O |
Cum´a
|
O |
|
2- Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini
okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve
hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah'tır:
Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler.
3- Bu peygamber yine onlardan olup henüz kendilerine yetişmemiş
bulunan başka insanlara da gönderdik. O Azizdir, Hakimdir.
Söylentilere göre Araplar çoğunlukla okuma yazma
bilmedikleri için ümmi
diye
biliniyorlardı. Yine peygamberden şöyle bir rivayet de
aktarılmaktadır. Ki O: Parmakları ile işaret
ederek ay şöyle şöyle şöyledir demiş ve "Biz
ümmi bir milletiz. Ne hesap eder ne de yazarız."
(İmam Cessas, "Ahkamil Kur'an" adlı
kitabında bu hadisi isnadsız olarak kaydetmiştir)
Yine bir söylentiye göre yazı yazamayan insanlar "ümmi"
diye adlandırılırlar.
Böylece annesinden doğduğu hal üzere kalan, demek olmuş
olur. Zira yazı yazabilmek ancak çaba sarf edip öğrenerek
elde edilebilir. Araplar, yahudilerin kendilerinden başka
milletlere İbranice de "Cuyim" yani diğer
milletler dedikleri için de bu ismi almış olabilirler.
Ümmi, yani diğer ümmetlere mensup olanlar. Çünkü onlar
kendilerini Allah'ın seçkin milleti,
diğerlerini
de alelade milletler olarak kabul ediyorlardı! Arapçada
tekile nisbet esastır. Bu durumda ümmetin nisbeti ümmiler
olur. Bu yaklaşım, surenin konusuna daha da yakın
kabul edilebilir.
Yahudiler, son peygamberin kendilerinden seçilmesini
bekliyorlardı. Onlar bu peygamberin o zamanki
dağınık yahudileri birleştireceğini ve
yenilgiden sonra zafere kavuşturacağını,
zilletten sonra onurlu bir hayata erdireceğini düşünüyorlardı.
Bununla Araplara karşı galip geleceklerini, yani bu son
peygamberle fetihler elde edeceklerini hesaplıyorlardı.
Fakat Allah'ın hikmeti, bu son peygamberin Araplardan,
yahudi olmayan diğer bir milletten, olmasını uygun
gördü. Çünkü yüce Allah yahudilerin artık
insanlığa yeni mükemmel bir önderlik yapmaları için
gereken özelliklerini yitirdiklerini biliyordu. Nitekim bu
gerçek surenin gelecek bölümünde ifade edilmektedir. Yahudiler,
"Saf" suresinde de belirtildiği gibi, doğru
yoldan ayrılmış ve sapıklığa düşmüşlerdi.
Uzun tarihlerinden de, dejenere oldukları
anlaşıldığı gibi, onlar bu emaneti yüklenmeye
elverişli bir karekterde değillerdi!
Bunun yanında Rahmanın dostu Hz. İbrahim'in -selâm
üzerine olsun- duası da Kabe'nin gölgesinde İsmail (a.s.)
ile birlikte Allah'a yönelttiği duası vardı:
"Hani İbrahim ile İsmail, Kabe'nin
duvarlarını yükseltirlerken şöyle dua etmişlerdi:
`Rabbimiz, yaptığımızı kabul et; hiç
şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin." (Bakara
suresi, 127)
Ortada gaybın ötesinden gelen, çağların
gerisinden uzanan ve buna rağmen Allah katında
Allah'ın ilmine ve hikmetine uygun olarak kendisi için
belirlenen zamanı gelinceye kadar saklı tutulan bu dua
da sözkonusu idi. Allah'ın takdirinde ve planında,
uygun zamanı geldiğinde bu dua gerçekleşecek, hiçbir
şeyin ileri alınamayacağı ve hiçbir
şeyin geri kalmayacağı ilahi düzenlemenin gereği
olarak bu dua gelip evrendeki fonksiyonunu icra edecekti. Bu çağrı
Allah'ın takdirine ve planlamasına uygun olarak gerçekleşti.
Hem de surenin burasında, Hz. İbrahim'in ilgili bütün
yönleri ile birlikte "Ümmilerin aralarından
kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan içlerini arındıran
kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi: ' Tıpkı
Hz. İbrahim'in dilediği gibi oldu. Hz. İbrahim'in
duasındaki Allah'ın sıfatları bile burada
aynen veriliyor. "Doğrusu sen aziz ve hakimsin:' Bu
ifade burada Allah'ın nimetini ve lütfunu hatırlatan
ifadenin ardın-dan yer alan cümlenin aynısı. "O
azizdir, hakimdir."
Hz. Peygambere bu konuda sorulan bir soru üzerine O şöyle
demiştir: "Bu, atam İbrahim'in duası ve Hz.
İsa'nın müjdesidir. Annem bana hamile kaldığında
kendisinden Busra'nın saraylarını ve
Şam'ın diyarını aydınlatan bir nurun yükseldiğini
görmüştü." (Bu rivayeti İbni İshak, Sevr
bin Zeyd, Halid bin Zeyd, Halid bin Ma'an kanalı ile Hz.
Peygamber'in sahabelerine dayandırmıştır.
İbni Kesir derki: Bu güzel bir isnattır. Birçok
yönden onu destekleyen rivayetler vardır)
"Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın
ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve
hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah'tır
Halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler."
Yüce Allah'ın ümmileri apaçık bir kitabın
sahibi kılmak, kendilerinin içinden bir peygamber göndermek
için, ümmileri seçmesi onlar için Allah'ın apaçık
bir lütfudur. Allah'ın peygamberini onların
arasından seçmesi onları yüksek bir makama çıkarmıştır.
Peygamber onları veya onlara Allah'ın ayetlerini
okuyarak onları ümmilikten, bilinçsizlikten kurtarmıştır.
Onların durumlarını değiştirmiş ve
milletler içinde onları seçkin bir yere getirmiştir.
"Onları arındıran:' Bu gerçekten
bir temizleme ve gerçekten bir arındırmaydı. Hz.
Peygamber onların vicdanlarını ve düşüncelerini
arındırıyor, içlerini ve ahlâklarını
temizliyordu. Aile hayatlarını ve sosyal
hayatlarını tertemiz hale getiriyordu. Bu gönülleri
şirk inançlarından kurtarıp tevhid inancına yükseltiyordu.
Yanlış düşüncelerden, imana ulaştırıyordu.
Onları ahlâki bozuklukların pisliklerinden
arındırıp imana dayalı temizliğe, faiz ve
haram kazancın kirlerinden, helal kazancın
temizliğine kavuşturuyordu. Bu gerçekten hem birey hem
de toplum için kapsamlı bir arındırmaydı.
Mutlu bir hayatın, gerçeğe dayalı bir
yaşamın müjdecisiydi. Bu öyle bir arındırmaydı
ki, insanı hayata ve kendi özüne yetişmesine
ilişkin tüm düşüncelerini aydınlık ufuklara
yükseltiyor, burada onu Rabbiyle irtibata, yüceler alemi ile ilişkiye
geçiriyordu. Düşüncesi ve eylemi ile, bu onurlu yüce
alemin değerlerini ön plana çıkarıyor ve ona göre
meseleleri değerlendiriyordu.
"Onlara kitabı ve hikmeti öğreten..."
Onlara kitabı öğretir, kitaplı bir toplum olurlar.
Onlara hikmeti öğretir, işlerin, eşyanın gerçeklerini
kavrarlar, anlarlar. Güzel bir şekilde herşeyi takdir
ederler. Ruhlarına, hükmün ve işin doğrusunu bu
hikmet ilham eder. Bu
ise gerçekten
büyük bir erdemliliktir.
"Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir
sapıklık içindeydiler." Cafer
bin Ebi Tâlib'in Habeşistan hükümdarı Necaşi'ye
açıkladığı cahiliyye
sapıklığı içinde. Kureyşliler Amr bin
As'ı ve Abdullah ibni Ebi Rebici'yi Necaşi'ye göndererek
oraya hicret eden müslümanlara karşı onu
kışkırtmak, onların hükümdar katındaki
değerlerini düşürmek ve böylece onların onun
himayesi ve ağırlaması dışına çıkarmak
için göndermişlerdi. Cafer der ki:
"Ey hükümdar! Biz cahiliyye içinde yaşayan bir
toplumduk. Putlara tapar, ölü eti yer, fuhuş içinde yaşar,
akrabalık bağlarını koparır,
komşularımıza kötü davranırdık. Güçlü
olanlarımız, zayıf olanlarımızı
yerdi. Biz bu halde iken yüce Allah bize içimizden bir peygamber
gönderdi. Bu peygamberin soyu belli idi. Doğruluğu,
eminliği ve iffetli oluşu herkesçe biliniyordu. Bu
peygamber bizi Allah'a çağırdı. O'nu bir bilmeye
ve O'na ibadet etmeye, O'nun dışında bizim ve
atalarımızın ilah diye
tapındığımız taşlara ve putlara
ibadet etmekten el etek çekmeye çağırdı. Bize
doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, akrabalarla
ilişkileri güzelleştirmeyi, komşulara iyi
davranmayı öğütledi. Kan dökmeyi ve haram kazanç
elde etmeyi yasakladı. Bizi fuhuştan, yalan sözden,
yetim malı yemekten, iffetli kadınlara iftira atmaktan
men etti. Allah'a kulluk etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak
koşmamamızı istedi. Namaz kılmamızı,
oruç tutmamızı ve zekat vermemizi emretti: '
Onlar cahiliyye devrinin bunca sapıklığına
rağmen yüce Allah onların islam inancını
taşıyabilecek en güvenilir kimseler olduğunu, zira
onların içinde iyiliğe ve düzelmeye ilişkin bir
yetenek olduğunu biliyordu. Yeni çağrı için
potansiyel bir güçleri bulunuyordu. Yahudilerin kalpleri Mısır'da
geçirdikleri uzun zillet hayatı boyunca kararmış,
içleri sapıklıklar, döneklikler ve komplekslerle dolmuştu.
Artık bundan sonra onlar asla düzelmeyeceklerdi. Ne Hz.
Musa'nın hayatında ne de O'ndan sonra. Neticede yüce
Allah'ın gazabına ve lanetine
uğramışlardı. Ve yeryüzünde kıyamete
kadar Allah'ın dinini ayakta tutma emaneti ellerinden
alınmıştı.
Cenabı Allah yine biliyordu ki bu sıralarda Arap
yarımadası bütün bir dünyayı cahiliyyenin
sapıklığından ve o zamanki büyük
imparatorlukların çözülmüş
uygarlıklarından kurtaracak çağrıya en güzel
beşikti. Zira o sırada bu imparatorluklar
gırtlaklarına kadar bataklığa gömülmüşlerdi.
Bu durumu çağdaş bir Avrupalı yazar şöyle
dile getiriyor:
"Beşinci ve altıncı asırlarda
uygarlıklar alemi korkunç bir buhran ve uçurumun kenarındaydı.
Anarşi her tarafa egemendi. Zira uygarlıkların
kurulmasına ve ayakta durmasına destek olan inançlar yıkılıp
yok olmuşlardı ve ortada onlardan boşalan yeri
dolduracak bir değer de yoktu. Yine
anlaşılıyor ki kurulması dört bin sene alan
büyük medeniyet de parçalanmak ve çözülmek üzereydi.
Bütün bir insanlık yeniden kargaşa ve vahşete dönmek
üzereydi. Kabileler boğuşuyorlardı. Hiçbir kanun
ve düzen de yoktu. Hristiyanlığın kurduğu düzenler
birliğe kavuşturup düzene sokacağı yerde,
ayrılığa, felaket ve yıkıma yol açıyordu.
Medeniyet o gün dalları dünyanın her tarafına
uzanan büyük bir ağacı andırıyordu. Bu
ağaç gün geçtikçe takattan düşüyordu. Özüne varıncaya
kadar her tarafında çürüme, bozulma egemendi...
İşte bu alabildiğine geniş kapsamlı,
bozuk ortamın içinde bütün dünyayı birleştiren
adam dünyaya geldi."
Bu tablo Avrupalı bir yazarın bakış açısından
alınmıştır. İslami bir bakış
ile olaya baktığımızda o günkü ortamın
daha karanlık ve daha kötü olduğunu görürüz!
Yüce Allah çöl gibi bir yarımadada yaşayan bedevi
bir milleti bu dinin mesajını taşımaları
için seçmiştir. Çünkü yüce Allah onların içlerinde
ve içinde yaşadıkları şartlarda düzelme
yeteneği olduğunu, çaba ve verim için potansiyel bir
güç sahibi olduklarını biliyordu. Bu nedenle onlara
kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyacak, onları
arındıracak, kitabı ve hikmeti öğretecek
peygamberini gönderdi. Daha önceleri apaçık bir
sapıklık üzere bulunmalarına rağmen.
"Henüz kendilerine yetişmemiş olan başka
insanlara da gönderdik. Allah azizdir, hakimdir."
Bu, başkalarının kim olduğuna ilişkin
birkaç rivayet kaydedilmiştir. İmam-ı Buhari
-Allah ona rahmet eylesin- der ki; Abdülaziz bin Abdullah bize
Süleyman bin Bilal'den o da Sevr'den, o da Ebu Gays'dan, o da Ebu
Hüreyre'den onun şöyle söylediğini bize haber verdi:
"Biz Hz. Peygamberin yanında oturuyorduk. Bu arada Cuma
suresi kendisine indi. "Henüz kendilerine ulaşmamış
olan başkalarına da" ayeti gelince dinleyenler:
"Bunlar kimdir ey Allah'ın elçisi?" diye sordular.
Peygamber, onlara bu soruyu üç kere tekrar edinceye kadar cevap
vermedi. Aramızda Selman-ı Farisi'de vardı. Hz.
Peygamber elini Selman-ı Farisi'nin üzerine koyarak şöyle
buyurdu: "Eğer iman süreyya yıldızında
da olsa bunlardan bir adam ya da bazı adamlar yine de ona
ulaşırlardı." dedi." Bu da gösteriyor
ki bu ayeti kerime Farslıları da kapsamaktadır. Bu
nedenle Mücahid bu ayetin yorumunda demiştir ki; Bunlar
Acemler ve Arapların dışında Hz. Peygambere
inanan herkestir. İbni Ebi Hatim der ki; babam, İbrahim
İbni A'la Zebidi, Velid İbni Müslim, Ebu Muhammed
İsa bin Musa, Ebu Hazim kanalıyla Sehl bin Sa'd
Saidi'nin şöyle dediği kaydedilmiştir: Resulullah
buyurdu ki: "Ümmetimin, nesillerinin içinde öyle erkek
ve kadınlar vardır ki hesaba çekilmeden cennete
gireceklerdir." Peygamber sonra "Henüz onlara
ulaşmamış onlardan başkalarına da" ayetini
okudu. Yani bunlar, Hz. Muhammed'in ümmetinin uzantısının
uzantılarıdır.
Bu her iki yorum da ayetin kapsamına girmektedir.
Ayet Arapların dışında kalan başka müslümanları
kapsadığı gibi Kur'an'ın kendisine indiği
nesilden başka nesilleri de kapsamaktadır. Bu ayet de gösteriyor
ki, islam ümmeti yeryüzünün her tarafına uzanan
zamanın her tarafına yayılan birbirine
bağlı halkalar niteliğindedir. Bu şekilde büyük
emaneti taşımakta ve Allah'ın son dini üzere
ayakta durmaktadır.
"Allah azizdir, hakimdir." Güçlüdür, dilediğini
seçmeye gücü yeter. Hakimdir, seçilecek yerleri bilir.
Allah'ın öncekileri ve sonrakileri seçmiş olması
bir lütuf ve ikramdır:
|
|
O |
|
O |
|