Bana olayların nasıl noktalanacağını
kestirebilmemi, rüyaları yorumlayabilmemi sağladın.
Bu ise, bilgi noktasında bana lûtfettiklerindendi. Tüm
bunlar senin nimetlerin, senin lütuflarındı Rabbim!
Onları bir bir hatırlıyor, sayıyorum...
"Ey göklerin ve yerin yaradanı!"
Yeri de gökleri de tek bir sözünle yaratıverdin. Bu
noktada her şey de senin elindedir. Yer de, gökler de,
oralarda yaşayanlar da senin gücüne hiçbir biçimde karşı
koyamaz...
"Gerek dünyada, gerek ahirette tek dayanağım
sensin.." Tek destekçim, tek yardımcım sensin...
Rabbim, senin lütuflarının, senin gücünün
göstergesidir tüm bunlar. Rabbim senden ne yöneticilik, ne sağlık,
ne de mal mülk istiyorum! Benim senden istediğim, tüm
bunlardan daha kalıcı, daha özenilesi bir şeydir:
"Canımı müslüman olarak al ve beni iyi kulların
arasına kat.."
Böylece makam ve mevki de, yöneticilik de, yeniden buluşma
sevinci de, ailenin biraraya gelişi de, kardeşlerinin
kaynaşması da hepsi geride kalıp gözden kayboluyor.
Tüm görüntü sadece son sahneyle kaplanıyor: Bir kul sade
bir birey olarak Rabbine el açmış; O'ndan müslümanlığını
ölene dek korumasını, canının müslüman
olarak alınmasını; ahirette iyi kullar arasına
katılmasını dilemektedir.
Hz. Yusuf son sınavda da mutlak
başarısının göstergesidir bu!..
Hz. Yusuf kıssasının bitiminin ardından
burada kıssanın değerlendirilmesine ilişkin
ayetler başlıyor. Sözkonusu değerlendirmelere,
giriş bölümünde surenin tanıtma yazısı
sırasında da değinmiştik. Bu
değerlendirmelerin yanısıra bilinen bugünün ardındaki
bilinmeyen gayba, geçmiştekilerin izlerine, yüreklerin en
derindeki köşelerine, evrenin sayfalarına ilişkin
esin yüklü turlara, değişik değinilere ve çeşitli
yaklaşımlara da yer veriliyor. Bunları suredeki
sıralarına göre gözden geçirelim. Bu sıralamanın
belirli bir amacı olduğunu da vurgulamamız gerekir.
SONUÇ
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- doğup büyüdüğü,
ardından da peygamber olarak görevlendirildiği toplumda
bu kıssa bilinmiyordu. Üstelik, ancak olayı
yaşamış kahramanlarca bilinebilecek sırlarla yüklü
bir kıssaydı bu. Tüm bu sırlar, tarihin
derinliklerine gömülüp gitmiş durumdaydı. Nitekim
Allah da surenin başında peygamberine şöyle
buyurmuyor muydu?
"Biz bu Kur'an'ı sana vahyetmekle sana
kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en
güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu hikâyeleri hiç
bilmiyordun."
İşte yine kıssanın
tamamlanmasının ardından gelen ve de
kıssayı noktalayan ayetle, başlangıçtaki
sözkonusu ayete gönderme yapılıyor:
Sana anlatılan sözkonusu kıssalar, senin
bilemediğin gayba ilişkin haberlerdir. Ancak biz
bunları sana vahiy yolu ile bildiriyoruz. Bunların vahiy
oluşunun kanıtı, bunların senin için başlangıçta
bir gayb, yani bilinmedik bir olay durumunda bulunmasıdır.
Nitekim Hz. Yakub'un oğulları biraraya gelip
toplandıklarında, anlaştıklarında,
kıssada yer yer sözü edilen tuzakları
kurduklarında, sen onların yanında değildin.
Onlar, kardeşleri Yusuf'un da babaları Hz. Yakub'un da
başına çorap örmüşlerdi. Daha sonra diğer
kardeşleri de ellerinden alındığında,
sadece kendi başlarının çaresine bakarak, yine
yapacaklarını yapmışlardı. Zira bu
noktada da, kendi başlarının çaresine bakma adı
altında, örülen yeni bir çorap sözkonusuydu. Ayrıca
gerek kadınlar, gerekse Hz. Yusuf'u hapse tıkan saray
erkânı da Hz. Yusuf'un başına çorap örmüşlerdi.
Evet, tüm bunlar olup bitmişti, ama sen bunları
onların arasında yaşayıp bizzat görmüş
değildin ki, bu denli ayrıntısıyla
anlatabilsin! Dolayısıyla bu anlatılanlar, ancak ve
ancak bir vahiydir! Nitekim bu sure, kıssanın çeşitli
aşamalarında İslâm inancının ve dininin
kimi meselelerini açıklığa kavuşturmanın
yanısıra, sözkonusu gerçeği kesinkes ortaya
koymak üzere indirilmiştir.
İNKÂR VE AZAB
Kıssaların vahyedilmesi, bunların ancak bir
vahiy ürünü olabileceği gerçeğinin kesinkes ortaya
konması, ayetlerde insanı yürekten etkileyen değiniler
ve dikkat çekmeler karşısında insanların bu
Kur'an'a iman etmeleri gerekirdi. Zira o insanlar ki
Peygamberimizi bizzat görmekte, onu her yönüyle tanımakta
ve onu bizzat dinlemekteydiler. Ne var ki, insanların çoğu,
inanıp imana gelmezler. Onlar, içinde yaşadıkları
evrenin dört bir yanını sarmış bulunan
Allah'ın ayetleri karşısında da yine tam bir
vurdumduymazlık içindedirler! Allah'ın evrendeki
ayetleri karşısında bile, ne dikkat etme
gereği duyarlar ne de bunların yüklü olduğu,taşıdıkları
anlamları kavramaya çalışırlar! Onlar,
karşısında açık duran bir sayfadan yüz
çeviren, dolayısıyla da önünde ne bulunduğunu göremeyen
bir kimseden farksızdırlar. Bekledikleri nedir acaba? Hiç
farkında olmadıkları bir anda, Allah'ın
azabının hepsini birden çarpıp götürüvermesini
mi bekliyorlar.