40- Ey Muhammed! Sen mi sağırlara işittireceksin,
yahut kör ve apaçık sapıklıkta olanı
doğru yola ileteceksin?
41- Eğer biz seni alıp götürürsek (vefat
ettirirsek) onlardan intikam alacağız.
42- Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz.
Bizim onlara gücümüz yeter.
43- Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl.
Zira sen, dosdoğru yoldasın. 44- Doğrusu bu Kur'an
sana ve ümmetine bir öğüttür, ondan sorumlu tutulacaksınız.
45- Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz
Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar
mı yapmışız?
Bu mesaj, kimi olumsuz tutumlar karşısında
Peygamber efendimizi teselli etmek, hidayet ve
sapıklığın mahiyetini açıklamak,
bunları bütünüyle Allah'ın iradesine ve kapsamlı
planına bağlamak, her ikisini de peygamberlerin görev
ve yetkilerinin sınırlarının
dışına çıkarmak amacı ile Kur'an'da
sık sık tekrarlanır. Bu
tekrardan güdülen
bir diğer amaç da: peygamberlik kurumu ile somutlaşan
en yüksek düzeyde insanoğlunun sınırlı gücünün
etkinlik alanı ile sınırsız ilahi gücün
etkinlik alanını birbirinden kesin çizgilerle ayırmaktır.
Tevhidin (yani Allah'ın birliğinin) anlamını
en ince, en duyarlı şekliyle ve en latif, en şeffaf
yerinde pekiştirmektir:
"Ey Muhammed! Sen mi sağırlara
işittireceksin, yahut kör ve apaçık
sapıklıkta olanı doğru yola ileteceksin?"
Aslında onlar ne sağırdırlar ne de kördürler.
Sadece sağır ve körler gibi sapıklıkta yüzüyorlar.
Hidayete yönelik çağrıya kulaklarını
tıkıyorlar. Doğru yolun işaretlerini görmemek
için gözlerini kapıyorlar. Peygamberin görevi ise
dinleyene dinletmektir. Görene göstermektir. Onlar organlarını
devre dışı bırakıyorlarsa, kalplerinin ve
ruhlarının açık pencerelerini
tıkıyorlarsa, peygamberin onları doğru yola
iletmesi mümkün olmayacaktır; sapıklık içinde
yüzmelerinin sorumluluğu da peygambere ait değildir.
Çünkü peygamber elinden geldiği ve gücünün yettiği
kadariyle görevini yerine getirmiştir.
Peygamber sınırları belirlenmiş görevini
yerine getirdikten sonra işe yüce Allah el koyuyor:
"Eğer biz seni alıp götürürsek (vefat
ettirirsek) onlardan intikam alacağız."
"Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz.
Bizim onlara gücümüz yeter."
Mesele bu iki şıkkın dışında
değerlendirilemez. Şayet yüce Allah peygamberini katına
alacak olsa, onu yalanlayanlardan intikam almayı üstüne almış
olur. Eğer kavmine yönelik tehdit gerçekleşene kadar
yaşamasını öngörmüşse, hiç kuşkusuz yüce
Allah tehditleri gerçekleştirme gücüne sahiptir. Onlar
buna engel olacak değillerdir. Her iki durumda da mesele yüce
Allah'ın iradesine ve gücüne dönüktür. Çünkü davanın
sahibi O'dur. Peygamber, sadece O'nun mesajını duyuran
bir elçidir.
"Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl.
Zira sen, dosdoğru yoldasın."
Sana vahyedilen kitabın içerdiği prensiplere
sarıl, bu prensipleri ısrarla uygula. Kendi yolunda yürü
ve onların şu anda ne yaptıklarına ve
gelecekte ne yapacaklarına aldırma. Güven içinde kendi
yolunda yürü:
"Zira
sen dosdoğru yoldasın..."
Bu yol seni yanıltmaz, saptırmaz, bu yoldâ yürürsen
hedefini kaybetmezsin.
Bu inanç sistemi; büyük evrensel gerçekle bağlantılıdır.
Şu varlıklar aleminin dayandığı yasalar
sistemi ile uyum içindedir. Bu inanç sistemi varlıklara
egemen olan evrensel yasalar sisteminin etkinlik
alanının dışına çıkmaz, ondan
ayrılmaz. Bu inanç sistemi kendisine bağlananı, güvenli
bir yolculuk sonucu direkt varlıklar aleminin
yaratıcına götürür.
Yüce Allah bu gerçeği vurgulayarak peygamberine moral
veriyor, güven aşılıyor. bu aynı zamanda
dosdoğru yoldan sapanların türlü eziyetleri ile,
inatları ile karşılaşsalar bile,
peygamberimizden sonra davet görevini üstlenen davetçilere de
bir mesajdır. Onlara da güven aşılama amacına
yöneliktir.
"Doğrusu bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür.
Ondan sorumlu tutulacaksınız."
Bu ayet, şu iki anlama da gelebilir:
Birincisi:
Bu
Kur'an sana ve kavmine yönelik bir hatırlatmadır.
Kıyamet günü bu hatırlatma esas alınarak sorguya
çekileceksiniz. Bu hatırlatmanın dışında
bir gerekçeye de ihtiyaç yoktur.
İkincisi: Bu Kur'an senin ve senin kavminin
adını, şanını yükseltmektedir. Nitekim
bu anlam fiilen gerçekleşmiştir.
Bindörtyüz yıldan beri sabahtan akşama kadar
milyonlarca dudak peygamber efendimize salat ve selam
okumaktadır, sevilen, özlem duyulan bir dost gibi adını
anmaktadır. Uzun zamandan beri milyonlarca gönül onun
özlemiyle, onun sevgisiyle çırpınmaktadır. Bu
durum kıyamet gününe kadar sürecektir.
Peygamber efendimizin kavmi olan Araplara gelince, bu Kur'an
geldiği zaman dünya onların
varlıklarının farkında bile değildi.
Farkında olsalar bile hayat içinde sıradan bir toplum
olarak algılanırlardı. İnsanlık tarihinde
en büyük rolü üstlenmeleri bu Kur'an sayesinde olmuştur.
Dünyanın karşısına bu Kur'an'la çıkmış,
bununla tanınmışlardı, bu Kur'an'a
sıkı sıkıya sarıldıkları sürece
uzun zaman dünyaya hükmetmişlerdi. Fakat bu Kur'an'dan
uzaklaşınca yeryüzü onları tanımaz oldu. Dünya
onları küçümsedi. Daha önce kafilenin önünde giden
önderler konumundayken şimdi kafilenin en gerisine düşmüşlerdir.
Hiç kuşkusuz bu, ağır bir sorumluluktur. Yüce
Allah dininin taşıyıcıları, paramparça
olmuş insanlık kafilesinin öncüleri olarak seçtiği
bir ümmeti emanetin gereğini yerine getirmezse bu
sorumluluğundan dolayı hesaba çekecektir.
"Sorumlu
tutulacaksınız..."
Bu son anlam daha geniş boyutlu ve daha
kapsamlıdır. Ben de bu ikinci anlama eğilimliyim:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz
Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar
mı yapmışız?"
İlk peygamberden itibaren insanlığa sunulan
Allah'ın biricik dininin değişmez temeli tevhiddir.
Peki Rahman'ın dışında tapılacak
tanrılar edinenler bu davranışlarıyla neye
dayanıyorlar?
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği burada eşsiz bir
tabloda sunuyor. Bu tabloda Peygamber efendimizin kendisinden
önceki peygamberlere bu meseleyi soruyor:
"Biz
Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar
mı yapmışız?" Bu
sorunun çevresindeki atmosferde bütün peygamberlerin verdikleri
kesin cevap yankılanıyor. Gerçekten de bu, benzersiz
bir tablodur. Kalpler üzerinde derin etki bırakan, çeşitli
işaretler içeren, anlamlı bir ifade tarzıdır.
Bir kere Peygamber efendimizle, ondan önceki peygamberler arasında
zaman ve mekan açısından uzun mesafeler var. Öte
yandan arada zaman ve mekana ilişkin mesafelerden çok daha
uzun olan ölüm ve hayat mesafesi var. Ancak bu mesafelerin
tümü bu kalıcı, bu sürekli gerçek karşısında;
tevhid ilkesi üzerine kurulan tüm dinlerin birliği gerçeği
karşısında ortadan kalkıyorlar. Zaman, mekan,
ölüm, hayat ve bunun gibi değişken dış görünüşe
ilişkin mesafeler ortadan kalkınca bu gerçek hemen ön
plana çıkar. Zaman boyunca gelmiş geçmiş bütün
ölüler ve diriler birbirlerini anlayarak birbirlerini tanıyarak
bu gerçek etrafında buluşurlar. İşte şu
Kur'an ayetinin oluşturduğu latif ve hayret verici
atmosfer...
Öte yandan Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- ve diğer peygamber kardeşleri açısından
Rabbleri ile aralarında uzak veya yakın diye birşey
sözkonusu olamaz. Aralarında her zaman o dolaysız
iletişim vardır. Bu iletişim esnasında bütün
engeller bertaraf edilir, bütün sedler yıkılır.
Evrensel gerçek her türlü örtüden soyutlanmış
olarak ortaya çıkar. İnsanın iç aleminin, varlık
bütününün, varlık bütününde yeralan canlı
cansız varlıkların gerçek mahiyetleri olanca çıplaklığı
ile ortaya çıkar. Hiçbir şekilde birbirinden kopmayan
birlik gerçeği tecelli eder. Artık zaman engeli, mekan
engeli, biçim engeli, görüntü engeli ortadan kalkmıştır.
Bu noktada Peygamber efendimiz soruyor ve hiç bir engelle karşılaşmaksızın,
arada bir perde olmaksızın kendisine cevap veriliyor.
Nitekim peygamberimizin olağanüstü gece yolculuğunda
(İsra) ve göğe yükselişinde -mirac gecesinde- böyle
olmuştur.
Doğrusu bu tür konularda, hayatımızda
alışageldiğimiz iletişim biçimleriyle fazlasıyla
bağlı kalmamamız gerekiyor. Çünkü bu alışageldiğimiz
iletişim biçimleri genel kanun değildirler. Biz,
varlıklar alemine hükmeden yasanın bir yönünü keşfettiğimiz
zaman sadece varlık bütününün bazı görünümlerini
ve bazı etkilerini kavrayabiliriz. çünkü varlıklar
alemini bütünüyle kavramamızı önleyen, bizzat
bedensel yapımızdan, duyu organlarımızdan ve
bunların neden olduğu
alışkanlıklarımızdan kaynaklanan engeller
vardır. Fakat ruhun bu tür engellerden ve perdelerden
soyutlandığı anda, insanın yalın gerçeği
ile herhangi bir varlığın yalın gerçeği,
bir bedenin bir başka bedenle buluşmasından çok
daha kolay buluşur.
Peygamber efendimizin kavminin ileri gelenlerinden, onun
peygamberlik görevi için seçilişine karşı çıkanların
itirazları ve dünya hayatının batıl
değerleri ile övünmeleri karşısında
Peygamber efendimizi teselli amacı ile yeralan bu ayetlerin
akışı içinde, Hz. Musa -selâm üzerine olsun-
Firavun ve kurmaylarının kıssasından bir bölüm
sunuluyor. Bu bölümde Firavun'un tıpkı
"Bu
Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil
miydi?" diyen
Kureyş müşriklerinin övündüğü değerlerle
övünüyor. Sahip bulunduğu mal ve iktidarla büyüklük
kompleksine kapılıyor ve gururla, kibirle
etrafındakilere soruyor: "Ey kavmim Mısır mülkü
ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim
değil mi? Görmüyor musunuz?" Allah'ın kulu ve
peygamberi Musa'ya karşı böbürleniyor,
şişiyor. Musa yeryüzü menşeli makamlardan, dünya
malından yoksun olduğu için, Firavun şunları
söylüyor: "Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz
anlayamayacak durumda olan şu adamdan daha hayırlı
değil miyim?" Sonra Kureyş müşriklerininkine
benzer bir örnek bulunuyor: "Ona
altın bilezikler verilmeli, yahud yanında kendisiyle
beraber yardımcı melekler gelmeli değil
miydi?"
Sanki birbirlerinin kopyası. Ya da durmadan tekrarlanan
bir plak gibi. Ardından, Hz. Musa'nın kendilerine gösterdiği
olağanüstü mucizelere, başlarına gelen
sınama amaçlı musibetlere ve Rabbine yalvarıp
musibetleri geçiştirmesini istemesi için Musa'dan yardım
istemelerine rağmen ezilen, horlanan,
aşağılanan, aldatılan kitlelerin nasıl
Firavun'a boyun eğdikleri, dediklerini
onayladıkları açıklanıyor.
Sonra, apaçık bir duyuru ile ellerindeki tüm bahaneler
geçersiz kılındıktan sonra ne tür bir akıbete
uğradıkları vurgulanıyor:
"Bizi
öfkelendirince onlardan intikam aldık, böylece hepsini suda
boğduk."
"Böylece
onları, sonrakiler için hem bir örnek, hem de bir ibret
yaptık."
Şu Kureyşliler de onlardan sonra gelmişler, ama
onların akıbetlerinden ders almıyorlar, düşünmüyorlar!
Hz. Musa ve Firavun kıssasının bu bölümünün
sunuluşunda yüce Allah'ın insanlara gönderdiği
dinin, bu dinin öngördüğü hayat sisteminin ve bu dini
hayata egemen kılmak için izlenecek yolun birliği gerçeği
ön plana çıkmaktadır. Bunun yanısıra, hak
çağrısı karşısında ileri
gelenlerin, tağutların tipik tepkileri, yer
yüzünün basit ve değersiz malı ile övünmeleri,
bir de tarih boyunca ileri gelenler ve tağutlar
tarafından küçümsenen, horlanan halk kitlelerinin
karakterleri belirginleşmektedir.