Bu kısacık ayet muazzam ve korkunç bir gerçeği
kapsamaktadır ki bu gerçek iyice anlaşılmadan yeryüzünde
beşer hayatı düzenli olmaz. Yeryüzünde sözünü ettiğimiz
hayat ister kişisel hayat olsun ister toplum hayatı
olsun isterse tüm devirler ve çağlar boyu bütün insanlığın
hayatı olsun farketmez.
Bu kısacık ayet birçok anlam ve gayelerin ufuklarını
açmaktadır ki bunların tümü hayatın üzerinde
durduğu temel taşı sayılan bu muazzam gerçeğin
içinde yer alır.
Bu gerçeğin kapsadığı ufuklardan birincisi
şudur: Elbette ki cinlerin ve insanların var
olmalarının, yaratılmalarının belirli bir
gayesi vardır. Bu gaye bir görevde simgelenmektedir ki, kim
bu görevi yerine getirirse varlık ve
yaratılış gayesini gerçekleştirmiş olur.
Yerine getirmeyen ya da yan çizen ise yaratılış
gayesini yıkmış ve yitirmiş olur. Böyle
birisi görevsiz, başı boş kalmış ve
hayatı hedef ve değerini yitirmiştir. Hayatı,
kendisini değerli kılan asıl anlamını
yitirmiş olur. Böylece hayat yaratılış
gayesinden sıyrılmış ve bunun sonucunda
kişi dipsiz bir boşluğa
yuvarlanmıştır. Bu durum kendisini ana sisteme
bağlayan, koruyan ve ona ölümsüzlüğü sağlayan
varlık kanunundan sıyrılıp kaçan herkesin başına
gelir.
İnsanları ve cinleri varlık kanununa
bağlayan bu belirli görev Allah'a ibadet veya O'na kulluktur.
Ortada bir kul, bir de Rab olacaktır. İbadet eden bir
kul, tapılan bir Rab... İşte bir kulun hayatı
bütünü ile bu ilke üzerine olursa düzgün olur.
İşte bu göz kamaştırıcı gerçeğin
bir diğer yönü de burada ortaya çıkıyor. Ve buna
göre ibadetin anlamı sırf, birtakım sembolik
davranışları yerine getirmekten çok daha geniş
ve çok daha kapsamlı olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Çünkü cinler ve insanlar bütün hayatlarını belirli
sembolik hareketleri yerine getirerek geçirmezler. Ve Allah Teala
onlara bunu yüklemiyor. Aksine yüce Allah onlara hayatlarının
büyük bir kısmını kuşatan ve meşgul
eden başka birtakım faaliyetler yüklüyor. Bizler
Allah'ın cinlere yüklediği faaliyet şekillerini
bilmiyoruz. Fakat insandan istenen faaliyetlerin
sınırını biliyoruz. Bunu Kur'an'dan yüce
Allah'ın sözünden öğreniyoruz. "Hani Rabb'in
meleklere `ben yeryüzünde bir halife yaratacağım'
demişti." (Bakara, 30) Şu halde insan
denen varlıktan yapması istenen amel, yeryüzünde
Allah'ın halifesi olmaktır. Bu görev içinde
yeryüzünün imarı da vardır. Bunun içinde
yeryüzündeki güç ve enerji kaynaklarının, ham madde
rezervlerinin ve gizli cevherlerin keşfedilmesi ve
bunları kullanarak geliştirip yaşam düzeyinin
yükseltilmesi gibi birtakım aktif faaliyetler gerekmektedir.
Ayrıca evrenin genel kanunları ile uyum içinde olan
mutlak sistemi gerçekleştirebilmek, yeryüzünde Allah'ın
şeriatını hakim kılmak da halifeliğin
gerekleri arasındadır.
Buradan açıkça ortaya çıkıyor ki;
insanın yaratılış gayesi ve ilk görevi olan
ibadetin anlamı sadece birtakım sembolik
davranışları yapmaktan çok daha geniş ve çok
daha kapsamlıdır ve halifelik görevi de ibadet kavramına
kesinkes dahildir. O halde gerçek ibadet kavramı iki ana
unsurda somutlaşır:
1- Allah 'a ibadetin anlamını ruhlara
yerleştirmek. Yani, düşünceye şunu kesin olarak
yerleştirmeli ki, ortada bir kul, bir de Rab vardır. Kul
kulluk eder, Rab'be ise ibadet edilir. Bunun ötesinde hiçbir
şey yoktur, ve ortada bu konumdan ve bu bakış açısından
başka bir şey yoktur. Ve şu varlık alemi tümü
ile ikiye ayrılır: Bir ibadet eden ve bir de ibadet
edilen ma'bud. İbadet edilen Rab, birdir. Ve herkes O'nun
kullarıdır.
2- İbadet, vicdandaki her harekette, organların her
işleyişinde, hayattaki her davranışta Allah'a
yönelmektir. Bütün davranışlar ile samimi olarak
Allah'a yönelmek, başka her türlü duygudan ve Allah'a
ibadet etme motifi dışında her türlü motiften sıyrılmaktır.
İşte ibadet bu iki unsur ile birlikte anlam
kazanır. Ve yapılan ameller dini ibadet sembolleri yeryüzünü
kalkındırmakla, yeryüzünü kalkındırmak da
Allah yolunda cihatla, Allah yolunda cihad ise belalara sabretmek
ve Allah'ın kaderine razı olmakla eşit hale gelir...
Bunların hepsi ibadet demektir. Hepsi Allah'ın
insanları ve cinleri yerine getirsinler diye
yarattığı ilk görevi gerçekleştirmek
demektir. Ve bunların tümü, Allah'tan başkasına yönelmeyi
bırakıp herşeyin, sadece O'na kulluğunda
somutlaşan genel kanunlara boyun eğmek demektir.
Ve işte o zaman, insan şu yeryüzünde yaşarken,
burada Allah'ın kendisine vermiş olduğu bir görevi
yerine getirmek için var olduğunu hissederek yaşar. Bu
dünyaya o görevi yerine getirmek için belirli bir süre ile sınırlı
olarak geldiğini, hissederek yaşar... Bu görevin
ötesinde Allah'a itaattan başka dünyada hiçbir istek ve
arzu, hiçbir gaye ve hedef düşünmeden dünyaya gelmesinin
sadece O'na kulluk ve itaat ederek bu görevi yerine getirmek olduğunu
hissederek yaşar. Bu görevin karşılığı
ise duyulan iç huzuru, kendi durumundan ve amelinden hoşnutluk,
Allah'ın kendisinden hoşnutluğu ve O'nun kendisini
gözetmesi ile güven duymaktır. Sonra da bu, ahirette
karşısına şereflendirme, nimet, ihsan ve büyük
bir bağış olarak çıkacaktır.
Ve işte o zaman, insan gerçekten Allah'a tüm gücüyle
yönelmiş olur. O zaman, şu yeryüzünün tutsaklığından,
engelleyici cazibelerinden ve akılları çelen tuzaklarından
sıyrılarak Allah'a koşmuş olur. Gerçekten
esaretten ve yüklerden kurtulmuş ve kendisini Allah'a
adamış olur. Kainatta bulunacağı yere, Allah'a
kul olma yerine yerleşmiş olur. Çünkü Allah onu
kendisine ibadet etsin diye yaratmıştır.
İşte o zaman yaratılış gayesini yerine
getirmiş, dünyaya geliş hedefini gerçekleştirmiş
olur. İbadet kavramının ruhlara
yerleştirilmesinin gerekleri arasında insanın yeryüzünde
halifelik görevini yerine getirmesi, o görevin gereklerini
omuzlaması, halifeliğin en son meyvelerini vermesini
sağlaması vardır. Bunun yanısıra
insanın elini halifeliğin meyvelerine
bulaştırmaması, kalbini onların cazibelerinden
ve tuzaklarından uzaklaştırıp kurtarması
gerekir. Çünkü o halifeliği ve halifeliğin sonuçlarını
kendi şahsı için veya kendi çıkarlarını
elde etmek için yapmış değildir. Fakat,
halifeliği yerine getirerek gerçek ibadet (kulluk) kavramını
gerçekleştirmek ve sonra da ibadet (halifelik)
aracılığı ile Allah'a yönelmek için yapmıştır.
Ve yine ibadet kavramının bir diğer gereği
de, yapılan amellerin ruhlarda yer eden değerlerinin o
amellerin sonuçlarına göre değil de nedenlerine göre
olmasıdır. Sonuç ne olursa olsun insan hiçbir zaman
sonuçlara bağlı değildir. Çünkü o, bu amelleri
yaparken ibadet görevini yerine getirmek niyeti ile yapmaktadır.
Ve çünkü ona verilecek ödül o amellerin sonuçlarına göre
değil, yerine getirdiği amellerin
karşılığı olacaktır.
Böyle olunca, insanın, görevler, yükümlülükler ve
ameller karşısındaki tutumu tümü ile değişir.
Ve insan bütün bunlarda içlerinde gizli olan ibadet kavramını
dikkate alır. İnsan tüm faaliyetlerinde bu espriyi
gerçekleştirince, görevi sona ermiş ve gayesi gerçekleşmiş
olur. Varsın bundan sonra sonuç nasıl gelişirse
gelişsin. Bu sonuçlar onun görevleri arasında yoktur.
Hesabını ona göre yapmaz ve onu ilgilendirmez de...
Çünkü bundan sonrası Allah'ın kaderine ve dilemesine
kalmıştır. Kulun kendisi, çabası, niyyeti,
ameli de yüce Allah'ın kaderi ve dilemesinin bir parçasıdır.
İnsan kalbini amel ve çabaların sonuçlarından
çekip çıkarınca, kendisini amel ve çabaya yönelten
motifte ibadet kavramını gerçekleştirir gerçekleştirmez
payını aldığını ve mükafatını
garanti ettiğini hisseder. İşte o zaman kalbinde
insanı dünya hayatındaki mallara köpekler gibi üşüşmeye
ve onun uğrunda boğuşmaya sevkeden hırsın
kırıntısı kalmaz. Bir yandan halifelik ve
halifeliğin yükümlülüklerini omuzlamak uğruna olanca
gücünü ve çabasını sarfederken, bir yandan da elini
ve gönlünü şu dünyanın fani mallarına ve
çabalarının sonucuna bağlamaktan çeker. Çünkü
o bu sonuçları elde etmek veya sonuçları kendine mal
etmek için değil, aksine onlarda ibadet kavramını
hayata geçirmek için gerçekleştirmiştir.
Kur'an-ı Kerim, bu duyguyu insanın kafasını
rızık endişesi ile meşgul olmaktan ve ruhun
cimriliklerinden kurtararak besleyip güçlendiriyor. Rızık
zaten garanti altındadır. Allah, kullara yönelik rızkı
kendisi üstlenmiştir. İnsanlara mallarını
kendilerine muhtaçlara harcamalarını ve yoksullara
kendi mallarındaki haklarını vermelerini emrederken,
verdiği rızkın
karşılığında doğal olarak onlardan
kendisini yedirmelerini veya
rızıklandırmalarını istemiş
değildir.
"Ben onlardan rızık istemiyorum, beni
beslemelerini de istemiyorum: '
O halde bir mü'min amel ederken, halifelik görevinde güç
sarfederken onu itici gücü, rızık elde etme
hırsı değildir. Aksine, onu iten güç, insanın
olanca enerji ve çabasını sarfetmesi ile gerçekleşen
ibadet kavramını hayata geçirmektir. Dolayısı
ile insanın kalbi, çabalarının sonuçlarına
takılıp kalmaktan kurtularak, tüm amellerinde ibadet
kavramını hayata geçirmek noktasına
eğilmiştir, yönelmiştir.
Bu şerefli ve yüce hisler ancak bu yüce islam düşüncesinin
gölgesi altında filizlenebilir.
Eğer bugün insanlık bu duyguları
anlayamıyor ve onlardaki tadı alamıyorsa, bu
onların -ilk müslüman nesillerin yaşadığı
gibi- hayatlarını şu Kur'an'ın
ışığı altında
yaşamamalarından ve hayatlarının prensiplerini
bu büyük anayasadan almamalarından ileri gelmektedir.
İnsan bu ufka, ibadet ya da kulluk ufkuna yükselir ve
orada yerleşirse, ruhu şerefli bir hedefi hayata geçirmek
için basit araçlara sarılmaktan tiksinir ve kaçınır.
İsterse bu hedef Allah'ın (çağrısına)
davasına yardımcı olmak ve Allah'ın sözünü
en üstün kılmak olsun. Çünkü hakir ve önemsiz araçlar,
ibadet gibi yüce ve temiz duyguyu siler süpürür. Bir diğer
yönden de kulu ilgilendiren, gayelere ulaşmak değildir.
Kulu ilgilendiren sadece, ibadetin anlamını gerçekleştirmek
için görevlerini yerine getirmektir. Hedeflere gelince bunlar
Allah'a havale edilmiştir. Amacı yüce Allah dilediği
ölçü uyarınca gerçekleştirir. O halde, gerçekleşmesi
yüce Allah'a bağlı ve Allah'a ibadet eden mü'minin
hesabında yer almayan bir gayeye varmak için, hırs ile
çeşitli araçlara başvurmaya ve boşu boşuna
yorulmaya gerek yoktur. Ayrıca ibadet eden kul, her zaman ve
durumda, vicdan rahatı, ruh huzuru ve zihin
rahatlığı içinde olur. İster
yaptığının sonucunu görsün ister görmesin.
Sonuç, ister umduğu gibi çıksın isterse
tahminlerinin aksine çıksın. İbadeti gerçek anlamıyla
gerçekleştirdiğine göre, amelini yapmış mükafatını
garantilemiştir. Artık rahattır. Bundan sonra
olacaklar, onun görev sınırlarının
dışındadır... Çünkü bilmektedir ki kendisi
bir kuldur. Dolayısı ile düşünce ve arzularında
kul olmanın sınırlarını
aşmamalıdır. Ve yine bilmektedir ki Allah Teala
alemlerin Rab'bidir. Dolayısı ile Allah'ı
ilgilendiren işlere burnunu sokmamıştır. Tüm
düşünceleri bu sınırda ve bu noktada yer
alır, karar kılar. Yüce Allah ondan hoşnut o da yüce
Allah'tan hoşnut olur.
İşte böylece bir tek kısacık ayetin, "Ben
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım" ayetinin ortaya koyduğu akıllara
durgunluk verecek muazzam gerçeğin bir yönü ortaya çıkmış
oluyor.
Doğrusu, vicdanlarda gerçek anlamda yer ettiği
takdirde bu biricik gerçeğin yeryüzünde hayatın
çehresini bütünü ile değiştirmesi mümkündür...
Bu büyük gerçeğin ışığı
altında yüce Allah zulmedip de inanmayanları,
Allah'ın va'dinin çabucak gelmesini isteyip de bunu
yalanlayanları uyarıyor. Ve sure bu son uyarı ile
birlikte son buluyor.