçsuz-bucaksız düşünce çölünü ve koyu bulut katmanlarını aşarak kesin bir bilgiye ulaşmadıkça ne evren, ne kendi öz varlığı ve ne de yaşayacağı hayat tarzı konusunda istikrara kavuşabilirdi. Ancak insan, bu istikrarın ne kadar gerekli olduğunu anlayabilmek için öncelikle kendisi ile ışık arasını kapatan bulutların koyuluğunu görmesi ve İslâm geldiğinde kendisini kuşatan çeşitli inanç düşünce, felsefe-masal ve kuruntular çölünün uçsuzluğunu fark etmesi gerekiyordu. Biz burada bu sapıklıkların çok az bir kısmına değindik; ilerde diğer sureleri incelerken bunları daha ayrıntılı biçimde ele alarak, Kur'anı Kerim'in bunlara karşı önerdiği yeterli, geniş kapsamlı ve eksiksiz tedavileri anlatacağız.

İşte bundan dolayı İslâm, ilgisini en başta inancı özgürleştirme konusu üzerine yoğunlaştırmış, başka bir deyimle Allah, Allah'ın sıfatları ve Allah ile varlıklar arasındaki ilişkilerin niteliği konusunda insan vicdanına istikrar kazandıracak kesin ve berrak bir düşünce tarzı belirlemeyi ön-plâna almıştır.

Ve işte bu gerekçe iledir ki, uzak-yakın hiçbir pürüzlü noktanın gölgesini taşımayan, eksiksiz, katıksız, yalın ve yaygın bir Tevhid inancı, İslâm'ın getirdiği düşünce sisteminin temel dayanağı olmuş, bu inancı vicdanlarda belirginleştirmiş, hakkında zihinlerde belirebilecek her türlü pürüzü ve kuşkucu fısıltıyı araştırarak onu her çeşit karanlıktan arındırmış hiç bir kuruntunun, yanına sokulamayacağı derecede köklü ve sağlam olmasını sağlamıştır. İslâm tıpkı bu konuda benimsediğine eş bir açıklıkla başta mutlak Rabb'lığı ilgilendirenler olmak üzere Allah'ın sıfatları konusunda da kesin sözünü söylemiştir. Çünkü sözünü ettiğimiz çeşitle felsefi akımların, inançların, kuruntuların ve masalların egemen olduğu uçsuz-bucaksız çölü sarmış koyu bulutların çoğu, insanın hem vicdanını ve hem de pratik davranışlarını aynı derecede etkileyen bu önemli konu, yani Allah'ın sıfatları konusu üzerinde yoğunlaşmıştı. Allah'ın zatı, sıfatları ve varlıklarla ilişkisi konusunda İslâm'ın, kesin sözünü belirlemek için harcadığı ve bir çok Kur'an ayetinde dile gelen yoğun çabasını araştıran bir kimse eğer insanlığın uzun dönemler boyunca içinde bocaladığı bu uçsuz-bucaksız çölün koyu bulut katmanlarını yakından incelemiş değilse, bütün bu ısrarlı ve vurgulamalı açıklamalara, insan vicdanının tüm giriş yollarını araştıran bütün bu ayrıntılı irdelemelere neden gerek duyulduğunu kavramakta güçlük çekebilir. Fakat sözünü ettiğimiz koyu bulut katmanlarının incelenmesinden çıkacak sonuç, bu yoğun çabanın gerekliliğini ortaya koyacağı gibi, bu inanç sisteminin insan vicdanını özgürleştirme, tutsaklıktan kurtarma, onu değişik ilâhlar, kuruntular ve masallar arasında bocalamaktan alıkoyma konusunda ne derece önemli olduğunu da meydana çıkarır.

Bu inanç sisteminin çekiciliğinin, eksiksizliğinin, tutarlılığının ve içerdiği gerçeğin yalınlığının, bütün bu özelliklerin gerek kalb ve gerekse akıl tarafından açıkça kavranabilmeleri, dolaysızca algılanabilmeleri için cahiliye döneminin çeşitli inançlardan, düşünce akımlarından, masallardan, felsefî spekülasyonlardan oluşmuş koyu bulut katmanlarının ve özèllikle gerçek Allah kavramı ile O'nunla yaratıklar arasındaki ilişkinin iyi incelenmesi gerekir. O zaman İslâm inancının bir rahmet olduğu meydana çıkar. Hem kalb ve hem de akıl hesabına bir rahmet... Çekicilik, yalınlık, belirginlik, tutarlılık, akla yatkınlık, aşinalık, fıtrî yapı ile dolaysız ve köklü bir uyum içeren bir rahmet.

 

 

O

 

O