O |
Yusuf
|
O |
|
39- "Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda
ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak
mı daha iyidir?"
40- "Allah'ı bir yana bırakarak
taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da
atalarınızın taktığı birtakım
boş, içeriksiz adlardan başka bir şey
değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş
değildir. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O
yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir.
Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu
bu gerçeği bilmiyor."
Yusuf -Allah'ın selâmı üzerine olsun- burada,
harikulâde, son derece net ve aydınlatıcı şu
birkaç cümleyle, bu dinin genel niteliklerini, bu inanç
sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmiş
bulunuyor. Yine şirk, tağut ve cahiliye sisteminin
temellerini de son derece şiddetli bir biçimde sarsmış
durumda:
"Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda
ilaha inanmak mı, yoksa ezici iradeli tek Allah'a inanmak
mı daha iyidir?"
Yusuf, karşısındaki iki genci kendine
arkadaş ediniyor. "Arkadaşlarım" diyerek,
onların sevgisini kazanıyor. Buradan hareketle de, çağrısının
özüne, inancının temeline inmeye başlıyor.
Onları kendi inanç sistemine hemen doğrudan çağırmak
yerine, önce onlara nesnel bir soru yöneltiyor:
"Çok sayıda ilaha inanmak mı, yoksa ezici
iradeli tek Allah'a inanmak mı daha iyidir."
İnsanın özbenliğini, merkezinden vuran,
şiddetle sarsan bir sorudur bu. İnsanın özbenliği
tek bir ilah tanıdığı halde, birçok rabblerle
karşılaşılması neyin nesidir?.. Kulluk
edilecek, buyruğuna boyun eğilecek ve
şeriatına uyulacak Rabb olmaya gerçek anlamıyla lâyık
olan sadece, her şeyden üstün tek Allah'dır.
Tanrı birlenip, onun varlıklar dünyasında her
şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğu
benimsendiğinde, buna bağlı olarak, rabbin de
birlenmesi ve onun insanların yaşamında her
şeyden üstün bir otoriteye sahip olduğunun
benimsenmesi gerekmektedir. Allah'ı bir ve her şeyden
üstün kabul eden insanların, onun dışında
birinin buyruğuna boyun eğmeleri ve Allah
dışında bir rabb edinmeleri, bir an için bile olsa
asla mümkün değildir. Rabb olarak sadece ve sadece,
evrendeki tüm yasaların sahibi ve evrenin yöneticisi
durumundaki Allah tanınmalıdır. Tüm evrene söz
geçirebilmekten aciz bir kimsenin, buyruklarıyla evrene
üstünlük sağlayamazken, otoritesiyle insanlar üzerinde
üstünlük sağlayan bir rabb konumuna geçmesi asla doğru
değildir!
Burunların ötesini görmeyen bütünüyle kör, aciz,
bilgisiz, benmerkezci bir sürü uydurma rabblere boyun eğmek
yerine, insanların, her şeyden üstün tek Allah'ın
Rabliğine boyun eğmeleri kuşkusuz en doğru
olanıdır. Burada belirttiğimiz eksiklikler, Allah
dışındaki tüm uydurma rabbler için geçerlidir.
insanlığın yaşadığı korkunç
perişanlığın temelinde, bir sürü uydurma
rabbler edinerek parçalanma ve kulların sözkonusu uydurma
rabblerin aralarındaki bencillikler ve çekişmeler
doğrultusunda darmadağın olmaları
yatmaktadır... Tarih boyunca kimi zaman yeryüzünün sahte
rabbleri Allah'ın otoritesini ve rabbliğini kendilerine
yamamışlar; kimi zaman da cahil kimseler bilgisizlik,
hurafe ve efsanelerin etkisiyle ya da baskı, aldatmaca ve
propaganda etkisiyle onlara böylesi bir otorite sunmuşlardır.
Yeryüzünün bu sahte rabbleri, ben merkezcilikten, salt kendini
ve koltuğunu düşünmekten; kendi otoritesini
sürdürüp güçlendirme noktasındaki o amansız
hırstan kendilerini bir an için bile olsa sıyıramamaktadırlar.
Bu sebeple de otoriteleri için, ama yakın ama uzak vadede,
bir tehlike olarak gördükleri tüm güçleri, tüm
potansiyelleri ortadan kaldırabilmek; aldatmacaları gün
yüzüne çıkıp sona ermemesi için tüm güçleri, tüm
olanakları kendilerine övgüler döktürmeye, kendilerinin
borazanlığını yapmaya seferber edebilmekten
başka bir şey düşünmemektedirler!
Her şeyden üstün olan tek Allah, evrendeki hiçbir
şeye en ufak bir gereksinim duymayacak denli güçlüdür. O
kullarının, erdemliliğinden, kurtuluşundan;
çalışmasından ve belirlediği ilkeler
doğrultusunda ilerleme kaydetmelerinden başka hiçbir
şey istememektedir. Onların bu yoldaki tüm çabalarını,
kendisine ibadet olarak saymaktadır. Kullarını yükümlü
kıldığı ibadetlerde bile amaç, onların
yaşamlarını ve durumlarını en iyi düzeye
getirebilmek için, yüreklerini ve duygularını
ıslah edebilmektir... Yoksa Allah'ın kullara hiçbir
ihtiyacı yoktur. "Ey
insanlar! Siz
Allah'a muhtaçsızın, Allah ise müstağnîdir,
övülmeye lâyık olandır..." (Fâtır Suresi
15)
İşte, her şeyden üstün tek Allah'a boyun eğmek
ile çeşitli uydurma rabblere boyun eğmek arasında
böylesine büyük bir farklılık vardır...
Daha sonra Hz. Yusuf, bir adım daha ilerleyerek, cahiliye
inancını ve cahiliyenin korkunç kuruntularını
çürütmeye geçiyor:
"Allah'ı bir yana bırakarak
taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da
atalarınızın taktığı birtakım
boş, içeriksiz adlardan başka bir şey
değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş
değildir."
İster beşer türünden olsun, isterse beşer
dışındaki ruhlar, şeytanlar, melekler,
Allah'ın hakimi bulunduğu evrensel güçler türünden
olsun, sözkonusu sahte rabblerin tamamı, rabblik
noktasında bir hiçtir, rabblik gerçeğinin en ufak bir
niteliğine bile haiz değildir. Rabblik sadece ve sadece,
her şeyden üstün ve tek olan, kulların
yaratıcısı ve onların tümünden üstün bir
konumda bulunan Allah'a aittir... Gelgelelim çeşitli cahili
sistemlere ve ortamlara mensup kimi insanlar, sözkonusu sahte
rabblere, kendi kafalarından bazı isimler yamamakta,
bazı sıfatlar takmakta ve de kimi özellikler yakıştırmaktadır.
Bunların başında da bu tür sahte rabblere tanınan,
hüküm koyma ve otorite yetkisi gelmektedir... Oysa Allah onlara
ne böylesi bir otorite tanımış, ne da onların
doğru olduklarına ilişkin bir delil
indirmiştir...
Bu noktada Yusuf, bu çürük inanç sistemini yere sermek
üzere son darbesini indirerek, doğruyu açıklıyor:
Otorite kimin olmalıdır? Hüküm koyma yetkisi kimin
olmalıdır?! Kime boyun eğilmelidir?! Bir başka
deyişle, kime "kulluk" edilmelidir?!
"Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O
yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir.
Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu
bu gerçeği bilmiyor."
Hüküm koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah'ın
olmalıdır. İlahlığının her
şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece
Allah'a özgüdür. Zira egemenlik tanrılığın
niteliklerindendir. Egemenliğin kendisine ait olduğunu
ileri süren, ister bir birey, bir sınıf, bir parti,
ister bir grup, bir ulus, isterse uluslararası bir örgüt
şemsiyesi altında tüm insanlar olsun- tanrılığın
nitelikleri noktasından herkesten önce Allah'a savaş açmış
demektir. Tanrılığın baş niteliği
durumundaki egemenlik noktasında yüce Allah'a savaş açan
ve egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren,
yüce Allah'ı apaçık bir biçimde inkâr etmiştir.
Böyle bir kimsenin kâfir olduğu noktasında dinin kesin
hükmü için, sadece bu ayetteki ifade bile yeterlidir!
Kişiyi dosdoğru dinin çerçevesinin dışına
çıkaran, tanrılığın baş
niteliği konusunda Allah'a savaş açmış bir
konuma getiren böylesi bir iddia için, sadece putperestlikte tek
bir kalıp yoktur. Bir başka deyişle böylesi bir
iddiaya kalkışan kişinin ille de, "Sizin için,
kendimden başka bir tanrı tanımıyorum!"
ya da -tıpkı Firavun gibi açıkça- "Sizin en
yüce rabbiniz benim!" demiş olması şart
değildir. Sadece, Allah'ın şeriatını
egemen kılmayıp, bir kenara iterek, yasaları
başka bir temele dayandırmak ya da sadece Allah
dışında egemen konuma gelmiş makamdakileri,
otoritenin kaynağı olarak görmek bile bu türden bir
iddiaya kalkışmış bir konuma sürüklenmeye
yeterlidir. Bunu yapan, tüm uluslar ya da bir grup insan bile
olsa, durum değişmemektedir... İslâm sisteminde
ümmet, kendisine bir yönetici seçerek ona Allah'ın
şeriatının hükümlerini uygulama yetkisini verir.
Ancak bu, yasalara meşruluk kazandıran egemenliğin
temelinde ümmetin bulunduğu anlamına gelmez. Tam
tersine egemenliğin kaynağı sadece
Allah'ındır. Ne var ki, İslâm araştırmacılarından
bile pek çok kimse, hükümet eden yani yöneten ile otorite
kaynağını birbirine
karıştırmaktadır. İnsanlar bir bütün
olarak, egemenlik yani hüküm koyma hakkına sahip
değildirler. Bu hak sadece, bir olan Allah'a aittir.
İnsanlar sadece, Allah'ın şeriatında
bildirdiği hükümleri uygulamak durumundadırlar.
Allah'ın şeriatında yer almamış bir hükmün
ne doğruluğu sözkonusudur, ne de meşruluğu!
Doğru olan, sadece Allah'ın koyduğu hükümlerdir...
Hz. Yusuf, hüküm koyma hakkının sadece Allah'a ait
olduğunu açıklamasının ardından şöyle
diyor:
"O yalnız kendisine kulluk sunmanızı
emretmiştir."
Bu açıklamayı Arap insanının
anladığı biçimiyle anlayabilmemiz için
öncelikle, sàdece bir olan Allah'a özgü kılınan
"tapmanın, kulluk etmenin" anlamını iyice
kavramamız gerekmektedir...
Ayette bunu ifade için kullanılan "a-be-de"
fiilinin sözlük anlamı: itaat etmek, boyun eğmek,
onurunu yenip alçakgönüllü olmaktır... Başlangıçta
bu fiilin, İslâmdaki terminolojik anlamıyla dinin
gereklerini yerine getirmeyi içermesi sözkonusu değildi.
Sadece, sözlük anlamıyla alınması söz
konusuydu... Zaten bu ayet ilk indiği sırada, dinin
gerekleri tümüyle henüz bildirilmediğinden, sözkonusu
fiilin o anda terminolojik anlamını da içerebilmesi
mümkün değildi. Dolayısıyla bu fiille ifade
edilmek istenen, o an için sözlük anlamındaki
kapsamdır. Ki bu aynı zamanda, terminolojik anlamda da
aynen yer alacaktır. Bununla anlatılmak istenen; gerek
kulluk noktasında, gerek yasalar ve ahlâki davranışlar
noktasında, sadece Allah'a itaat etmek, sadece O'na boyun
eğmek, sadece O'nun buyruklarını benimsemektir.
Dolayısıyla kulluğun gerçek göstergesi, tüm bu
konularda sadece Allah'a boyun eğmektir. Zira Allah,
yaratıklarından herhangi bir kimseye değil, sadece
kendisine kulluk edilmesini istemiştir.
Tapınmanın, kulluk etmenin anlamını bu
şekilde kavramamızın ardından Yusuf'un, hükmü
sadece Allah'a özgü kılmayı, neden sadece yüce
Allah'a kul etmekle açıkladığını da daha
iyi anlıyoruz. Zira, hüküm yüce Allah'dan başkasına
ait olması durumunda, O'na kulluk edebilmek, O'na boyun
eğebilmek gerçek anlamda mümkün değildir. Yüce
Allah'ın, gerek insanların yaşamı, gerekse
varlıklar düzeni için kaderde belirlediği
karşı konulamaz hükümlerinde de; insanların
yaşamlarına ilişkin belirlediği ve seçimi
onların iradesine bıraktığı
şeriatındaki hükümlerinde de aynı olgu geçerlidir.
O'na boyun eğmek, ancak O'nun tüm hükümlerinin
benimsenmesiyle gerçekleştirilebilir.
Burada bir kez daha yineliyoruz: Hüküm noktasında
Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna cüret edenin
Allah'ın dininden çıkması demektir. -Bu, dinin
mutlak ve açık bir hükmüdür!- Çünkü. böylesi bir
eylem kişiyi, sadece Allah'a kulluk etme çizgisinin
bütünüyle dışına çıkarmaktadır... Hüküm
noktasında Allah'la çekişmeye kalkışmak, buna
cüret edenlerin Allah'ın dininden kesinkes çıkmasına
neden olan düpedüz bir şirktir! Buna cüret edenin iddiasında
haklı olduğunu düşünenler; böyle bir kimseye
itaat edenler; onun Allah'a ait otorite ve nitelikleri
gaspetmesini yüreklerinde de olsa kınamayanlar da, onunla
aynı akıbete düşmüşlerdir! Allah'ın
tartısına vurulduklarında, sonuçta hepsinin durumu
aynıdır!
Yusuf, gerçek dinin, hükmü Allah'a özgü kılarak
sadece O'na kulluk etmek olduğunu belirtiyor:
"Dosdoğru din, işte budur."
Bu sözle bir sınırlama ifade ediliyor: Hükmü
Allah'a özgü kılarak sadece O'na kulluk etmeye çağıran
bu din dışında, dosdoğru olan hiçbir din
yoktur!
"Fakat insanların çoğu bu gerçeği
bilmiyor."
Bilmediklerinden ötürüdür ki Allah'ın bu dosdoğru
dinine uymamaktadırlar. Bu noktada hiçbir şey bilmeyen
bir kimsenin, ne inanması beklenebilir, ne de gerekenleri
yapması!.. Dinin özünü ve gerçeğini bilmeyen
birtakım kimseleri, onlar da bu dine mensup diye nitelemek ne
akla sığar, ne de realiteye! Bu tür kimseleri
müslüman olarak niteleyip eksikliklerinin faturasını
da bilgisizliklerine çıkarmak geçerli bir mazeret değildir.
Zira bilgisizlik ya da bilmemek, sözkonusu niteliği
taşıyabilmeyi anında engellemektedir. Aslında
bir şeye inanmak, o şeyi bilip öğrenmiş
olmanın sonucudur... Akla da mantığa da uygun
olanı budur. Bunun böyle olduğu zaten
kendiliğinden apaçık ortadadır.
Hz. Yusuf, harikulâde, net mi net, aydınlatıcı
birkaç cümleyle bu dinin genel niteliklerini, bu inanç
sisteminin temel prensiplerini mükemmel bir biçimde çizmiş
bulunuyor. Öte yandan cahiliye sisteminin temellerini de
şiddetli bir biçimde sarsmış durumda..
Tağut, ilahlığın en başta gelen
niteliği durumundaki "rabblik" iddiasında
bulunmadıkça yeryüzündeki varlığını
koruyamaz. Bu amaçla o, insanları kendi buyruğu ve hükmüne
köleleştirebilme; kendi düşüncesine ve yasalarına
boyun eğdirebilme peşindedir. Dolayısıyla, sözkonusu
iddiasını, gerçek düzlemde pratiğe dökebilme
sevdasındadır. Bunu diliyle açıkça söylememiş
olabilir belki ama, uygulamaları bu noktada sözden çok daha
güçlü bir kanıt ve gösterge durumundadır.
Tağut ancak, insanların yüreklerinde dosdoğru
din ve gerçek inançtan eser kalmadığı sırada
ortaya çıkıp varlığını sürdürebilir.
Hükmün sadece Allah'a ait olduğu; zira kulluğun sadece
bir olan Allah'a yapılması gerektiği; kulluğun
hükme boyun eğmek anlamına geldiği; bunun
aslında kulluğun bir göstergesi olduğu vb. esaslar
insanların inançlarında gerçekten yer ettiği
zaman tağutun varlığını sürdürebilmesi
asla mümkün değildir.
Yusuf, iki arkadaşının kafalarını
kurcalayan konuyla bağlantılı olarak konuşmaya
başlayıp, onlara vermek istediği öğütü
mükemmel bir biçimde noktalıyor. Sonra da, tüm söz ve açıklamaları
için onlara daha da güven verebilmek için, öğüdünü
bitirir bitirmez, rüyalarının yorumunu da hemen
yapıveriyor:
|
|
O |
|
O |
|