O |
Zümer
|
O |
|
1- Bu Kitab'ın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah
katındadır.
2- Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak
indirdik. O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile
kulluk et.
3- İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır.
O'ndan başka dostlar edinerek, "Onlar bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz " derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri
şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı
insanı doğru yola iletmez.
Sure şu kesin gerçeği kesin bir biçimde ortaya
koyarak başlıyor:
"Bu Kitab'ın indirilmesi aziz ve hikmet sahibi
Allah'ın katındandır."
Kur'an'ı indirmeye gücü yeten aziz (Allah);
Kur'an'ı nereye ve niçin indirdiğini çok iyi bilen
ve bunu bir hikmet, bir takdir ve plan gereği olarak gönderen
hakim (Allah).
Surenin akışı içinde bu gerçek üzerinde uzun
uzun durulmuyor. Çünkü bu, surenin yaklaşık bütünü
ile üzerinde durduğu, yerleştirilmesi ve
pekiştirilmesi için Kur'an-ı Kerim'in indiği ana
konunun bir girişi niteliğindedir. Bu ana konu;
Allah'ın
birliği, yalnız O'na kulluk, dini sırf O'na tahsis
etme; O'nu, şirkin, ortak koşmanın her çeşidinden
tenzih etme, aracısız ve vasıtasız olarak
doğrudan doğruya O'na yönelmedir:
"Ey Muhammed!
Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik." Kitab'ın,
kendisi ile indirildiği hakk'ın temeli, bütün bir varlığın
kendisiyle ayakta durduğu sınırsız birlik
ilkesidir. Surenin beşinci ayetinde ise şöyle
buyrulmaktadır: "Allah, gökleri ve yeri hak ile
yarattı!" Demek ki, göklerin ve yerin kendisiyle
indirildiği biricik hak budur. Göklere ve yere hükmeden
düzendeki birliğin tanıklık ettiği yegane hak
(gerçek) budur. Bu varlık aleminde, yaratıcı ve
yoktan var edici, elden çıkmış olan her şeyin
üzerinde damgasını taşıdığı
haktır bu.
"O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile
kulluk et."
Burada hitab, Kur'an-ı Kerim'in hak ile kendisine gönderildiği
Allah'ın elçisinedir. -salât ve selâm üzerine olsun- Bu,
Peygamberimizin bütün insanları kendisine çağırdığı
yoludur: Yalnız Allah'a kulluk. Dini sadece O'na tahsis
etme bütün bir hayatı bu Tevh id
ilkesi üzerine kurma.
Allah'ı birleme ve dini yalnız O'na tahsis etme,
sadece dille bir çırpıda söyleniveren bir sözden
ibaret değildir: Bu, eksiksiz bir hayat programıdır:
Vicdandaki, düşünce
ve inançta meydana gelen bir inkılab ile başlar.
Bireyin ve toplumun hayatını kuşatan bütün bir
düzen ile sona erer.
Allah'ı birleyen bir kalp, yalnız O'na boyun
eğer. O'nun dışında kimseye
başını eğmez. O'ndan başkasından bir
şey istemez. Yaratıklarından birine güvenip
dayanmaz. O'na göre güçlü olan yalnız Allah'dır. Tüm
kulları üzerinde hâkim ve üstün olan yalnız O'dur. Bütün
kullar güçsüz ve zayıftır O'nun yanında. Kullar
O'na ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Bu nedenle
insanların onlardan birine başını
eğmesine gerek yoktur. Onların hepsi de kendisi gibidir;
ne bir fayda, ne de zarar verebilirler kendisine. Veren de
vermeyen de yalnız Allah'dır. Onun içindir ki,
Allah'dan başkasına yönelmeye gerek yoktur. Zira zengin
olan yalnız O'dur. O'nun dışındaki bütün
yaratıklar ise fakirdir.
Allah'ı birleyen kalp, bütün bir evrene hükmeden ilahi
yasanın birliğine inanır. Yüce Allah'ın
insanlar için belirleyip seçtiği düzenin de bu bir olan
ilahi yasanın bir bölümü olduğuna kesin kanaat
getirir. Bu yasaya uymadıkları takdirde insan
hayatının düzelmeyeceğine ve içinde yaşadığı
evrenle uyum içine girmeyeceğine inanır. İşte
bundan dolayı Allah'ı birleyen bir kalp, O'nun
belirleyip seçtiği düzenlerin dışında bir düzen
seçmez. Bütün evrenin düzeniyle olduğu kadar,
hayatın düzeniyle de uyum içinde bulunan Allah'ın
şeriatından başkasına uymaz.
Allah'ı birleyen kalp, kendisi ile yüce Allah'ın bu
evrende yaratmış olduğu bütün canlı ve
cansız varlıklar arasında bir yakınlık
olduğunu kavrar. Kendisine şefkatle muamele eden, ihtiyaçlarına
cevap veren,'''dost bir evren içinde yaşar. Böylece yüce
Allah ile ve elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü,
O'nun şaheserleriyle tam bir uyum ve içtenlik içinde yaşar.
Herhangi birine eziyet etmenin veya herhangi bir şeyi tahrip
etmenin sakıncalı bir eylem olduğunun bilincine
varır. İnsanlar ve diğer varlıklarla
ilişkilerinde Allah'ın belirlediği
sınırlar dışına çıkmaz. Her
şeyi yaratan, her canlıyı dirilten, kendisinin
Rabb'i, her şeyin ve her canlının Rabb'i olan
Allah'ın koyduğu sınırları aşmaz.
Aynı şekilde Tevhid'in (Allah'ı birlemenin)
etkileri, insanın düşüncelerinde ve duygularında
ortaya çıktığı gibi, hayatında ve
uygulamalarında da kendisini gösterir. Hayatın tümünü
kuşatan eksiksiz, açık ve bütünü ile farklı bir
program belirler. Böylece Tevhid, sırf dille söyleniveren
bir söz olmaktan öte, bir anlam ifade etmektedir. İşte
bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine, açıklanmasına,
yüce Allah'ın gönderdiği Kur'an'da tekrar tekrar
kendisinden söz edilmesine bunca özen gösterilmiştir. Bu
öyle önemli bir olgudur ki, her çağda ve her çevrede yaşayan
herkes onun üzerinde adamakıllı düşünmek
zorundadır. Bu anlamı ile Tevhid,
anlaşılması ve kavranması zorunlu olan
geniş kapsamlı, büyük
bir gerçekliği
ifade etmektedir.
"İyi bil ki, halis din yalnız
Allah'ındır."
Bu sarsıcı ifade ile ve yüksek yankı yapacak
bir şekilde bu gerçeği dile getiriyor. Hem de sözün
girişinde kullanılan "Elaa
(iyi bil ki!) edatına
yer vererek ve yalnız bire indirgeme metodunu kullanarak: "Halis
din, yalnız Allah'ındır." Böylece
ifadenin cümle yapısı ile, bu gerçeğin
anlamını daha da pekiştiriyor. Çünkü bu, bütün
bir hayatın üzerinde kurulduğu temel kaidedir. Hatta bütün
bir varlığın kendisine dayandığı ana
ilkedir. Onun için sağlam biçimde kökleşmesi,
netleşmesi ve böyle kesin, kuşku götürmeyen bir
üslupla açıklanması gerekmektedir: "İyi
bil ki, halis din, yalnız Allah'ındır."
Sonra sure, müşriklerin, Tevhid çağrısına
karşı bir kalkan olarak kullandıkları
karmaşık efsaneyi ele alıyor:
"O'ndan başka dostlar edinerek, `Onlar bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler.
Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri
şeylerde hüküm verecektir."
Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısının
yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı...
Yalnız yaratıcıyı birleme ve sadece O'na
kulluk yapma,
O'na ortak koşmadan, dini yalnız O'na dayandırmak
suretiyle arındırma konusunda fıtratın
sağlam mantığının gereğini
yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah'ın
kızları olduğu efsanesine inanıyorlardı.
Ayrıca bu melekler
adına
birtakım heykeller yaparak onlar vasıtasıyla
meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin
heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma
anlamına gelmediğini, bunların Allah'a
yaklaştıran, O'nunla kullar arasında aracı
olan vasıtalar olduklarına inanıyorlardı.
Bunların Allah katında kendilerine şefaat
edeceklerini ve kendilerini O'na
yaklaştıracaklarını sanıyorlardı.
İşte Lat, Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler
adına dikilen bu heykellerden bazılarıydı.
Bu anlayış ise, fıtratın normal
bakış açısından ve doğru olan
istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda
saçma bir inanca yönelmesinden başka bir şey
değildi. Çünkü ne melekler Allah'ın
kızlarıydı; ne de putlar ve heykeller melekleri
temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir sapmaya razı
değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir
şefaat kabul ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine
yaklaşmalarına izin veriyordu.
İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki
tüm peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü
kolay anlaşılan, arı-duru Tevhid'den
sapmışsa, yaratılışın (fıtratın)
doğal mantığından da
ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın
her yerinde, eski Araplar'ın meleklere -veya meleklerin
heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir
şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz.
Doğal olarak bu insanlar böylece Allah'a yaklaştıklarına
veya Allah katında onların şefaatlarını
elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine
giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki
Tevhid yoludur. Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin
ürettiği aracıların ve şefaatçıların
yeri yoktur.
"Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru
yola iletmez."
Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin O'nun kızları
olduklarını söylemekle O'na iftira ediyorlar. Bu
meleklere tapmanın, Allah katında kendilerine
şefaatçı olacağını söylemekle de O'nun
adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle
ibadet etmekle küfre giriyorlardı. Yüce Allah'ın apaçık
ve kesin olan emrine karşı gelmiş oluyorlardı.
Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini inkâr
edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet,
Allah'a yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın,
doğru yolu arzu etmenin ve bu yolu
araştırmanın bir
karşılığıdır, mükafatıdır.
İlahi mesajı yalan sayanlar ve inkâr edenler ise yüce
Allah'ın hidayetine ve himayesine lâyık
değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O'nun
yolundan uzaklaşmayı tercih etmiş
olmaktadırlar.
Şimdi de ayette, bu düşüncenin basitliği ve
tutarsızlığı ortaya konuluyor:
|
|
O |
|
O |
|