ALLAH'A EVLAT İSNAD ETME
68- Müşrikler `Allah evlât edindi' dediler. Haşa!
O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde
ne varsa O'nundur. Bu konuda elinizde hiçbir kanıt yoktur.
Nasıl oluyor da Allah hakkında bilmediğiniz bir
şeyi söyleyebiliyorsunuz!
69- De ki; "Allah hakkında yalan uyduranlar
kesinlikle iflah olmazlar.
70- Dünyada geçici bir yarar sağlarlar, arkasından
dönüşleri bizedir, sonra gerçekleri inkâr etmelerinin karşılığı
olarak onlara ağır bir azap tattırırız.
Yüce Allah'ın çocuğu olduğuna inanmak, gerçekten
çok saçma bir inançtır. Düşüncedeki bir aksaklıktan
kaynaklanmaktadır. Bu düşünce ezeli ve ebedi olan
ilahi özellikler ile, fani bir yaratık olan insanın
özellikleri arasındaki korkunç farkı kavramaktan aciz
kalmaktadır. Bu düşünceye saplananlar ayrıca fani
varlıkların doğum yolu ile
varlıklarını devam ettirmelerindeki yasanın
hikmetini de anlamakta güçlük çekiyorlar. Halbuki bu varlıklarda
birtakım noksanlıklar ve yanlışlıklar
bulunduğundan, nesillerini devam ettirmek için doğal
bir eksiği tamamlamaktadır ve böyle eksiklikler Allah
için sözkonusu olamaz.
İnsanlar ölürler, fakat hayat Allah'ın
belirlediği zamana kadar sürecektir. Bu zaman doluncaya
kadar yaratıcı olan Allah'ın hikmeti
insanların varlıklarını devam ettirmelerini
gerektirmektedir. Çocuk ise, soyu sürdürmenin bir vasıtasıdır.
İnsanlar yaşlanırken, ihtiyarlar ve zayıf düşerler.
Çocuk, ihtiyar olan gücün genç bir güç ile değiştirilmesidir.
Bu güç, Allah'ın dilediği şekilde yeryüzünü
bayındır hale getirmek, hayatın devamı için
zayıfların ve ihtiyarların yardımına
koşmaya ilişkin fonksiyonunu icra etmek için devreye
girer.
İnsanlar kendilerini kuşatan şartlara
karşı mücadele ederler. İnsanlardan ve
hayvanlardan oluşan düşmanlarına karşı
savaşırlar. Dolayısıyla onlar kendi
aralarında dayanışmak zorundadırlar. Bu tür
durumlarda insana yardım etmeye en yakın olan kişi
çocuğudur.
İnsanlar harcadıkları çabalarla kendileri için
kazandıkları mallarını çoğaltmaya çalışırlar.
Çocuk da, mal kazanmak için sarfedilen çabaya katkıda
bulunur.
Ve buna benzer nice sahalarda bu yardım olayı, yüce
Allah'ın yeryüzünün bayındır hale getirilmesi için
belirlediği hikmeti gereği olarak gerçekleşmektedir.
Belirlenen süre doluncaya ve Allah'ın takdiri yerini
buluncaya kadar, bu böyle devam eder.
Fakat ihtiyaçların hiçbiri Allah'ın kendisi için
sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın ne
varlığını sürdürmeye, ne ihtiyarlığı
sırasında yardımcıya, ne destekçiye, ne mala,
ne de Allah'ın yüce zatı ile ilgili akla gelen ve
gelmeyen başka bir şeye ihtiyacı vardır.
Bu nedenle çocuk sahibi olmasının hikmeti ortadan
kalkar. Zira ilahi yapı, kendi zatı
dışında başka bir varlıkla
bağımlı değildir ki, çocukla bu amaç
gerçekleşsin. Yüce Allah'ın insanların
varlığını devam ettirmeleri için onlara bir
nesil vermesinin hikmeti, onların yapılarının
yetersiz olması ve bu türden tamamlayıcı bir
yardımcıya ihtiyaç duymasıdır. Onların
yapıları zorunlu olarak çocuğa ihtiyaç duyar.
Yoksa mesele anlamsız bir şekilde düzenlenmiş
değildir.
Bu nedenle,
"Müşrikler,
`Allah evlât edindi" dediler" ayetindeki
müşriklerin tavrı şu şekilde reddediliyor:
"Haşa! O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur."
"Haşa!.."
O'nun yüce zatı bu türden zanlardan, anlayışlardan
ve düşüncelerden münezzehtir.
"O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."
Biraz önce sözünü ettiğimiz ve etmediğimiz, akla
gelen ve gelmeyen diğer ihtiyaçlardan tam anlamı ile münezzehtir.
Çocuğun varlığını gerektirecek her
şeyden müstağnidir. Sebepleri oluşturan ihtiyaçlardır.
İhtiyaçsız, hikmetsiz ve amaçsız olarak hiçbir
şey boş olarak varedilmemiştir:
"Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur."
Her şey O'nun mülküdür. Dolayısıyla yüce
Allah'ın çocuk yardımı ile sahip olacağı
hiçbir şey yoktur. Öyleyse O'nun için çocuk sahibi olmak
gereksizdir ve yüce Allah gereksiz şeylerden münezzehtir!
Kur'an-ı Kerim kendi metoduna bağlı olarak, kelâmcılara
ve diğer felsefecilere göre önemli bir konu oluşturan
ilahın yapısı ile insanın yapısı
etrafında teorik tartışmalara girmez. Çünkü
Kur'an-ı Kerim'in metodu olayları fıtrata en
yakın yerinden, realite noktasından ele almaktır.
Konunun bizzat kendisini ele alır. Bazen önümüzdeki hazır
konuları sonsuza kadar ihmal ederek, zamanla bizzat kendisi
bir amaç halini alabilecek diyalektik varsayımlara göre
meseleleri ele almaz!
Kur'an, burada bu kadarlık bir dokunuşla yetiniyor. Böylece
onların pratik hayatlarına, çocuğa olan ihtiyaçlarına,
onların bu ihtiyacı nasıl düşündüklerine,
hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, yerdeki ve göklerdeki
her şeye sahip olan yüce Allah için böyle bir şeyin sözkonusu
olmayacağına dokunuyor. Bu konularda kesin bir kanaata
varabilmeleri veya teorik bir tartışmaya girmeden
onların bütün delillerinin çürütülmesi için, böyle
bir yola başvuruyor. Çünkü teorik tartışma
fıtratın rahatlıkla ve
soğukkanlılıkla kabul edeceği psikolojik
dokunuşun etkisini azaltabilmektedir.
Sonra onları realite ile yüzyüze getiriyor. Bu realite
de onların, iddia ettiklerine kesin bir delil
getiremeyecekleridir. Burada kesin delil, `otorite' olarak
adlandırılıyor. Çünkü kesin delil, bir güçtür.
Kesin delil sahibi güçlüdür, otorite sahibidir:
"Bu konuda elinizde hiçbir kanıt yo
ktur."
Bu söylediklerinizi doğrulayan bir belgeye, kesin bir
delile sahip değilsiniz.
"Nasıl oluyor da Allah hakkında
bilmediğiniz bir şeyi söyleyebiliyorsunuz?"
İnsanın bilmediği şeyi söylemesi yakışıksız
ve küçük düşürücü bir harekettir. Peki bu hiçbir
bilgiye dayanmayan söz, yüce Allah hakkında söylenmişse
durum ne olur? O zaman bu, bütün suçlardan daha büyük bir
suç olur! Her şeyden önce bu, Allah'ın lâyık
olduğu bir şekilde kullar tarafından tenzih
edilmesine ve saygı duyulmasına aykırıdır.
Çünkü bu durumda yüce Allah, sonradan olma, acizlik, noksanlık
ve kusur gibi durumlarla tanıtılmış olur. Yüce
Allah bunların hepsinden çok yüce ve münezzehtir... Sonra
böyle bir anlayış, yaratan ve yaratılan
arasındaki ilişki bakımından da bir
sapıklıktır. Bu aynı zamanda, yaratan ile
yaratılan arasındaki ilişkilerle ilgili düşüncede
de bir sapıklıktır. Bu konudaki sapıklık,
hayatın, insanın ve günlük ilişkilerin hepsine
yansıyacak bir sapıklığa kaynaklık
edecektir. Zira bu konuların hepsi de, bu ilişkilerin
belirlenmesiyle ilgili düşüncenin detaylarını
oluşturur. Putperest düzenlerde, kâhinlerin ve kilisenin
kendileri için yakıştırdığı bütün
otorite ancak, ya yüce Allah ile kızları olan (!)
melekler arasındaki ilişkiye dayalı düşüncelerden
veya yüce Allah ile Meryem'in oğlu Hz. İsa
arasındaki ilişkiye dayalı, `baba' ve `oğul'
ilişkisinden ve ilk günah efsanesinden kaynaklanmıştır.
İlk günah efsanesinden de "günah çıkarma"
(!) meselesi kilisenin, insanları sözde İsa'nın
babasına bağlama meseleleri doğmuştur... Ve
burada sayılamayacak onca mesele, hep bu birinci halkadan,
bozulmadan yani yaratan ile yaratılan arasındaki
ilişkiye ait saplantıdan kaynaklanmıştır.
Bunların bozulması ile hayatın her alanına
uzanan bütün diğer halkaları bozulur.
Demek ki, mesele sırf inanç sistemine ilişkin bir düşünce
bozukluğu değildir. Bu hayatın hepsini kuşatan
bir meseledir. Kilise ile bilim ve akıl arasındaki
meydana gelen bütün çatışma, toplumun, kilisenin
otoritesinden kurtulması ile sonuçlanmıştır.
Bu aynı zamanda toplumun, dinin otoritesinden kurtulması
anlamına gelmiştir! İşte kilise ile dini
eşdeğer tutma anlayışı da, bu birinci
halkadaki yanlıştan kaynaklanmıştır. Yani
Allah ile kulları arasındaki ilişkilerle ilgili düşünce
bozukluğundan. Bunun arkasından bütün insanlığı
etkisi altına alan pek çok kötülük devreye girdi.
İnsanlığı materyalist akımların
peşinde koşturdu. Bu akımların getirdiği
belalar ve felâketler yüzünden, feryatlar göklere yükseldi.
İşte bu nedenle islâmi inanç sistemi, bu ilişkiyi
hiçbir karışıklık ve
kapalılığa meydan bırakmayacak biçimde net
bir açıklıkla ortaya koymaya özen göstermiştir...
Yüce Allah ezeli ve ebedi yaratıcıdır. Çocuğa
ihtiyacı yoktur. O'nunla istisnasız bütün insanların
ilişkisi, yaratıcı ile yaratılan
arasındaki ilişkiden öteye geçemez. Evren, hayat ve
canlılar değişmeyen ve ayırım yapmayan
yasalara bağlıdır. Bu yasalara uygun hareket eden
kurtulur ve başarıya ulaşır. Bunları
dikkate almayan ise, sapıklığa düşür ve
hüsrana uğrar. Bu konuda bütün insanlar aynıdır.
Hepsi de eninde sonunda Allah'ın huzuruna çıkarılacaktır.
Orada hiçbir şefaatçı ve hiçbir ortak bulunmayacaktır.
Kıyamet gününde herkes tek başına O'nun huzuruna
varacaktır. Kim ne yapmışsa O'nun
karşılığını alacaktır. Ve yüce
Allah, o gün hiç kimseye zerre kadar haksızlık
etmeyecektir.
İşte kolay ve sade bir inanç sistemi. Bu inanç
sisteminde bozuk yorumlara meydan verilmez. İnsanın
kalbini köşelere, bucaklara yöneltecek hiçbir sapık
veya eğri tarafı yoktur. Gizli ve kapalı bir
meselesi yoktur!
Buna bağlı olarak bütün insanlar Allah'ın
huzurunda aynı seviyede dururlar. Hepsi de Allah'ın
yasalarına muhataptır. Onlardan sorumludur. Herkes
onların muhafızıdır. İşte ancak bu
anlayışla, yani insanlar ile Allah arasındaki
ilişkinin düzelmesinin bir sonucu olarak insanların
kendi aralarındaki ilişkileri de düzelebilir.
"De ki; Allah hakkında yalan uyduranlar kesinlikle
iflah olmazlar."
Hiçbir şekilde iflah olmazlar. Ne bir patikada, ne de
başka bir yolda yürümekle kurtulabilirler. Ne dünyada, ne
de ahirette kurtuluşa erebilirler. Gerçek kurtuluş,
Allah'ın sağlam yasalarına uymakla mümkündür.
Allah'ın bu yasaları insanları iyiliğe iletir,
insanlığın ilerlemesini, toplumun düzelmesini,
hayatın gelişmesini sağlar. O'nu ileriye doğru
iter. Gerçek kurtuluş, insani değerleri ayak
altına alma, insanlığı hayvanların
seviyesine indirme pahasına da olsa sırf maddi üretimi
arttırmak değildir! Çünkü bu göstermelik ve geçici
bir kurtuluştur. Bu, insanın yapısının
kaldırabileceği en mükemmel ve en üstün gelişme
ve ilerleme çizgisinden sapmaktır.
"Dünyada geçici bir yarar sağlarlar,
arkasından dönüşleri bizedir, sonra gerçekleri inkâr
etmelerinin karşılığı olarak onlara
ağır bir azap tattırırız."
Sırf basit bir yararlanma. Hem de kısa süreli basit
bir yararlanma. Ayrıca bir devamlılığı
olmayan kesik bir yararlanmadır. Çünkü bu yararlanma,
insanlığa lâyık olan ahiret yurdu ile
bağlantılı değildir. İnsanoğluna
layık olan, üstün yararlanmaya ileten, Allah'u kâinata
yerleştirdiği yasalarından sapmanın bir
ürünü olarak hemen arkasından, "ağır bir
azap" gelmektedir.
HZ. NUH VE KAVMİ, HZ. MUSA VE FİRAVUN
Bu surede daha önce eskiden yaşamış milletlere,
onların kendi peygamberlerinin mesajlarını
yalanlamalarının sonucu olarak neye
uğratıldıklarına ve onlara varis
olanların da sınanmak için varis kılındıklarına
değinmiştik:
"Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri
kendilerine açık gerçekler getirmişlerken zalimce
davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için
yokettik. İşte biz ağır suçlu toplumları
böyle cezalandırırız."
"Sonra nasıl davranacağınızı görelim
diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık."
(Yunus Suresi, 13-14)
Ayrıca her millete bir peygamber gönderildiğine ve
ancak bu peygamberin gönderilişinden sonra aralarında
adalet ile hüküm verildiğine de işaret etmiştik:
"Her
ümmete bir peygamber gönderilmiştir. Peygamberler gelip de
mesajlarını duyurduktan sonra ümmetler hakkında
adalet uyarınca hüküm verilir, onlara haksızlık
edilmez." (Yunus Suresi, 47)
Şimdi de surenin akışı bu iki meseleyi daha
detaylı olarak ele alıyor. Burada Hz. Nuh ile kavmi
arasında geçen kıssanın bir bölümü ve Hz. Musa
ile Firavun ve kurmayları arasında geçen kıssanın
bir bölümü örnek olarak veriliyor. Bu iki örnekte de;
peygamberi kendisine geldikten, mesajını ilettikten,
ilahi mesaja karşı gelmelerinin acı sonu
hakkında onları uyardıktan sonra, bir milletin
peygamberin mesajını yalanlaması halinde çarptırılacağı
ceza ve o millet hakkındaki hükmün kesinlik kazanması
açıkça ortaya konuyor.
Aynı şekilde Hz. Yunus'un kıssasına da
kısaca değiniliyor. Hz. Yunus'un kavmi Allah'ın
azabı gelmeden kısa bir süre önce iman etmiş, böylece
azap üzerlerinden kaldırılmış ve
imanları sayesinde ondan kurtulmuştur... Bu da bir
başka açıdan onlara dokunmaktadır. İlahi
mesajın yalanlayıcılarına iman etmeyi cazip gösteren
bir nitelik taşımaktadır. Peygamberin
mesajını yalanlayan insanlara, belki
uyarıldıkları azaptan sakınırlar ve
sonları, daha önce Hz. Nuh'un ve Hz. Musa'nın peygamber
olarak gönderildiği milletlerin sonu gibi olmaz.
Bundan önceki bölüm; Allah adına yalan
uyduranların ve O'na ortak koşanların
cezasını Allah'a havale etmesi için Peygamber'e -salât
ve selâm üzerine olsun- yönelik bir direktifle sona ermiştir:
"De ki; Allah hakkında yalan uyduranlar kesinlikle
iflah olmazlar." "Dünyada geçici bir yarar sağlarlar,
arkasından dönüşleri bizedir, sonra gerçekleri inkâr
etmelerinin karşılığı olarak onlara
ağır bir azap tattırırız."
Bundan az önce de Peygamber'e tam bir güven verilmişti:
"Kâfirlerin sözleri sakın seni üzmesin. Çünkü
üstünlük, tümü ile, Allah'ın tekelindedir." (Yunus
Suresi, 65)
Yine orada belirtilmişti ki, Allah dostlarına hiçbir
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
Surenin akışı yeni bir direktif ile devam
ediyor. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onlara,
Hz. Nuh'un kıssasını anlatıyor. Bu
kıssada Hz. Nuh'un kavmine meydan okuyuşuna, onun ve
onunla birlikte iman edenlerin kurtuluşuna ve yeryüzünde
onlara varis olmalarına, sayı ve güç olarak
kendilerinden çok daha ilerde olan mesajı
yalanlayanların ise, yokedilişine özellikle parmak basılıyor.
Bu kıssaların bu surenin akışı içinde
ve biraz önceki birbirine yakın kavramlar arasında
yeralmasının nedeni ise açıktır. Kur'an'daki
kıssalar, bir surede yeralırken, oradaki bir fonksiyonu
icra etmek için yer alırlar. Aynı kıssalar
değişik yerlerde farklı ifadelerle, üslublarla
surenin akışına uygun biçimde yeralabilirler. Kıssaların
herhangi bir yerde aktarılan bir bölümü, içinde yeraldığı
anlatımın gerekli olan ihtiyacını tam
anlamı ile karşılar. Bazen kıssanın bir bölümü
başka bir yerde de sunulabilir. Zira burada
kıssanın başka bir bölümünü aktarmak daha uygun
düşer. Burada Hz. Nuh, Hz. Musa ve Hz. Yunus'un
kıssalarından aktarılan bölümlerinden ve onların
sunuş metodundan anlaşılıyor ki, bu olaylar
Mekke'deki müşriklerin Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun ve onunla birlikte olan bir avuç mü'min topluluğa
karşı nasıl tavır takındıkları
ve bu mü'min azınlığın çoğunluğa,
kuvvete ve otoriteye rağmen imanının onuru ile
onlara nasıl karşı koyduğu ile yakından
ilgilidir. Yine bu kıssaların da kendi aralarında
bir uyum sağladıklarını, orada ve
ardından gelen yorumlar ve değerlendirmelerle bir bütünlük
sağladıklarını göreceğiz.