94- Eğer sana indirdiğimiz bilgilerden kuşku
duyuyorsan, senden önceki kutsal kitap okurlarına sor. Sana
Rabbinden kesinlikle gerçek geldi, sakın
kuşkulananlardan olma.
95- Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma,
yoksa hüsrana uğrayanlardan olursun.
96- Haklarında Rabbinin hükmü kesinleşenler asla
iman etmezler.
97- Onlara bütün uyarıcı mesajlar gelse bile. Ancak
acıklı azabı görünce iman ederler.
98- Keşke sözkonusu yıkıma
uğramış şehirlerden herhangi biri iman etseydi
de, imanının yararını görseydi! Yalnız
Yunus'un soydaşları hariç. Onlar iman edince, dünya
hayatında burun buruna geldikleri perişan edici
azabı başlarından kaldırdık ve
kendilerine belirli bir süre daha yaşama fırsatı
tanıdık.
99- Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde yaşayanların
hepsi tümü ile iman ederdi. O halde insanları sen mi
zorlayacaksın da iman edecekler?
100- Allah'ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması
sözkonusu değildir. Allah, aklını
kullanmayanları en yüz kızartıcı iğrençliğin
kucağına atar.
101- Onlara de ki; "Göklerde ve yerde neler olduğuna
bakınız. " Fakat ibret verici belgelerin ve
uyarıların iman etmeyenlere hiçbir yararı olmaz.
102- Onlar kendilerinden önce gelip geçen toplumların
yaşadıkları acı günlerden başka bir sonuç
mu bekliyorlar? Onlara de ki; "Bekleyiniz bakalım, ben
de sizinle birlikte bekleyenlerdenim. "
103- Sözkonusu toplu afetlerden sonra peygamberlerimizi ve
iman edenleri kurtarırız. Mü'minleri kurtarmak böylece
üzerimize borçtur.
Geçen bölümde son olarak ehli kitabın bir kesimini
oluşturan ve Hz. Nuh ile toplumu arasında geçen kıssayı
bildikleri gibi, Hz. Musa ile toplumu arasında geçen kıssayı
da bilen ve bunları kitaplarında okuyan
İsrailoğulları'ndan söz edilmişti. Burada ise
hitap Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
yöneltilmektedir. Eğer bu kıssalar ve başka
konularda kendisine gönderilen bilgilerden bir kuşkusu varsa,
kendisinden önceki kitapları okuyanlara sorsun, onlar
okudukları kitaplardan bu konularda bilgi sahibi olmuş
kimselerdir:
"Eğer sana indirdiğimiz bilgilerden kuşku
duyuyorsan senden önceki kutsal kitap okurlarına sor. Sana
Rabbinden kesinlikle gerçek geldi, sakın
kuşkulananlardan olma.
Fakat Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ın
kendisine göndermiş olduğu vahiyden şüphe
etmiyordu. Nitekim bu konuda ondan gelen rivayette deniyor ki:
"Ne şüphe ederim, ne de sorarım!" Öyleyse
neden, "eğer şüphe ediyorsa sorsun" diye ona
böyle direktif verilmişti. Çünkü arkasında şöyle
bir ifade yeralıyordu, "Sana Rabbinden kesinlikle gerçek
geldi." Bu ifade onun kesin inancı için yeterli değil
miydi?
Şu kadar var ki, böyle bir direktifin daha köklü
anlamları vardır. Çünkü miraç olayından sonra,
"Mekke'de büyük sıkıntılar, zorluklar ve
krizlerle karşılaşılmıştı.
Hatta bazı müslümanlar bu olayı
onaylamadıkları için dinden dönüş
yapmışlardı. Hz. Hatice ve Ebu Talip de vefat
etmişti. Allah'ın elçisine -salât ve selâm üzerine
olsun- ve onunla birlikte olanlara karşı zulüm ve işkence
daha da artmıştı. Kureyş'in inatçı
tutumu nedeniyle islâm çağrısı, Mekke'de
yaklaşık olarak donmak üzere idi... Doğal olarak bütün
bu olumsuz gelişmeler Peygamber'in -salât ve selâm üzerine
olsun- kalbinde birtakım olumsuz etkiler
bırakıyordu. İşte bu nedenle yüklü
mesajlarla dolu sözkonusu kıssalardan sonra yüce Allah, bu
kesin ve pekiştirici ifade ile onu teselli ediyordu:
Sonra bu aynı zamanda, şüpheci, kışkırtıcı
ve yalanlayıcıların eleştirildiği bir
kınamadır:
"Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma,
yoksa hüsrana uğrayanlardan olurs
un."
Bu eleştiri onlardan geri dönmek isteyenlerin dönüş
yapabilmeleri için bir fırsat tanımaktadır.
Çünkü burada Allah'ın elçisine -salât ve selâm üzerine
olsun bile, eğer şüphe ediyorsa şüphesini
gidermesi için izin verilmiştir. Fakat o, ne şüphe
etmiş, ne de sormuştur. Demek ki o, kendisine gelen gerçek
hakkında tam bir inanç ve güvene sahiptir. Bu da diğerlerinin
şüphe etmemeleri için tereddütlü davrananlardan olmamaları
için bir mesaj niteliğindedir.
Ayrıca bu, yüce Allah'ın islâm ümmeti için
belirlediği bir metoddur. Onlar kesin güvenmedikleri
konularda zikir (bilgi) sahiplerine soracaklardır.
İsterse bu konu inanç sisteminin en önemli, en özel
konularından biri olsun. Çünkü müslüman inanç sistemi
ve bunun uygulaması olan hukuk sistemi konusunda kesin bir
inanç sahibi olmakla, araştırma ve kesin bilgiye
varmadan taklitçiliğe dayanmamakla yükümlüdür.
Sonra şüphe esnasında böyle bir soru sormanın
normal karşılanması ile, kuşkulananlardan olma
emri arasında herhangi bir çelişki var mıdır?
Burada hiçbir çelişki yoktur. Çünkü burada yasak edilen
şey, kuşkulanmak ve bu kuşkulu hal üzere devam
etmektir. Sürekli halde "kuşkulananlardan olma"
sıfatını üzerinde taşımaktır. Kesin
bilgiye ulaşmak için harekete geçmemektir. Böyle bir
durumda olmak basitliktir. İnsanı kesin bilgiye
ulaştırmaz. Gerçeklerden yararlanmasına yol vermez
ve kişiyi kesin bilgiye ulaştırmaz.
Şu halde madem ki peygambere gönderilen vahiy hiçbir kuşkuya
yer vermeyen gerçeklerin ta kendisidir, öyleyse; bu kesimin
yalanlamada ısrar etmelerinin ve bu konuda halâ
diretmelerinin nedeni nedir'! Bunun sebebi açıktır.
Allah'ın hükmü ve yasası gereğince kim doğru
yola ileten sebeplere, şartlara riayet etmezse, doğru
yola ulaşamaz. Aydınlığı görmek için
gözünü açmayan onu göremez. Kim alıcı yeteneklerini
çalıştırmazsa onların işlevlerinden
yararlanamaz. Allah'ın ayetlerine, belgelerine ve
mucizelerine rağmen sonuçta sapıklığa düşecektir.
Çünkü o, Allah'ın ayetlerinden ve belgelerinden
yararlanmamıştır. Bu durumda Allah'ın hükmü
ve yasası onların aleyhine işleyecek ve hüküm
onlara uygulanacaktır:
"Haklarında Rabbinin hükmü kesinleşenler asla
iman etmezler." "Onlara bütün uyarıcı
mesajlar gelse bile. Ancak acıklı azabı görünce
iman ederler."
Acıklı azabın geldiği sırada iman
etmeleri onlara fayda vermez. Çünkü böyle bir inanç,
bilinçli bir tercihten kaynaklanmış olamaz. Sonra bu
imanın gereğinin hayatta gerçekleşmesi için bir fırsat
da kalmamıştır. Zaten bundan az önce, bu realiteyi
destekleyen bir sahne gözlerimizin önüne getirilmişti:
Firavun'un suda boğulmak üzere iken, "İsrailoğulları'nın
inandıkları ilahtan başka ilah
olmadığına inandım. Ben de O'na teslim
olanlardan (müslümanlardan) biriyim" demesi sahnesi...
Orada kendisine karşılık verilmişti:
"Şimdi mi aklın başına geldi? Daha
önce Allah'a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan
biri olmuştun."
İnsanın bilinçli tercihi sonucunda, Allah'ın
genel yasalarının kesin biçimde hareket ettiğini,
kendileri için belirlenmiş olan sonuca doğru sistemli
bir şekilde işlediklerini ortaya koyan bu açıklamadan
sonra, son kurtuluş umutlarını,n kendisinden süzülüp
geldiği bir pencere açılıyor. Yeter ki,
azabın ve cezanın gerçekleşmesinden az önce
yalanlayıcılar kendi yalanlamalarından vazgeçsinler:
"Keşke sözkonusu yıkıma
uğramış şehirlerden herhangi biri iman etseydi
de, imanın yararını görseydi! Yalnız Yunus'un
soydaşları hariç. Onlar iman edince dünya hayatında
burun buruna geldikleri perişan edici azabı
başlarından kaldırdık ve kendilerine belirli
bir süre daha yaşama fırsatı tanıdık."
Bu maziden sürüklenip gelen bir teşvik
niteliğindedir ve içeriğinin gerçekleşmediğini
ifade eder:
"Keşke sözkonusu yıkıma
uğramış şehirlerden herhangi biri iman
etseydi."
Biraz önce sözü edilen şehirlerden biri. Fakat
şehirler iman etmediler. Onlardan ancak çok küçük bir
grup iman etmişti. Dolayısıyla o şehirlerin
onların egemen sıfatı, imansızlık
sıfatıdır. Bu kuralın dışına
tek bir kasaba çıkabilmiştir. Burada kasabadan maksat,
toplumdur. Toplumun burada kasaba şeklinde
adlandırılması gösteriyor ki, peygamberlik
misyonunu taşıyan peygamberler, göçebe hayatı
yaşayan kitlelere değil, uygar kentlerde yaşayan
toplumlara gönderilmişlerdir. Surenin akışı içinde
Yunus ve toplumun kıssasına detaylı olarak yer
verilmiyor. Sadece sonucuna bu şekilde işaret ediliyor.
Çünkü burada önemli olan ve gösterilmek istenen, sadece onun
sonucudur. Dolayısıyla biz de, bu olayın
detayına girmeyeceğiz. Bu konuda Yunus toplumunun
Allah'ın horlayıcı azabı ile tehdit
edildiğini, fakat onların son anda azabın gerçekleşmesine
ramak kala iman etmelerinin Allah'ın cezasını
başlarından savdığını, belirlenen süreye
kadar hayat nimetinden yararlandıklarını,
şayet iman etmeyecek olsalardı, Allah'ın
insanların eylemleri üzerinde etkileri işleyen
yasalarına uygun olarak cezaya çarptırılacaklarını
anlamamız yeterlidir. Allah'ın bu yasaları,
insanların eylemlerine göre etkisini gösterecek biçimde
belirlenmiştir. İşte bu anlayış iki
önemli gerçeği anlamamıza yetecektir.
1- Yalanlayıcıları son anda da olsa
kurtuluşun iplerine sarılmaya yöneltmek için
ürpertmek. Umulur ki, Hz. Yunus'un milletinin son anda Allah'ın
dünya hayatındaki horlayıcı azabından
kurtulduğu gibi kurtulurlar. İşte surenin bu bölümünde
de, bu kıssaya yer verilmesinin temel amacı budur.
2- Bu azabın kaldırılması ile
Allah'ın yasası durdurulmamış ve iptal
edilmemiştir. Hz. Yunus'un kavmine bir süre daha yaşam
hakkı tanımıştır, ama ilahi yasalar aynen
işlemiş ve uygulanmaya devam etmiştir. Yüce Allah'ın
işleyen yasasına göre eğer onlar Allah'ın
azabı gelinceye kadar yalanlamakta ısrar etselerdi, yok
edileceklerdi. Fakat onlar daha ceza gelmeden dönüş
yaptıkları için, bu dönüşün bir sonucu olarak
yasalar onların kurtulması yönünde işlemiştir.
Öyleyse insanın eylemlerinde herhangi bir dış
zorlama sözkonusu değildir. Sadece insanın bu
eylemlerinin sonuçlarına katlanması bir zorunluluktur.
İşte bunun için küfür ve imanla ilgili kapsamlı
bir kurala yer verilmektedir:
"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde yaşayanların
hepsi tümü ile iman ederdi. O halde insanları sen mi
zorlayacaksın da iman edecekler?
"Allah'ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması
sözkonusu değildir. Allah aklını
kullanmayanları da en yüz kızartıcı
iğrençliğin kucağına atar."
Şayet Rabbin dileseydi şu insanlık türünü başka
şekilde yaratırdı. Melekler gibi o da bir tek
yoldan, iman yolundan başkasını
tanımazdı. Veya herkese aynı yetenekleri verirdi.
Bu yetenekler bütün insanları teker teker imana götürürdü.
Yine eğer Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek
noktaya zorlar ve onları zorla buraya sevkederdi. Onlara hiçbir
seçme yeteneği ve irade vermeyebilirdi. Fakat hikmetinin
bazı yönlerini kavrayıp bazılarını
kavramadığımız yaratıcı olan yüce
Allah'ın hikmeti, insan denen şu varlığın
hem iyiliği, hem de kötülüğü, hem doğru yolu,
hem de sapıklığı kabul edebilecek bir
yeteneğe sahip olmasını gerektirmiştir.
Şu veya bu yolu tercih edebilme gücünü vermeyi uygun
görmüştür. Bu hikmetin gereği olarak insan, kendisine
Allah tarafından verilmiş bulunan yetenekleri,
duyguları ve kavrayışları güzel şekilde
kullanır ve onları evrendeki ve insanın bünyesindeki
hidayetin delillerini kavramaya ve peygamberlerin getirmiş
bulunduğu mucizeleri ve belgeleri anlamaya yönlendirebilse o
kişi, neticede iman eder. Ve bu iman ile kurtuluş yolunu
bulur. Tam tersine kendisine verilen duyguları
kullanmadığında, kavrayışını
kapattığında, imana götüren delillere yönelmediğinde
kalbi katılaşır, aklı donuklaşır,
sonuçta ilahi mesajı yalanlamaya veya onu inkâra kalkışır.
Bunun sonucu olarak da, Allah'ın yalanlayıcılar ve
inkârcılar için belirlemiş olduğu cezaya çarptırılır.
Bizim kavrayamadığımız hikmetin
olmadığı anlamına gelmez.
Öyleyse iman tamamen insanın tercihine
bırakılmıştır. Peygamber kimseyi imana
zorlamaz. Çünkü kalbin eylemlerine, vicdanın yönelişlerine
baskı yapma imkânı yoktur.
"O halde insanları sen mi zorlayacaksın da iman
edecekler?"
Bu olumsuz bir sorudur. Çünkü böyle bir zorlama sözkonusu
olamaz.
"Allah'ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması
sözkonusu değildir."
Az önce açıkladığımız yasanın
gereği olarak, imana götürmeyen bir yolda yürüye yürüye
insan imana ulaşamaz. Bu demek değildir ki, insan iman
etmek istediği ve imana ileten yolda yürüdüğü halde
Allah kendisini ondan alıkoyar. Ayeti kerimenin ifade
ettiği bu değildir. Burada ifade edilmek istenen
şudur: İmana ulaşmanın yolu Allah'ın
iznine ve yasasına uygun bir şekilde onu elde etmeye
çalışmak, genel yasasına uyarak, belirlenen yolunu
izleyerek ona varmaktır. Bu genel yasa ve izin gözönünde
bulundurularak gerçekleştirilen bir iman isteği
sonucunda Allah yolunu gösterir ve kendi izniyle imanın gerçekleşmesine
izin verir. Çünkü meydana gelen her şey ancak
Allah'ın özel izniyle, belirlemesi ile gerçekleşebilir.
İnsanlar ancak yolda yürüyebilirler. Yüce Allah da onların
yollarının sonucunu bilir. Allah, yolunda doğruya
ulaşmak için harcamış oldukları çabanın
karşılığını verir.
Ayeti kerimenin son kısmı bu gerçeği dile
getirmektedir.
"Allah aklını kullanmayanları en yüz kızartıcı
iğrençliğin kucağına atar."
Akıllarını düşünmekten alıkoyanlar
pisliğe bulaşmış kimselerdir. Ayeti kerimede
geçen "rics" kavramı, soyut pisliklerin en kötüsüdür.
İşte onlar kendi duygularını düşünmekten
ve muhakeme etmekten alıkoydukları için, bu pisliğin
kucağına atılacaklardır. Çünkü onlar, bu
eylemleri neticesinde yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra
kalkışmışlardır.
Belgelerin ve uyarıların iman etmeyenlere hiçbir
fayda sağlamayacağı olgusu da, bu gerçeği
daha açık olarak ortaya koymaktadır. Göklerde ve
yeryüzünde bu ayetler ve belgeler gözlerinin önüne serilmiş
bulunmalarına rağmen, onlar bunları düşünmemektedirler:
"Onlara de ki; "Göklerde ve yerde neler olduğuna
bakınız."
Fakat ibret verici belgelerin ve uyarıların iman
etmeyenlere hiçbir yararı olmaz.
Bu ayetin sonunda soru işareti ve noktanın yer
alması arasında fark yoktur. İkisi de aynı
kapıya çıkar. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her
şey ayetlerle dolup taşmaktadır. Ne var ki, ayetler
ve uyarılar iman etmeyenlere fayda vermez. Zira onlar her
şeyden önce bu ayetler üzerinde kafa yormuyorlar ve onlar
üzerinde düşünmüyorlar. Bu bölümün sonuna geçmeden
önce yüce Allah'ın şu ayeti üzerinde biraz durmak
istiyoruz.
"Onlara de ki; "Göklerde ve yerde neler olduğuna
bakınız" fakat ibret verici belgelerin ve
uyarıların iman etmeyenlere hiçbir yararı
olmaz."
Kur'an ile ilk defa muhatab olanlar, göklerde ve yerde bulunan
varlıklar hakkında bilimsel değer ifade eden çok
az şey biliyorlardı. Fakat defalarca işaret
ettiğimiz gibi, insanın fıtratı ile içinde yaşadığı
bu evren arasında gizli, fakat yeterli bir anlaşma dili
vardır. Bu değişmeyen bir realitedir.
İşte bu realiteye bağlı olarak insanın
fıtratı açılır ve uyanırsa, bu evrenin
sesine kulak verir ve ondan çok şey öğrenir
Kur'an-ı Kerim'in insanın zihninde islâm düşüncesini
oluşturmada kullandığı metod, göklerdeki ve
yerdeki gerçeklere dayanmaktadır. Evrenden birtakım
mesajlar almaya çalışmaktadır. İnsanın gözünü
kulağını ve aklını ona yöneltmektedir.
Fakat bunu yaparken ondaki ahengin ve dengenin yapısını
bozmaz. Bu evreni, insanda Allah'ın etkisini yapacak bir ilah
konumuna da sokmaz! Kırık kanatlarla uçmaya çalışan
gözleri kapalı materyalistlerin durumuna düşmez. Onlar
bu kırık kanatla uçmayı "bilimsel" bir görüş
olarak adlandırıyor ve bunun üzerine sosyal bir düzen
kurmaya çalışıyorlar! Buna da, "Bilimsel
Sosyalizm" adını veriyorlar! Doğal olarak gerçek
bilim bu tür yakıştırmaların hepsinden
uzaktır!
Göklere ve yeryüzü üzerindeki varlıklara bakmak,
insanın kalbini ve aklını birtakım duygular ve
düşüncelerle besler. Birtakım kabullenmeler ve
etkilenmeler başlar. Varlığı daha geniş
bir şekilde algılama ve bu varlıkla
karşılıklı bir sevgi ve uyuma girmekle
besler... Bunların hepsi insanın bünyesini; Allah'ın
varlığını, Allah'ın yüceliğini,
Allah'ın idaresini, Allah'ın otoritesini, Allah'ın
hikmetini ve Allah'ın ilmini, bilgisini aşılar, kâinatın
etkili mesajları ile doldurur.
Zaman geçiyor. İnsanın bu evrene ilişkin
bilimsel kültürü de gelişiyor. Eğer insan bu bilimsel
kültürün yanında, Allah'ın nuru ile doğru yolu
bulan birisi ise, bu bilgiler ve evrene ilişkin düşünceden,
onunla tanışmasından, yakınlık
kurmasından, onunla beraber deneyimler edinmesinden ve
birlikte Allah'a hamdedip O'nu tenzih etmesinden, insan bünyesinin
elde ettiği ürüne bir azık ilave edecektir: "Kâinatta
hiçbir varlık yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin.
Şu kadar var ki, siz
onların
tesbihlerini anlamazsınız." (İsra Suresi, 44)
Her şeyin Allah'ı övdüğünü ve O'nu kutsadığını,
kalbi Allah'a ulaşan insandan başkası anlayamaz.
Yok eğer bu bilimsel kültür imanın
aydınlığı ve şenliği ile beraber
değilse, o zaman kötü-sapık olan insanların
sapıklığını daha da arttırır.
Onları daha fazla Allah'tan uzaklaştırır.
İmanın şenliğinden,
aydınlığından, açık yürekliliğinden,
doyumundan mahrum eder!
"Onlara de ki; "Göklerde ve yerde neler olduğuna
bakınız." Fakat aklını
kullanmayanları en yüz kızartıcı iğrençliğin
kucağına atar."
Kalpler kapandıktan, akıllar dondurulduktan,
alıcı-verici cihazların fonksiyonu sekteye
uğratıldıktan, bir bütün olarak insanın bünyesi
bu varlık aleminden perdelendikten, O'nun övgüde bulunan ve
tesbih eden mesajlarına kulak vermedikten sonra, ayetlerin
(belgelerin) ve uyarıların ne yararı
olacaktır?
"Kur'an-ı Kerim'in ilahlık gerçeğini
tanıtmada kullandığı metod evreni ve
hayatı bir vitrin olarak kullanır. Burada uluhiyet gerçeğini
tüm algılama yönleriyle O'nun varlığı ve gözetimi
ile doldurur. Bu metod, yüce Allah'ın
varlığını tartışılması
gereken bir mesele olarak ortaya koymaz. Çünkü Allah'ın
varlığı, Kur'an'ın bakış açısı
ve realiteye dayalı gözlem ile üzerinde hiçbir zaman tartışmaya
yer bırakmayacak kadar insanın kalbini tümü ile kuşatır.
Öyle ki, O'nu tartışmak için hiçbir sebep kalmaz.
Kur'an metodu bu nedenle, doğrudan doğruya Allah'ın
varlığı hakkında bütün evrende serpiştirilmiş
bulunan izlerinden söz etmeye başlar. Ve bu
varlığın insanın vicdanında ve
insanın hayatında zorunlu olan gerekleri üzerinde
durur.
Kur'an-ı Kerim'in metodu bu çizgiyi izlerken, doğrudan
doğruya insanın oluşumunda yeralan köklü bir
gerçeğe dayanır. Bu gerçek de şudur: Her
şeyi yaratan Allah'tır ve O, yarattığı
varlıkları en iyi bilendir.
"Gerçekten insanı biz yarattık ve onun nefsinin
kendisine neler fısıldadığını
biliriz." (Kehf Suresi, 16)
"İnsanın fıtratı, öz itibarı ile
bir dine ve bir ilahın varlığına inanmaya
muhtaçtır. Hatta insanın fıtratı
sağlıklı çalıştığında ve
doğru bir istikamete yöneldiğinde, içinin
derinliklerinde bu tek olan ilaha doğru bir yöneliş
olduğunu ve yine bu tek ilahın varlığına
doğru güçlü bir duygunun kendisini çektiğini
kavrayacaktır. Sağlıklı bir inanç sisteminin
görevi, insan fıtratının bir ilaha ihtiyacı
olduğu ve O'na yönelmesi gerektiği bilincini yaratmak
değildir. Çünkü bu duygu, insanın
fıtratında zaten köklü bir şekilde
yeralmaktadır. Böyle bir inanç sisteminin görevi insanın
ilahına ilişkin düşüncesini düzeltmek ve ona
kendisinden başka ilah bulunmayan gerçek ilahını
tanıtmaktır. Onu bütün gerçekliği ve
sıfatları ile tanıtmaktır. Yoksa onun
varlığını ve ispatını yapmak
değildir. Sonra bu ilahın
ilahlığının gereklerini ve hayatta
getirmiş olduğu zorunlulukları
tanıtmaktır. İlahlığın getirmiş
olduğu bu temel zorunluluklar O'nun Rububiyeti, üstünlüğü
ve hakimiyetidir. Allah'ın varlığı gerçeğinden
şüpheye düşmek veya bu gerçeği inkâr etmek
insanın bünyesinde apaçık bir bozukluğun,
doğuştan gelen alıcı-verici cihazların
bozulduğunun kesin delilidir. Bu tür bozukluklar ise tartışma
ile tedavi edilip giderilemez. Bu hastalıkları tedavi
etme yolu bu değildir."
"Şüphesiz ki, bu evren mü'min ve müslüman bir
evrendir. Yaratıcısını bilir ve O'na boyun
eğer. Evrendeki her şey ve bütün canlılar O'na
övgüde bulunur ve O'nun kutsallığını itiraf
eder. Yalnız bazı insanlar hariç! "İnsan"
da, her tarafından insanın ve islâmın
yankılarının, Allah'ı kutsamanın ve O'na
secde etmenin yankılarının çınlattığı
bu evrenin içinde yaşar. Hatta insanın bünyesinde
yeralan bütün atomlar ve hücreler de, yankılanan bu iman
ve islâma katılırlar. Doğal olan fıtri
hareketinde Allah'ın belirlemiş olduğu yasalara
boyun eğerler. Fıtratının bütün bu yankılamaların
bilincinde olmayan, bizzat kendi bünyesindeki bu ilahi yasaların
mesajlarını algılayamayan, fıtri olan
cihazları ile evrendeki bu dalgaları alamayan bir insan
bünyesi, fıtri olan alıcı-verici
cihazlarının bozulduğu bir insan bünyesidir. Dolayısıyla
onun kalbine ve aklına tartışma ile
ulaşmanın hiçbir yolu yoktur. Böyle bir bünyeyi
tedavi etmenin tek yolu orada alıcı ve verici
cihazları harekete geçirmeye çalışmaktır.
Onun bünyesindeki yeralan fıtratın gizli yeteneklerini
coşturmaya yönelmektir. Belki bu yolla harekete geçer ve
yeniden çalışmaya başlar."
Duyguların, kalbin ve aklın göklerdeki ve yerdeki
varlıkları incelemeye yöneltilmesi Kur'an metodunun
insanın kalbini diriltmek için başvurduğu
vasıtalardan biridir. Belki bu yolla bu organların
nabzı atar ve harekete geçer. Kendilerine gönderilen
mesajları almaya ve karşılıklarını
vermeye başlarlar!
Ne var ki, peygamberlerin mesajlarını yalan sayan
şu cahiliye Arapları ve benzerleri, ne düşünebilmekte,
ne de verilen mesajlara karşılık vermektedirler.
Öyleyse onlar neyi bekliyorlar?
Allah'ın yasasında değişme ve gecikme
olmaz. Yalanlayıcıların sonu ise bellidir.
Onların, Allah'ın yasasının gecikmesini
beklemeye hakları yoktur. Yüce Allah onlara bir süre tanıyabilir
ve onları kökten yokedecek cezasını göndermeyebilir.
Fakat yalanlama da ısrar edenler er-geç cezalandırılacaklardır.
"Onlar kendilerinden önce gelip geçen toplumların
yaşadıkları acı günlerden başka bir so
nuç
mu bekliyorlar?"
"Bekleyiniz bakalım, hem de sizinle birlikte
bekleyenlerdenim."
İşte bu, bütün bu tartışmalara son veren
bir tehdittir ve aynı zamanda kalpleri de korkuyla
ürpertmektedir.
Surenin bu bölümü de, tüm peygamberlik misyonlarının
ve bütün yalanlayıcıların varmış
olduğu bir netice ile sonuçlanmaktadır. Bu
kıssalardan ve bu değerlendirmeden alınması
gereken ibret ile sona ermektedir.
"Sözkonusu toplu afetlerden sonra peygamberlerimizi ve
iman edenleri kurtarırız. Mü'minleri kurtarmak, böyle
üz
erimize
borçtur.'
Bu yüce Allah'ın kendisi için belirlemiş
olduğu bir hükümdür. Böylece mü'min tohum muhafaza altına
alınacak, filizlenecek, bütün eziyetlere ve tehlikelere,
yalanlamalara ve işkencelere rağmen, kurtuluşa
erecektir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Nitekim surede
aktarılan kıssalar bunun en açık delilidir. Bundan
sonra da böyle olacaktır. Mü'minler bu konuda rahat
olsunlar...
SURENİN SONU
İşte bu surenin sonudur. Değişik ufuklara açılan
gezintilerin de son durağıdır. Bu gezintilerle biz
sanki evrenin ufuklarına açılmış insan
ruhunun çeşitli yönlerinde dolaşmış, düşünce,
bilinç ve duygu alanlarında uzun seyahatlere çıkıp
geri dönmüş olduk. Uzun ziyaretlerden, elde ettiğimiz
büyük ürünlerden dağarcığımızın
dolmasından dolayı öyle yorgun argın hale düşmüş
gibiyiz!
İnanç sisteminin en önemli meseleleri konusunda birkaç
gezintiyi kapsayan surenin sonu budur işte. Bu önemli
meseleler şunlardır: İlahlık birliği,
üstünlük birliği, hakimiyet birliği, ortakların
ve şefaatçıların reddedilişi, bütün emir ve
yetkinin yalnız Allah'a havale edilmesi hiç kimsenin değiştirme
veya başka tarafa çevirme yetkisinin bulunmadığı,
Allah'ın belirlenmiş yasaları vahiy ve vahyin gerçekliği,
vahyin ortaya koymuş olduğu arı-duru gerçek ahiret
günü ölümden sonra diriliş ceza ve mükafaat konusunda eşsiz
adalet...
Bu surenin bir bütün olarak işleyip durduğu, açıklamak
için kıssalar aktardığı, netleştirmek için
de örnekler verdiği inanç sisteminin ana ilkeleri bunlardır.
Evet bütün bunların hepsi bu son bölümde özetleniyor.
Burada peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu inanç
sistemini bütün insanlara ilan etmekle yükümlü tutuluyor.
Onların kesin ve son sözünü söylemesini emrediyor:
Hüküm verenlerin en iyisi olan Allah, hükmünü verene kadar,
Peygamber, bu çizgide ilerleyeceğini ve bu dosdoğru
yolunda yürüyeceğini açıkça ilan etmekle
emrediliyor...