O |
Yusuf
|
O |
|
HZ. YUSUF YÜKSEK MEVKİLİ BİR MAKAMDA
54- Kral "Getirin o adamı bana, onu yakın
çevreme alayım " dedi. Yusuf ile konuşunca da ona
"Bugün sen artık bizim yüksek mevkili ve güvenilir
bir adamımızsın" dedi.
55- Yusuf, krala "Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle
görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve
onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim.
56- Böylece Yusuf`un o ülkedeki konumunu sağlamlaştırdık,
artık o ülkenin dilediği yerinde oturabilirdi. Biz
rahmetimizi dilediğimiz kimselere sunarız ve iyi
davranışlıları ödülsüz bırakmayız.
57- Ama iman edip kötülükten sakınanlar için ahiret
ödülü daha hayırlıdır.
Hz. Yusuf un suçsuzluğunu, rüyaları yorumlama
bilgisini, kadınlarla ilgili meselenin içyüzünü araştırma
noktasındaki isteğinin hikmetini, onun onurluluğunu
ve kimseye minnet etmezliğini, kral kesinkes
anlamış bulunuyordu. O ki hapisten kurtulmak için ya da
koskoca Mısır kralı gibi bir kralla görüşebilmek
için can atmamıştı! Tam tersine, söylentilere
dayanarak suçlanmış ve haksızca
tutuklanmış onurlu bir insana yaraşır biçimde,
bedeninin çektiği hapis cezasının
kaldırılmasını istemekten önce, söylentilere
dayalı bir suçlamanın
kaldırılmasını istemişti. Yine
kralın huzuruna varmayı istemekten önce, kendi kişiliğine
ve savunduğu dine saygı gösterilmesini istemişti.
Tüm bunlar kralın yüreğinde, Yusuf'a
karşı bir saygı ve bir sevgi duymasına yolaçmıştı.
Bu nedenledir ki kral şöyle diyordu:
"Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme alayım."
Kralın, Yusuf'u hapisten kendi huzuruna getirmesindeki
amacı, ne onu serbest bırakmak içindi; ne de "kral
hazretlerinin memnuniyeti"ni ifade ederek onu sevinçten
uçurabilmek için!.. Kralın amacı bunların hiçbiri
değildi. Yusuf'u huzuruna getirtmesindeki tek amacı, onu
yakın çevresine alabilmek; onu kendisi için bir danışman,
bir kurtarıcı, bir dost olacağı bir mevkiye
getirmekti.
Öte yanda bizler ise, yöneticiler karşısında
onurlarını beş paralık eden insanlar görürüz!
Üstelik ne suçlulukları sözkonusudur ne de tutuklulukları!
Boyunlarına kendi elleriyle boyunduruk geçirirler!
Yöneticilerin dikkatlerini kendi üzerlerine çekebilmek ya da
onlardan bir övgü sözcüğü koparâbilmek için adeta yırtınırcasına
deli olurlar! Üstelik seçkin bir dost konumunda bile değildirler,
sadece yardakçılık ve borazanlık
peşindedirler. Bu tür kişileri görünce, ister istemez
keşke diyor insan. Keşke bu Kur'an'ı, şu Yusuf
kıssasını okusàlardı da onurluluğun,
minnet etmezliğin ve haysiyetin -maddi açıdan bile- gösterişten,
yaranmadan ve sevgi gösterileri yapmaktan çok daha yarar sağlayıcı
olduğunu anlayabilselerdi!
"Kral: `Getirin o adamı bana, onu yakın çevreme
alayım' dedi."
Anlatımda bu buyruğun nasıl
uygulandığına ilişkin ayrıntılara
yer verilmiyor. Bu kral fermanının ardından hemen
Yusuf'un kralın huzurunda olduğunu görüyoruz:
"Kral, Yusuf ile konuşunca da ona: `Bugün sen artık
bizim yüksek mevkili ve güvenilir bir adamımızsın'
dedi."
Kral, Yusuf la konuştuğunda, tahmininde hiç de yanılmadığını
anladı. Kralın bu denli güvenini kazanan Yusuf, onun
için son derece önemli ve güvenilir bir kimseydi artık.
Alnında köle damgası taşıyan ibrânî
kökenli bir delikanlı değildi. Oturmuş bir
kişiliği vardı. Suçlanan, hapse tıkılan
biri değildi artık! Tam tersine, güvenilir bir kişiydi
artık! Yusuf ne söylemişti de kral ona kanat gererek, böylesine
önemli bir yere getirmiş ve bu denli güvenmişti?
Tağutlara yaltaklanan üst düzey yetkililerinin yaptığı
gibi, krala taparcasına şükran gösterisinde bulunmamıştı.
Tağutların çevresindeki yaltakçılar gibi; "Çok
sağolasınız, var olasınız efendim!
Bendeniz her konuda emrinize amade olacağım! Size
hizmette hiçbir kusurum olmayacağını bilmelisiniz!.."
vb. türden yağ çekmemişti. O, bu türden hiçbir
davranışta bulunmamıştı! Tam tersine o
sadece, yorumunu yaptığı kralın rüyasının
haber verdiği kriz döneminin getireceği
sorumlulukları kaldırabilecek birkimse olduğunu söylüyordu.
Ülkede, bu işin üstesinden gelebilecek bir kimse olduğunu
söylüyordu. Ülkede, bu işin üstesinden gelebilecek en iyi
kişinin kendisi olduğunu ifade ediyordu. Pek çok insanı
ölümden, ülkeyi mahvolmaktan, toplumu büyük bir felâketten
-açlık felâketinden- koruyabileceğine inanıyordu.
O dönemde, kendi deneyimliliğine, yetkinliğine, güvenilirliğine,
onurunu ve gözü tokluğunu yitirmeme noktasındaki gücüne
ihtiyaç olacağını çok iyi biliyordu:
"Yusuf krala: `Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle
görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve
onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim."
Gelecek kriz döneminde ve bunun öncesindeki bolluk yıllarında,
önlemlere, korumaya, işleri özenle idare edebilme yeteneğine
ve de tarımı, ürünleri denetleyip korumaya ihtiyaç
vardı. Gerek bolluk yıllarında, gerekse
kuraklık yıllarında bu misyonun yerine
getirilebilmesi için, gerekli tüm ayrıntıları içerebilen
bir bilgiye, iyi bir yöneticiliğe ve bir deneyime ihtiyaç
vardı. Buradan hareketle Yusuf, sözkonusu misyonun
gerektirdiği tüm nitelikleri üzerinde taşıdığını
söylüyordu. Bu misyonu en iyi yerine getirebilecek kişinin
kendisi olduğunu, bunda Mısır halkı ve
komşu halklar için büyük bir hayır bulunduğunu düşünü
yordu:
"Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların
nasıl yönetileceğini iyi bilirim..."
Yusuf kralın kendisiyle ilgilendiğini görünce ondan
kendisini ülke hazinelerinin yöneticiliğine getirmesini
istemişti. Ama Yusuf, bununla kendi şahsı için bir
şey istemiyordu. Tam tersine o sadece, en şiddetli kriz
döneminde geniş kitlelere karşı bu zorlu ve
ağır görevi üstlenebilmesi; yedi yıl süresince Mısır
halkının tümünü ve çevredeki komşu
halklarına gıda sağlama görevine getirilebilmesi
için bu isteğini harika bir zamanlamayla dile getiriyordu.
Üstelik bu süreç içinde ne tarımdan bir ürün elde
edebilecekti, ne de hayvancılıktan!
Dolayısıyla Yusuf'un kendisi için talip olduğu bu
görev, bulunmaz bir ganimet olarak nitelenemez. Yedi yıl
aralıksız bir biçimde bir halkın
gıdasını sağlama sorumluluğunu yüklenmenin,
bulunmaz bir altın fırsat olduğunu kimse söyleyemez.
Bu, insanların normalde kabul etmeye
yanaşmayacakları bir sorumluluktur! Zira bu görev,
sonuçta kelleyi yitirmeye götürebilecek denli risklidir! Açlık,
insanları nankörleştirir! Aç kalan kitleler, küfür
ve delilik noktasına gelerek, kendilerini bile parçalayacak
denli zıvanadan çıkarlar...
Burada ister istemez bir soru işareti ortaya çıkıyor.
Yusuf'un: "Beni ülkenin hazinelerini yönetmekle
görevlendir. Çünkü ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve
onların nasıl yönetileceğini iyi bilirim" biçimindeki
sözü, İslâm düzeni
açısından şu iki mahsuru taşımaz
mı?
Birincisi, görev istemek noktasında. Peygamberimizin: "Allah'a
ant olsun ki bu işe, talip olan bir kimseyi (ya da
aşırı istekli bir kimseyi) görevlendirmeyiz" buyurması
nedeniyle, bu sakıncalı bir davranış
değil midir?
İkincisi ise, nefsi arıtma noktasında.
Allah'ın: "Nefsi arıtmada kendi
propagandanızı yapmayın!' buyurması
nedeniyle de bu, sakıncalı bir davranış
değil midir?
Bu soruları yanıtlamak istemiyoruz. Çünkü bu
kurallar İslâm sistemi ne -Yusuf'un yaşadığı
dönem de değil!- bizim Peygamberimiz zamanında
girmiştir. Çünkü "sosyal ve yasal düzenlemeler
inanç ilkeleri gibi bütün peygamberlerin uygulamalarında
aynı ve ortak değildir."
İslâm hukuku, hayali ya da salt kurgusal bazda yaşanıp
kavranmış olmadığı gibi, hayali ya da
salt kurgusal bazda doğmuş da değildir! Tam
tersine, müslüman bir toplumda ve de bu toplumun, reel bir
islâmi yaşamın gereksinimleri karşısında
takındıkları tavırlar sonucunda
doğmuştur. İslâm toplumunu doğuran İslâm
hukuku değildir! Aksine, İslâm hukukunu ortaya çıkarıp
geliştiren İslâm toplumunun, islâmi bir yaşamın
ihtiyaçlarını karşısında benimsemiş
olduğu gerçekçi tavırlardır..
Sözkonusu bu iki tarihsel reel gerçek, son derece anlam
yüklüdür. Yine İslâm hukukunun doğasını
anlayabilmek ve İslâm hukukundaki hükümlerin dinamik yapısını
kavrayabilmek için de bu iki gerçeği gözönünde
bulundurmak zorunludur.
Bugün bazı kimselerin nassları ve kayda geçmiş
hükümleri ele alırken, sözkonusu iki gerçeği
kavrayamadıkları; nassların indiği ve hükümlerin
doğduğu koşulları ve görünümleri hiç
gözönüne almadıkları; nassların bir
karşılık, bir çözüm olarak indiği, hükümlerin
biçimlendiği, bir yanıt olarak yaşama geçirildiği
atmosfer, ortam ve durumun niteliğini özümseyemedikleri
gözleniyor. Bu sebeple de sözkonusu türden kimseler bu
hükümleri, adeta boşlukta doğmuşçasına,
adeta boşlukta yaşayabilirlermişcesine, uygulamaya
çabalıyorlar. Bu tür kimseler, "fıkıhçı"
ya da "İslâm hukukçusu" falan değildirler!
Zira gerçekte ne İslâm hukukunun yapısını
kavrayabilmişlerdir, ne de bu dinin doğasını!
"Dinamik İslâm hukuku", temelde "kâğıt
üzerindeki İslâm hukuku"nun yaslandığı
nasslara dayanmakla birlikte, "kâğıt üzerindeki
İslâm hukuku"ndan büsbütün farklıdır!
"Dinamik İslâm hukuku", nassların
indiği, hükümlerin biçimlendiği "realite"yi
esas almaktadır. Sözkonusu realiteyi, nasslar ve
hükümlerle birlikte elementleri parçalanamaz bir birleşim
olarak algılamaktadır. Bu birleşimin elementlerine
ayrılması durumunda, doğasını
yitireceğini, oluşumunun bozulacağını düşünmektedir!
Aslında bunun da ötesinde, başlıbaşına
bağımsız olan; ilk kez ortaya çıktığı
konum, atmosfer, çevre ve olgularla hiçbir ilintisi bulunmuyormuşçasına
adeta boşlukta asılı duran tek bir fıkhî
hüküm bile yoktur... Dolayısıyla bu hükümler boşlukta
doğmadığı gibi, öyle boşlukta ve
sallantıda yaşayamaz!
Bu genel belirlemeyi dilerseniz, Allah'ın "Nefsinizi/kendinizi
temize çıkarmayın!" biçimindeki buyruğundan
ve Peygamberimizin de "Allah'a ant olsun ki, bu işe,
t alip olan
kimseyi görevlendirmeyiz!" biçimindeki
sözünden hareketle ortaya konan, İslâmın
"kendini temize çıkarmama ve de herhangi bir makama
aday göstermeme" yolundaki fıkhî hükmünü örnek
seçerek açıklamaya çalışalım.
Tıpkı ilgili nasslar gibi bu hüküm bizzat kendisi
de müslüman bir toplumda doğmuştur. Bu hüküm, bu
toplumda uygulanmak, bu ortamda yaşanmak, bu toplumun
ihtiyacını karşılamak üzere ortaya çıkmıştır.
Sözkonusu toplumun tarihsel oluşumu, gelişimi, organik
bileşimi ve kendine özgü pratiğiyle de tamamen uyum
halindedir. Bundan dolayı bu hüküm İslâm toplumunda
uygulanmadıkça ne beklenen randımana erebilir ve ne de
olumlu sonuçlarını ortaya koyabilir. Onun
uygulanacağı toplum, gerek doğuşunda, gerek
organik yapısında ve gerekse İslâm
şeriatına kesinkes bağlılığında
"İslâmi olmak" zorundadır. Bütün bu temel
özellikleri yapısında bulundurmayan her toplum, bu hükme
göre temelsiz bir "boşluk" ortamı
sayılır. Bu hüküm orada yaşayamaz. O ortamda
bağdaşamaz ve o ortamı düzeltemez.
İslâm toplumunda insanlar kendilerini neden temize çıkarmazlar?
Neden kendilerini bir göreve aday göstermezler? Millet
Meclisi'ne girebilmek, devlet başkanlığına ya
da önemli görevlere seçilebilmek için neden kendi
propagandalarını yapmaya kalkışmazlar?
İsterseniz bunu anlamaya çalışalım.
İslâm toplumundaki insanlar bu bağlamda,
üstünlüklerini ya da daha lâyık olduklarını
herkese gösterme ihtiyacını duymazlar. Üstelik bu
toplumdaki makamlar ve görevlerdeki ağır bir yükümlülük
bulunmasından ötürü de, hiç kimse bunlara soyunmayı
özendirmeye kalkışmaz. -Sevap kazanmayı isteme, yükümlülüğü
hakkıyla yerine getirme; böylesi ağır bir hizmeti
üstlenme de sadece Allah'ın hoşnutluğunu
arzulamakla olur.- Bunun da ötesinde, makam ve görevlere talip
olanlar, bunu bireysel çıkarları için arzulayanlardan
başkaları değildir!
Ancak bu gerçeği iyice anlayabilmenin yolu, İslâm
toplumunun doğal gelişimini ve organik
yapısını irdeleyip kavramaktan geçer.
Bu toplumu oluşturan faktör, sürekli harekettir,
dinamizmdir. İslâm toplumu, İslâm inancıyla
başbaşa giden bir hareketin ve dinamizmin ürünüdür.
Önce belirtelim ki bu inanç, -peygamberler döneminde-
peygamberin anlattıklarında ve uygulamalarında,
daha sonraki dönemlerde ise, davetçilerin Allah katından
gelmiş ve peygamberce açıklanmış çağrılarında
simgelenen ilahi bir kaynağa dayanmaktadır.
İnsanların bir grubu, bu çağrıyı
benimsemelerinin ardından, bulundukları ortamda hakim
durumdaki cahiliye yanlılarından baskıya ve fitneye
uğratma girişimlerine maruz kalırlar. Sonuçta
bunların bir bölümü yoldan çıkıp, döneklik
gösterebilir. Kimileri ise Allah'a verdikleri sözden asla caymaz
ve ruhunu şehit olarak teslim eder. Hayatlarını sürdürebilenleri
de, kendileri ile ulusları arasında Allah hak olan hükmünü
verene dek sabredip direnirler...
İşte Allah onlara yardım ediyor ve onları yürürlüğe
koyduğu kaderine perde yapıyor. Kendisine yardım
edene zafer vereceğine ve onu yeryüzüne hükümran kılacağına
ilişkin vadini gerçekleştirmek üzere onları yeryüzüne
egemen kılıyor. Amaç, yeryüzünde Allah'ın
egemenliğini kurmaktır. Yani yeryüzünde Allah'ın
hükmünü geçerli kılmaktır. Bu zafer ve hükümranlıkta
O'nun hiçbir çıkarı olamaz. Her şey Allah'ın
dininin zaferi içindir. Kullar üzerinde Allah'ın
Rabblığını geçerli kılmak içindir.
Bunlar Allah'ın dinini belli bir bölgede, belli bir
ırkın sınırında durdurmazlar. Bu dini bir
toplumla, bir rengle ya da yeryüzünün basit, değersiz
beşeri özelliklerinden biri ile sınırlandırmazlar.
Onlar "insanları" tüm insanları... "Yeryüzünde"
... tüm yeryüzünde... Allah'tan başkasına kul
olmaktan kurtarmak için bu ilahi inanç sistemi ile harekete
geçerler. İnsanları, hangisi olursa olsun bütün zorba
tağutların kulluğundan çıkarıp yücelere
ulaştırmak için hareket ederler.
Bu dine göre harekete geçildiği sırada -ki biz, bu
hareketin yeryüzünün herhangi bir bölgesinde müslüman bir
devletin kurulması ile sona ermeyeceğine, herhangi bir bölgenin,
ırkın ya da toplumun sınırının
yanında durmayacağına işaret etmiştik-
insanların değerleri belirginleşir, toplum içindeki
yerleri belirlenir. Bu belirginleşme ve belirlenme hiç kuşkusuz
imani ölçü ve değerlere dayanır. Herkes, cihad
meydanında katlanılan imtihanlardan, takva, iyi amel,
ibadet, ahlâk, güç ve yeterlilik açısından birbirini
tanır. Bütün bunlar realitenin belirlediği
değerlerdir. Hareketin ortaya çıkardığı
özelliklerdir. Toplum bunları bilir, bu niteliklere sahip
olanlar da, kendi kendilerini temize çıkarma gereğini
duymazlar. Şura ve yönlendirme yetkisine sahip kurumlardan
bu temize çıkarmaya dayanarak görev istemezler.
Bu şekilde ortaya çıkan ve organik bileşimi
imani değerler doğrultusunda hareket esnasında
belirginleşen özelliklere dayandıran müslüman
toplumda... (Nitekim müslüman toplumda muhacir ve ensardan,
Bedir savaşına katılanlardan, Rıdvan
biatında bulunanlardan, Mekke fethinden önce maddi yardımda
bulunan ve savaşanlardan her zaman önde bulunanlar toplum
içinde seçkin bir yere sahiptirler.)
Bundan sonra da insanlar imtihanları başarıyla
atlattıkları, İslâmı en güzel şekilde
yaşadıkları sürece seçkin bir yere sahip olmuşlardır...
İşte böyle bir toplumda insanlar birbirlerini kandırmazlar.
Zaman zaman insanın yapısındaki zaaflara yenik düşseler
de, kimi zaman hırsa kapılsalar da seçkin kişilerin
üstünlüklerini inkâr etmezler. Bu durumda seçkin kimselerin
kendilerini propaganda yapmalarına, şura ve yönlendirme
kurumlarında-ı bu propagandaya dayalı olarak görev
istemelerine gerek kalmaz.
Günümüzde insanlar, ilk müslüman toplumun sahip olduğu
bu eşsiz özelliklerin o toplumun tarihsel doğuşundan
kaynaklandığını sanıyorlar. Ne var ki,
onlar herhangi bir müslüman toplumun ancak bu şekilde
doğabileceğini unutuyorlar. İnsanlar yeniden bu
dine girmeye çağırılmadan, içinde yüzdükleri
cahiliye hayatından çıkmaya davet edilmeden bugün de
yarın da böyle bir toplum oluşamaz. İşte islâmi
hareketin başlangıç noktası burasıdır...
Arkasından baskılar, imtihanlar gelir -Nitekim İslâm
toplumu ilk defa oluştuğunda da böyle olmuştu.-
Kimi insanlar baskılara dayanamaz, dinden döner. Kimisi
Allah'a verdikleri söze sadık kalır,
sıralarını savıp, şehit olarak can
verirler. Kimi insan sabreder, sabrı tavsiye eder, İslâmı
yaşamakta kararlı olur. onlardan biri yeniden cahiliyeye
dönmekten ateşe atılmak kadar nefret eder. Yüce Allah
onlarla milletleri arasındaki meseleyi hak ilkesine göre
çözümleyince, -İlk müslümanları yeryüzüne
egemenliği gibi- kendilerini de yeryüzüne egemen kılınca,
yeryüzünün herhangi bir bölgesinde islâmi nizam kurulunca,
hiç kuşkusuz islâmi hareket, başlangıç noktasından
İslâm düzeninin kuruluşuna kadar harekete katılan
mücahitlerin imani sınıflarını imani ölçü
ve değerlere göre ortaya çıkaracaktır... Böyle
bir günde o insanlar, kendi propagandalarını yapma,
herhangi bir görev için aday gösterme gereğini duymazlar.
Çünkü birlikte cihad ettikleri toplum onları biliyordur,
onları tanıtıp herhangi bir görev için aday
gösterecektir.
Bundan sonra şöyle denebilir; bu söyledikleriniz ilk aşama
için geçerlidir. Toplum oturduktan sonra durum ne olacaktır?
Bu soruyu bu dinin tabiatını bilmeyenler sorar. Çünkü
bu din, her zaman hareket halindedir ve hiçbir zaman hareketten
geri kalmaz, insanı bütün insanları... Yeryüzünde...
tüm yeryüzünde Allah'dan başkasına kulluk yapmaktan
kurtarmak, tağutlara kul olmaktan çıkarmak için
hareket eder. Bu bölgenin bir ırkın, bir milletin ya da
yeryüzünde herhangi basit, değersiz bir beşeri ilkenin
sınırında durması mümkün değildir.
Şu halde bu dinin değişmez özelliği olan
hareket, imtihanları başarı ile geçenleri, doğuştan
bazı üstün yeteneklere sahip kimseleri, ortaya çıkarmaya
devam edecektir. İslâmdan sapmadığı sürece
toplumu donuklaştıracak, bozacak bir
durağanlık sözkonusu olamaz. Propaganda yapma ve buna
dayanarak görev istemenin haramlığına ilişkin
özel fıkhi kural da kendine uygun ortamda işlevini
yerine getirecek, yürürlükte olacaktır. Tıpkı
ilk defa ortaya çıktığı ve işlevini gördüğü
ilk toplumun oluşturduğu ortam gibi.
Sonra şöyle de denebilir: Fakat toplum büyüdükçe
insanlar birbirlerini tanımaz olurlar. Bu yüzden yetenek
sahipleri kendilerini duyurmak ve tanıtma gereğini
duyarlar. Buna dayalı olarak da sorumluluk isterler.
Bu söz de çağdaş cahiliye toplumlarının
realitesinden kaynaklanan bir kuruntudur. Çünkü müslüman
toplumu oluşturan her bölgede insanlar birbirlerini tanırlar,
aralarında sıkı bir bağlılık
vardır, karşılıklı dayanışma içindedirler.
-Nitekim müslüman toplumun eğitimi, organik
yapısı, yönetimi ve sorumluluk bilinci bunu
gerektirir.- Bu yüzden her bölgenin insanları
aralarındaki yetenekli, nitelikli kişileri
tanırlar. Bu yetenek ve nitelikleri kuşkusuz imanın
terazisinde değerlendirirler, ölçerler. Gerek şura
meclisi, gerek yerel yönetim için içlerinde zorlukları
sabırla aşabilen, Allah'dan korkan yetenekli kimseleri
seçmeleri zor bir iş değildir. Kamu yöneticilerine
gelince, onları da "yüksek danışmanlar kurulu
(ehl-i hal ve akd) olanların üyelerinin aday göstermesinden
sonra halk tarafından seçilen devlet başkanı tayin
eder. Hareketin ortaya çıkardığı yetenekli
kişiler arasından seçer. Daha önce de söylediğimiz
gibi müslüman toplum içinde hareket süreklidir. Cihad kıyamete
kadar bakidir.
Günümüzde İslâm düzeni ve devlet yapısı
üzerinde düşünenler -ya da kitaplar yazanlar- bir çıkmaz
içindedirler. Çünkü onlar İslâm düzeninin kurallarım,
düzenlenmiş fıkıh hükümlerini boşlukta
uygulamaya çalışıyorlar. Bu hüküm ve kuralları
şu andaki organik bileşimi ile
varlığını sürdüren cahiliye toplumunda
uygulamaya kalkışıyorlar. Oysa İslâm
düzeninin ve fıkhi hükümlerinin tabiatına göre
bugünkü cahiliye toplumu bir boşluk niteliğindedir. Bu
toplumda İslâm düzeninin kurulması, İslâm fıkhının
hükümlerinin uygulanması imkânsızdır. Çünkü
bu toplumun organik yapısı, müslüman toplumun organik
yapısı müslüman toplumun organik yapısına
tamamen terstir. Çünkü müslüman toplum -daha önce de
söylediğimiz gibi- organik yapısını, İslâm
düzeninin, pratikte uygulanmasını ve insanların
İslâma gelmesini sağlamak için cahiliye ile girişilen
cihad hareketinin belirlediği şekliyle kişilerin ve
grupların ortaya çıkan yeteneklerine
dayandırır. Bu arada cahiliyeden gelen baskılara,
onun islâmi harekete karşı
başlattığı işkencelere,
sıkıntılara ve savaşlara katlanma,
sınavları başarıyla geçme, musibetleri en
güzel şekilde savma, hareketin başından sonuna
kadar her türlü zorluğu göğüsleme, müslüman
toplumun organik yapısı içinde yer almak için bir
ölçüdür. Ama günümüzün cahiliye toplumu donuklaşmış
bir toplumdur. İslâmla, imani değerlerle ilgisi
bulunmayan değerlere dayanmaktadır. İşte bu yüzden,
İslâm nizamı ve fıkhi kuralları açısından
bu toplum, boşluk niteliğindedir. İslâm düzeni ve
fıkhi hükümleri bu toplumda yaşayamaz.
İslâm düzeni kurallarının, devlet
yapısının ve fıkhi hükümlerinin uygulanması
için çözüm yollarını araştıran bu
yazarları en başta yânılgıya düşüren
şey, yüksek danışmanlar kurulu ehl-i hal ve'l
akd'ın üyelerinin -ya da şura ehlinin kendilerini aday
göstermeden, propaganda yapmadan seçilme yöntemleridir.
İnsanların birbirini tanımadığı,
yeterlilik, dürüstlük ve güvenirlilik terazisi ile ölçme
imkânına sahip bulunmadığı içinde yaşadığımız
bu toplumda nasıl olacak bu durum? Yine devlet
başkanının seçilme yöntemi de onları
şaşırtmaktadır. Devlet
başkanını bütün halk mı seçecek, yoksa ehl-i
hal ve akd (yüksek
danışmanlar kurul) mu aday gösterecek? Devlet başkam,
-kendi propagandalarını yapmayacakları ve
kendilerini aday göstermeyecekleri için- ehl-i hal velakd,
seçeceğine göre, bu adamlar nasıl tekrar dönüp
devlet başkanını seçecekler? Bu durum değerlendirme
yaparken etkisini göstermeyecek midir? Bunlar dönüp imamı
sereceklerine, birini aday göstereceklerine göre, en büyük
sorumluluk sahibi devlet başkanı üzerinde etkinlikleri
olmayacak mı? Bu durum devlet başkanını
kendisine taraf olanları seçmeye, bu seçimi yaparken
öncelikle bunu gözönünde bulundurmaya zorlamayacak mı?..
Bu çıkmaz içinde cevabını
bulamadıkları daha bir yığın soru...
Ben, içine düştükleri bu çıkmazın
başlangıç noktasını biliyorum.
Bu çıkmazın başlangıç noktası, içinde
yaşadığımız cahiliye toplumunu müslüman
toplum sanmalarıdır. İslâm düzeninin ve fıkhi
kurallarının, bugünkü organik yapısı ile,
sahip olduğu ahlâk ve değer yargıları ve bu
cahiliye toplumunda uygulanabileceğini
sanmalarıdır!
İşte içine düştükleri çıkmazın
başlangıç noktası burasıdır...
Araştırmacı araştırmasına buradan
başladı mi, bir boşluğa düşüyor
demektir. Gittikçe boşlukta kaybolacaktır. Gitgide bir
girdaba yakalanacak, debelenip duracaktır.
İçinde yaşadığımız şu
cahiliye toplumu müslüman bir toplum değildir. Bu yüzden
İslâm düzeni ve bu düzene özgü fıkhi hükümler bu
toplumda uygulanamaz. İslâm düzeninin kuralları ve
fıkhi hükümleri boşlukta hareket etmedikleri için bu
uygulama imkânsızdır. Çünkü bu kurallar ve
hükümler tabiatları gereği boşlukta meydana
gelmezler. Bunun için boşlukta da işlemezler.
Hiç kuşkusuz müslüman toplum, cahiliye toplumunun
organik yapısından farklı yepyeni bir organik
yapı tarafından oluşturulur. Müslüman bir toplum
oluşturmak için cahiliyeye karşı cihad eden
kişiler, topluluklar, gruplar tarafından
oluşturulur. Bu hareket esnasında kişilerin,
toplulukların, grupların değerleri belirlenir, düzeyleri
ortaya çıkar.
Bu yepyeni bir toplumdur... Yeni doğmuştur...
"İnsanın" özgürlüğünü sağlamak
için kendi yolunda sürekli hareket eden bir toplum.. Bütün
insanların... yeryüzünde... tüm yeryüzünde Allah'dan başkasına
kul olmaktan kurtulması için hareket eder...
İnsanı kim olursa olsun, tağutlara kul olma
zilletinden kurtarmak için mücadele eder...
Propaganda, kendi kendini temize çıkarma, görev isteme,
devlet başkanı seçimi, şura ehlinin seçimi gibi
meseleleri İslâm adına boşlukta... Yani içinde yaşadığımız
cahiliye toplumunda... Müslüman toplumun organik yapısından
tamamen farklı organik yapısı ile, müslüman
toplumun organik yapısı ile, müslüman toplumun sahip
olduğu değerlerden, ölçülerden, ahlâk kurallarından,
armalardan, düşüncelerden bütünüyle farklı
değerleri, ölçüleri, ahlâk kuralları, armaları
ve düşünceleri ile cahiliye toplumunda araştırma
yapanlar çıkmazda hareket etmektedirler.
Faize dayalı banka işlemleri, faize göre belirlenen
kuralları ile sigorta şirketleri... Nüfus planlaması
ve daha bilmem neler?.. Araştırmacılar bu ve
benzeri "problemlerle" uğraşıp
durmaktadırlar, bu "problemler"e ilişkin
karşılaştıkları fetva istemlerine cevap
yetiştirmeye çalışmaktadırlar.
Ama ne yazık ki,- hepsi de bir çıkmazda yeralan
noktadan işe başlamaktadırlar. İslâm düzeni
kurallarının ve fıkhi hükümlerinin, bugünkü
organik yapısı ile günümüz cahiliye toplumunda
uygulanabileceği noktasından başlıyorlar.
Şu halde onlara göre -içinde İslâm hükümlerinin
uygulanması ile birlikte- bu cahiliye toplumları müslüman
(!) olacaklardır.
Üzücü olması bir yana, aynı zamanda komik düşünceler
bunlar... Müslüman toplumu meydana getiren İslâm fıkhi
değildir. Tersine, müslüman toplum öncelikle cahiliyeye
karşı giriştiği harekette, sonra gerçek hayatın
ihtiyaçlarına cevap verme amacı ile giriştiği
harekette, şeriatın temel kurallarından yola çıkarak
İslâm fıkhını oluşturmuştur. Bunun
aksi kesinlikle mümkün değildir.
İslâm fıkhı boşlukta oluşmaz.
Boşlukta yaşayamaz da. Beyinlerde, sayfalâr arasında
oluşmaz. Hayatın realitesinde oluşur. Bu, herhangi
bir hayat değildir kuşkusuz.
Müslüman toplumun yaşadığı hayattır
kesinlikle... Bunun için en başta tabii organik
yapısı ile müslüman bir toplum meydana gelmelidir.
İslâm fıkhının oluştuğu ve
uygulandığı ortam burasıdır işte. O
zaman işler bütünüyle değişecektir
kuşkusuz.
Günü gelince bu özel toplum -cahiliye karşısında
oluşumunu gerçekleştirdikten, hayat içinde harekete
geçtikten sonra- bankalar, sigorta şirketlerine, nüfus
planlamasına ihtiyaç duyabilir de duymayabilir de...
Çünkü biz daha şimdiden bu toplumun ihtiyacının
aslını, boyutunu ve şeklini belirleyemeyiz. Bu yüzden
bu ihtiyaçlara göre kurallar da koyamayız. Aynı
şekilde bu dinin elimizde bulunan hükümleri cahiliye
toplumlarının ihtiyaçlarına uymazlar, onlara cevap
verecek nitelikte değildirler. Çünkü bu din daha baştan
bu toplumların varlığını meşru
saymıyor, onların varlıklarını sürdürmelerinden
hoşnut değildir. Bu yüzden cahiliye toplumu oluşundan
kaynaklanan ihtiyaçlarını tanımak zorunlu
değildir. Bunlara cevap vermek gereğini de duymaz.
Bu araştırmacıların gerçek sıkıntıları,
bu cahili realiteyi temel kabul etmelerinden ve İslâmın
bu temele uyması gerektiğini düşünmelerinden
kaynaklanmaktadır. Ama durum bunun tamamen tersidir. Aslolan,
Allah'ın dinidir. İnsanlık kendini bu temele
uydurmak zorundadır. Cahili pratiğinden vazgeçip bu
uygunluk gerçekleşene kadar değişkinliğe
uğramalıdır. Ne var ki, bu vazgeçme, bu değişiklik,
ancak bir yolla gerçekleşebilir... Yeryüzünde Allah'ın
ilahlığını, kullar üzerindeki Rabblığını
gerçekleştirmek, hayatlarına tek başına
Allah'ın şeriatını egemen kılmak
suretiyle insanları tağutlara kul yapmaktan kurtarmak
amacıyla cahiliyeye karşı harekete geçmektir bu
yol... Bu hareketin baskılarla, işkencelerle,
sınamalarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır.
Baskılara boyun eğenler, dinden dönenler olacak,
Allah'a verdikleri söze bağlı kalıp ecelleri
dolana kadar şehitlik derecesine ulaşana kadar
direnenler olacak. Sabredenler olacak. Yüce Allah, kendileri ile
toplumları arasındaki sorunu lehlerine çözümleyene ve
kendilerini yeryüzüne egemen kılana kadar mücadeleyi
sürdürenler olacak... İşte ancak o zaman İslâm
düzeni kurulabilir. Bu durumda İslâmı gerçekleştirmek
için harekete geçenler, islâmi nitelikler kazanmış
olurlar. İslâmın kendilerine
kazandırdığı değerlerle
belirginleşirler. O zaman hayatları bazı
şeyler ister. Birtakım ihtiyaçlar ortaya çıkar.
Bu ihtiyaçların özellikleri ve karşılama
yolları cahiliye toplumlarının isteklerinden,
ihtiyaçlarından ve bunları karşılama
yollarından farklılık arzeder. Müslüman toplumun
pratik hayatının ışığında o gün
için hükümler belirlenir. İslâmın canlı ve
hareketli fıkhı oluşmuş olur böylece... Boşlukta
değil kuşkusuz istekleri, ihtiyaçları ve
problemleri bilinen pratik bir ortamda oluşur.
Zekâtın toplanıp ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığı,
her bölgede yaşayan insanların tüm toplumu oluşturan
fertlerin arasında karşılıklı sevgi ve
dayanışmanın sağlandığı,
insanların hayatlarında lüks ve israfa, kibir ve
gösterişe yer olmadığı, islâmi bir hayatın
gerektirdiği tüm prensiplerin geçerli olduğu müslüman
bir toplumda... Evet böyle bir toplumda insanların, bu güvencelerin,
bu garantilerin yanında, bu koşullarda, bu değer
yargıları ve düşüncelerin geçerli olduğu
bir yerde sigorta şirketlerine ihtiyaç duyacaklarını
şimdiden kim kanıtlayabilir ki? Diyelim ki o gün bir
tür güvenceye ihtiyaç duyulacaksa, onun da cahiliye toplumunda
bilinen onun cahili koşullarından, ihtiyaçlarından,
değer yargısı ve düşüncelerinden kaynaklanan
kurumların olacağını kim, nereden bilecektir?
Aynı şekilde sürekli hareket eden, mücahid
müslüman toplumun nüfus planlamasına ihtiyaç duyacağını
kim, nereden bilebilir?.. Bu durum diğer hususlar için de
geçerlidir.
Toplum müslüman olduğu zaman organik yapısı, düşüncesi,
armaları, değer ve ölçüleri cahiliye toplumlarınkinden
tamamen farklı olacağından, doğacak ihtiyaçların
mahiyetini, hacmini ve şeklini şimdiden kestirebilme imkânına
sahip olmadığımıza göre, önceden düzenlenmiş
fıkhi kuralları gaybın kapsamında yeralan ve
bizzat müslüman toplumun vàrlığı ile ilgili
bulunan ihtiyaçlara uydurmak için bu hükümleri değiştirme,
geliştirme ve yeni kalıplara dökme uğruna
hastalık derecesine gelmiş tüm girişimler
gereksizdirler.
Daha önce de söylediğimiz gibi, bu çıkmazın
başlangıç noktası; bugünkü toplumların müslüman
toplumlar olduklarının ve bu organik yapıya bu düşüncelere,
bu armalara, bu değer ve ölçülere sahip oldukları
halde, sayfalar arasındaki İslâm fıkhının
bu toplumlarda uygulanacağının
sanılmasıdır.
Problemin aslı, bu cahiliye toplumlarının pratik
hayatlarının ve bugünkü organik yapılarının
temel kabul edilmesi ve Allah'ın dininin bu temele
uydurulmaya çalışılmasında yatmaktadır.
Bu toplumların ihtiyaçlarını ve problemlerini
karşılamak için İslâmın hükümlerini yeni
kalıplara dökme, geliştirme ve değiştirme
çabaları oluşturmaktadır sorunun özünü... Oysa
bu toplumların ihtiyaçları, karşı
karşıya kaldıkları problemler, onların
İslâma karşı oluşlarından,
yaşayışları itibariyle İslâmın
çerçevesinden çıkmış olmalarından
kaynaklanmaktadır.
Sanırım, İslâmın davetçilerin katında
üstün tutulmasının zamanı gelmiştir. Onu
cahiliye rejimlerine, cahiliye toplumlarına, cahiliyenin
ihtiyaçlarına hizmet eden bir araç konumuna düşürmemelidirler.
İnsanlara -özellikle de kendilerinden bu tür konularda
fetva isteyenlere- şöyle demelidirler: Önce siz İslâma
gelin, daha baştan itibaren İslâmın hükümlerine
boyun eğdiğinizi açıkça duyurun. "Diğer
bir ifade ile" Önce siz Allah'ın dinine giriniz, sadece
O'na kulluk edeceğinizi açıkça duyurunuz.
İmanın ve İslâmın geçerli olabilmesi için
zorunlu olan
tüm anlamları ile "Allah'dan başka ilah
olmadığına şahitlik ediniz."
Bu da gökte olduğu gibi, yüce Allah'ın yerde
de tek ilah olduğuna inanılması tüm insanların
hayatlarında -her yönüyle- sadece O'nun Rabblığının,
yani hakimiyetinin ve otoritesinin geçerli kılınması,
kulların kullara Rabblık yapmasının,
kulların kullar üzerinde hakimiyet kurmasının,
kulların kullar için kanun koymasının ortadan
kaldırılması demektir.
İnsanlar -ya da insanların bir bölümü- bu çağrıya
olumlu cevap verdiği zaman müslüman toplum varlık
sahnesine ilk adımını atmış olur. O zaman
toplum, canlı İslâm fıkhının fiilen
Allah'ın şeriatına teslim olmuş, toplumun
ihtiyaçlarını karşılamak üzere doğup
geliştiği pratik ve canlı bir ortam niteliğini
kazanır.
Bu toplum meydana gelmeden önce fıkıh ve yönetim
biçimi ile ilgili hükümler alanında çalışma
yapmak, havaya tohum serpmek gibi insanın kendini
aldatmasıdır. Tohum havada yeşermediği gibi,
İslâm fıkhı da boşlukta gelişmez.
Düşünsel planda İslâm fıkhı ile ilgili
çalışmalar yapmak kolay bir iştir. Çünkü
tehlikesizdir. Ama bu, İslâm için çalışmak
değildir. İslâmın hareket metodunda ve
tabiatında böyle bir çalışmaya yer yoktur! Rahat
ve tehlikesiz bir iş yapmak isteyenlerin edebiyatla, sanatla
ya da ticaretle uğraşmaları daha yararlı
olacaktır. Ama şu anda, belirttiğimiz tarzda, hem
de böyle bir dönemde İslâm için çalışma
adı altında fıkıhla uğraşmak
-sanrım Allah en iyisini bilir- hem ömrü, hem de sevabı
boşu boşuna heder etmektir.
Allah'ın dini, sürü gibi güdülmeyi kabul etmez.
Kendisinden kaçan, kendisinden kopup ayrılan, Allah'ın
şeriatına ve otoritesine boyun eğmediği halde,
zaman zaman ortaya çıkan ihtiyaçları ve problemleri için
kendisinden fetva isteminde bulunmak suretiyle alay eden cahiliye
toplumunun èmrine girecek itaatkâr bir hizmetçi olmayı
kabul etmez.
Bu dinin fıkhı ve hükümleri boşlukta meydana
gelmezler, boşlukta iş görmezler. Daha baştan
itibaren Allah'ın otoritesine boyun eğmiş bulunan müslüman
toplum bu fıkhı meydana getirmişti. Fıkıh
bu toplumu meydana getirmiş değildir. Bunun aksini gösteren
bir gelişme kesinlikle yaşanmamıştır.
İslâmı oluşumun adımları ve
aşamaları her zaman birdir. Cahiliyeden İslâma
geçiş, bir gün olsun kolay ve rahat olmamıştır.
İslâm toplumu ve İslâm düzeni kurulduğu gün
kullanıma hazır olsun diye hiçbir zaman fıkhi hükümlerin
boşlukta düzenlenmesi ile işe
başlanmamıştır. Hazır hale
getirilmiş ve boşlukta oluşturulmuş bu
ayrıntılı hükümlerin varlığı
kesinlikle cahiliyeden İslâma geçişin
başlangıç noktası değildir. Şu cahiliye
toplumlarının müslüman toplumlara dönüşmesini
engelleyen unsur "hazır" fıkhi hükümlerin
bulunmayışı değildir. Cahiliyeden İslâma
dönüşümün zorluğu şu anda elde bulunan İslâm
fıkhının hükümlerinin gelişmiş
toplumların ihtiyaçlarına cevap vermek için yetersiz
oluşundan kaynaklanmıyor... Kimilerinin
aldanmasına, kimilerinin de aldatılmasına neden
olan daha bir sürü lâf...
Kesinlikle hayır! Cahiliye toplumlarının
İslâm nizamına dönüşmelerini engelleyen
hakimiyetin Allah'a ait olmasını istemeyen,
dolayısıyla insanlık hayatında
Rabblığın, yeryüzünde ilahlığın
Allah'a ait olmasını istemeyen, böylece İslâmdan
tamamen çıkan zorba tağutların
varlığıdır. Dince bilinmesi zorunlu olan hükümler
uygulanır bunlara. Ayrıca bu toplumların, İslâma
dönüşlerini engelleyen bir diğer unsur da,
Allah'ı bir yana bırakıp, bu zorba tağutlara
ibadet eden, yani onlara itaat eden, boyun eğen, emirlerine
uyan, böylece onları ibadet edilen, itaat edilen,
değişik rabbler konumuna getiren kitlelerin
varlığıdır. Bu kitleler, tağutlara
sundukları bu kullukla tevhidden çıkıp, şirke
sapmaktadırlar. Çünkü İslâma göre şirkin en
başta gelen anlamlarından birisi budur.
Bu iki etken, dolayısıyla cahiliye, yeryüzünde bir
düzen olarak varlığını sürdürür. Bu
düzen, maddi güç odaklarına dayandığı
kadar, düşünce sapıklıklarından oluşan
odaklara da dayanır.
Şu halde cahiliyeye karşı zorunlu olarak
başvurulacak yöntem, fıkhi hükümleri düzenlemek değildir.
Cahiliye karşısında gerekli olan yöntem, insanları
yeniden İslâma girmeye davet etmektir.' Tüm odak noktaları
ile birlikte cahiliyeyi karşısına alan bir hareket
başlatmaktır. Sonra cahiliyeye karşı
başlatılan İslâma davet hareketleri neyi
gerektiriyorsa,o olur. Sonra yüce Allah, kendisine teslim
olanlarla, toplumları arasındaki problemi müslümanların
lehine çözümler. İşte yalnızca o zaman, bu
pratik ve canlı ortamda tabii olarak oluşan fıkhi hükümlere
sıra gelir. Yeni doğmuş bu toplumun, sürekli
yenilenen pratik hayatının ihtiyaçları
karşılanır. O gün ortaya çıkan bu ihtiyaçların
boyutlarına ve koşullarına uygun kurallar
belirlenir. Ama daha önce de söylediğimiz gibi, bunlar
gaybın kapsamında olan meselelerdir. Şimdiden
kehanette bulunmak mümkün değildir. Bu dinin tabiatına
uygun düşen ciddiyetin gereği olarak bugünden o tür
meselelerle uğraşmak yersizdir.
Bu, hiçbir zaman kitap ve sünnette yeralan hükümlerin
şeri açıdan günümüzde artık geçersiz oldukları
anlamına gelmez. Bu sadece bu hükümlerin konulmasını
gerektiren toplumun mevcut olmadığı anlamına
gelmektedir. Çünkü bu hükümler, ancak o toplumda
uygulanabilir. Daha doğrusu, bu hükümler ancak o toplum
içinde yaşayabilirler. Bu yüzden fıkhi hükümlerin
fiili varlıkları bu toplumun varlığına
bağlıdır. Dolayısıyla bunların
fiilen varlıklarını sağlamak, cahiliye
toplumundan ayrılıp müslüman olan ve İslâm
düzenini kurmak için cahiliyeye karşı harekete geçen
cahiliyeye, onun ilahlık taslayan tağutlarına,
Rabblık noktasında Allah'a ortak koşmayı
benimseyerek, bu tağutlara boyun eğen kitlelere, bu
dinin ilkeleri doğrultusunda karşı koyan her müslümanın
başına gelen problemlerin aynısını
yaşayanların boynunun borcudur.
Cahiliye varolduğu zaman, karşısına da islâmi
hareket dikilmelidir. Bu yüzden islâmi doğuşun bu
değişmez yönteminin tabiatını iyice kavramak
gerekir. Bu dinin fiili varlığını yeniden gerçekleştirmek
için yapılacak gerçek çalışmanın
başlangıç noktası burasıdır. Son ikiyüz
yıl içerisinde insanların koyduğu kanunların
ilahi şeriatın yerini almasından bu yana,
Allah'ın dininin fiili varlığı sona
ermiştir. Minareler, mescitler, dualar ve sembolik ibadetler
yerinde kalıyor, ama yeryüzü İslâmın gerçek
varlığından yoksun kalmıştır.
Duygusal olarak bu dine sempati ile bakanlar, ona sevgi
besleyenler, bu minarelere, mescidlere, dua ve ibadetlere
bakıp kendilerinden geçmektedirler. İslâmın iyi
durumda olduğu vehmine kapılmaktadırlar. Oysa
İslâm varlık sahnesinden tamamen silinmiş
gitmiştir.
Daha sembolik ibadetler yokken, daha mescidler yokken, müslüman
toplum vardı. İnsanlara "Allah'a kulluk edin, sizin
O'ndan başka ilahınız yoktur, O'na ibadet
edin" dendiği gün, müslüman toplum varolmuştu.
Onların Allah'a yönelik ibadetleri sembolik davranışlarda
henüz somutlaşmamıştı. Çünkü sembolik
ibadet daha sonraları farz
kılınmıştı. Onların Allah'a yönelik
ibadetleri -başlangıç noktası itibariyle ve henüz
şeri hükümler inmemişken- sadece Allah'a boyun
eğmelerinde somutlaşmıştı. Tek
başına Allah'a boyun eğmeye karar veren bu
insanlar, yeryüzünde maddi bir egemenlik sağlayınca
şeri hükümler inmeye başlamıştı.
Hayatlarında birtakım gerçek ihtiyaçlarla karşı
karşıya kaldıklarında, kitap ve sünnette
hüküm olarak yer alan kuralların yanında fıkhi hükümler
çıkarmışlardı.
İşte tek yol budur. Bunun dışında
herhangi bir yol yoktur.
Keşke, dil ile davetin ilk aşamasından itibaren,
islâmi hükümlerin açıklanması sırasında
kitleleri topyekün İslâma dönüştürmenin daha kolay
bir yolu olsaydı! Ne yazık ki, bu, sadece bir
"temenni"dir. Çünkü kitleler İslâma davet
hareketinin her defasında geçtiği bu uzun ve
meşakkatli yolun dışında hiçbir zaman
cahiliyeden, tağutların kulluğundan çıkıp
İslâma girmezler, sadece Allah'a kulluk etme onuruna erişmezler.
Bu hareketi önce bir kişi başlatır. Onu bir öncü
grup izler, bu grup birtakım olaylar yaşamak, çeşitli
aşamalardan geçmek üzere cahiliyeye karşı
harekete geçer. Yüce Allah kendileri ile toplumları
arasındaki sorunu hak ilkesine göre çözümleyene ve
kendilerini yeryüzüne egemen kılana kadar mücadele devam
eder... Sonra... İnsanlar akın, akın Allah'ın
dinine girerler. Allah'ın dinine girerler. Allah'ın
dini; onun hayat sistemi, şeriatı ve düzenidir. Yüce
Allah insanların bu dinden başkasına
bağlanmasını istemez.
"Kim İslâmdan başka bir din ararsa, O din ondan
kabul edilmez ve ahirette hüsran^ uğrayanlardan olur.
Umarım bu açıklama Hz. Yusuf'un (a.s) tutumuna
ilişkin verilecek gerçek hükmü ortaya koymuştu.
Hz. Yusuf (a.s) müslüman bir toplumda yaşamıyordu.
Bu yüzden insanlar arasında propaganda yapmamaya ve bu
propagandaya dayanarak görev istememeye ilişkin kural onun
hakkında uygulanamaz. Ayrıca Hz. Yusuf (a.s)
şartların kendisine itaat edilen bir yönetici olma fırsatını
doğurduğunu cahiliye rejiminde bir memur
olmayacağını görmüştü. Durum da tahmin ettiği
gibi çıkmıştı. Kurduğu bu yönetim
sayesinde dinine davet etme imkânını bulmuş, yönetimi
sırasında dinini Mısır'ın her
tarafına yaymıştı. Gerek başvezir ve
gerekse kral, tamamen sahneden çekilmişlerdi.
YERYÜZÜNDE SAĞLAM BİR YER
Bu ara açıklamadan sonra tekrar hikâyenin özüne, bu
hikâyeyi anlatan ayetlere dönelim. Ayet, Hz. Yusuf'un teklifinin
kral tarafından kabul edildiğini açıkça
belirtmiyor. Sanki denmek isteniyor ki, Hz. Yusuf'un itibarı
o kadar yüksektir ki, kralın katındaki prestiji o kadar
ileri boyuttadır ki, ondan bir şey isteyince
reddedilmesi sözkonusu değildir. Yeter ki, istesin. Ne
isterse kabul edilir. Hatta bir şey istemek için söyleyeceği
söz, alacağı olumlu cevapla özdeştir.
İşte bu zengin çağrışımlara imkân
doğsun diye kralın cevabından söz edilmiyor, Hz.
Yusuf'un istediği mevkiye getirildiğini anlamak,
okuyucunun idrakine bırakılıyor.
Hz. Yusuf'un suçsuzluğu ortaya çıktı. Bu arada
kralın hoşuna gitti, gözüne girdi. Bunun sonucu olarak
istediği göreve getirildi. İşte böylece Yusuf'u o
"yer"e sağlamca yerleştirdik.
Ayaklarının sağlam zemine basmasını
sağladık. Ona belirli ve itibarlı bir konum
bağışladık. Sözü edilen "yer"den
maksat, Mısır da olabilir, bütün "yeryüzü"
de olabilir. Çünkü Mısır, o günlerde yeryüzünün
en önemli ülkesi idi. Ayetin cümlelerini inceleyelim:
"Artık o ülkenin dilediği yerinde
oturabilirdi."
O, ülkenin dilediği yerinde oturabilir, dilediği yöresinde
ev-bark edinebilir, dilediği mevkiini elde edebilirdi. Hz.
Yusuf, kuyuya atılmanın, orada
yaşadığı korkulu anların, zindana
atılmanın ve orada uğradığı
özgürlük kısıtlamalarının arkasından
bu parlak konuma kavuşuyordu. Devam ediyoruz:
"Biz rahmetimizi dilediğimiz kimselere
sunarız."
Rahmetimizi sunarız da onun zorluklarını
kolaylıklara, sıkıntılarını
ferahlıklara, korkularını güvene, kısıtlılıklarını
özgürlüğe, itibarsızlığını
prestije ve yüksek mevkilere dönüştürürüz. Devam
edelim:
"Biz iyi davranışlıları ödülsüz bırakmayız."
Bu dünyada Allah'a inanarak, O'na dayanarak, O'na yönelerek
iyiliği seçenleri, iyi davranışlar, iyi işler
ortaya koyarak insanlar ile iyi ilişkiler kuranları
ödülsüz bırakmayız. Bir sonraki ayeti okuyalım:
"Ama iman edip kötülükten sakınanlar için ahiret
ödülü daha hayırlıdır."
Eğer insan iman edip kötülüklerden sakınırsa,
ahirette ödüllendirilmeyi de hakeder. Gerçi ahiret ödülü,
dünyada elde edeceği ödülden daha hayırlıdır,
ama bu ödül, dünya o kimse Rabbine inanıp güvensin,
gizli-açık her davranışında, her tutumunda
O'nun korkusunu kalbinden hiç çıkarmasın.
İşte yüce Allah, Hz. Yusuf'un o sıkıntılı
günlerini dünyada böylesine parlak bir mevki ve ahirette
böylesine imrendirici bir müjde ile değiştirdi. Bu
sonuçlar, O'nun sağlam imanının,
sabırlılığının ve iyiliğe
bağlılığının uygun bir
karşılığı idi.
HZ. YUSUF KARDEŞLERİYLE
Zaman çarkı dönüşünü sürdürdü. Ayetler bu
dönüşlerin bir bölümünün üzerinden aşıyor.
Aşılan bu zaman bölümünün içinde Mısır ve
dolaylarında yaşanan "bolluk
yılları" da vardır. Bu bolluk döneminin
niteliği, bu dönemde tarımsal verimin nasıl
olduğu ve Hz. Yusuf'un bu sırada devlet
mekanizmasını nasıl işlettiği
konularında bize bilgi verilmiyor... Acaba Hz. Yusuf
nasıl bir yönetim düzeni kurdu, ne gibi önlemler aldı
ve kıtlık yıllarında harcanacak olan
tarım ürünlerini nasıl biriktirebildi? Bu
soruların cevapları sanki onun krala verdiği "Çünkü
ben hazinelerinizi titizlikle korurum ve onların nasıl yönetileceğini
iyi bilirim" şeklindeki
cevapta yeterince açıklanmış gibi kabul ediliyor.
Kıtlık yılları nasıl gelip çattı?
İnsanların bu olaya karşı tepkileri nasıl
Oldu? Çekilen besin maddesi sıkıntısının
boyutları nedir? Ayetlerde bu soruların da açık
cevapları yoktur. "Bu soruların cevapları
kralın rüyası ile, Hz. Yusuf'un bu rüyaya ilişkin
yorumunda saklıdır" gibi bir ifade yöntemi
izleniyor gibidir. Bilindiği gibi Yusuf, kralın rüyasını
yorumlarken, şöyle demişti:
"Bunun arkasından yedi kurak ve
sıkıntılı yıl gelir. Bu süre içinde ayıracağınız
az miktardaki tohumluklar dışında bu yıllar için
stok ettiğiniz ürünü yersiniz."
Ayrıca surenin bundan sonraki hiçbir ayetinde ne kraldan
ve ne de onun herhangi bir devlet adamından da söz
edilmiyor. Sanki devletin bütün yetkileri bu korkunç, bu dayanılmaz
kriz döneminin tüm sorumluluklarını cesaretle
üstlenmiş olan Hz. Yusuf'un eline geçmiş gibidir.
Artık olayların sahnesinde sadece Hz. Yusuf vardır,
bütün projektörler O'nun üzerine çevrilmiştir.
Aslında gerçek budur. Ayetler bu pratik gerçeği büyük
bir sanatsal ustalıkla satırlara tam olarak
yansıtmaktadırlar.
Kuraklığın etkisine gelince, bunun çapını
"Hz. Yusuf'un kardeşleri" sahnesinde açıkça
görebiliyoruz. Hz. Yusuf'un kardeşleri
Mısır'ın hayli uzağındaki bir çöl
bölgesinden, Kenan ilinden kalkıp geliyorlar.
Aradıkları şey yiyecektir. Bundan anlıyoruz
ki, açlığın çapı son derece geniştir.
Yine bu olay bize gösteriyor ki, o günkü Mısır, bu
afet karşısında Hz. Yusuf'un ileri görüşlülüğü
sayesinde gereken önlemleri almış, bu yüzden komşularının
bakışları bu merkeze çevrilmiş, tüm yörenin
besin ürünleri deposu olma konumunu kazanmıştır.
Bu arada hikâye, asıl yatağındaki
akışını, yani Hz. Yusuf ile kardeşlerine
ilişkin serüveni anlatmayı sürdürüyor. Bu akış,
dini amacı gerçekleştiren sanatsal bir özellik olarak
karşımıza çıkar. Ayetleri okuyoruz:
|
|
O |
|
O |
|