46- Kâfirleri çarptıracağımızı söz
verdiğimiz cezanın bir bölümünü sana göstersek de
ya da daha önce senin canını alsak da, onların dönüşü
bizedir. Sonra Allah onların neler yaptıklarına
tanıktır.
47- Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir.
Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan sonra
ümmetler hakkında adalet uyarınca hüküm verilir,
onlara haksızlık edilmez.
48- Onlar, "Eğer doğru söylüyorsanız
vadettiğiniz bu ceza ne zaman gerçekleşecek?"
derler.
49- Onlara de ki; "Allah'ın dileği
dışında benim kendime bile zarar ya da yarar
dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir yaşama
süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar
ve ne de bir an önceye alınırlar. "
50- De ki; "Allah'ın azabı diyelim ki; gündüz
ya da gece başınıza geldi. .Suçlular bunun bir an
önce gerçekleşmesini niye isterler ki?
51- "Yoksa azap başlarına geldikten sonra
kendilerine, `Şimdi ona inandınız mı? Hani
onun bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz' densin diye
mi?"
52- .Sonra zulmedenlere denir ki; ' `Sürekli azabı
tadınız bakalım, sadece dünyada işlediklerinizin
karşılıkları ile
cezalandırılmıyor musunuz?
53- Sana, "O ceza gerçek midir?" diye soruyorlar.
Onlara de ki; "Rabbim hakkı için, evet. O, gerçektir,
siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz.
"
54- Kendisine zulmetmiş olan herkes, o gün yeryüzünün
bütün servetine sahip olsa bunu (azaptan kurtulmak için) fidye
olarak verirdi. Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıktan
donakalırlar. Haklarında adalet uyarınca hüküm
verilir, kendilerine haksızlık edilmez.
Bu bölüm, bütün kâfirlerin Allah'a döneceğini
belirterek başlıyor. İsterse onların bu dönüşleri,
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine
iletmekle yükümlü tutulduğu tehdit, Peygamber'in
hayatında veya vefatından sonra gerçekleşsin
farketmez. Her iki halde de, dönüş yalnız
Allah'adır. Yüce Allah, onların ne
yaptıklarını, Peygamber'in hayatında da,
Peygamber'in vefatından sonra da gözetlemektedir. Onların
yaptıkları işlerin hiçbiri kaybolmayacak ve
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- vefatı
onlar tehdid edildikleri bu azaptan hiçbir şekilde
kurtaramaz.
"Kâfirleri çarptıracağımıza söz
verdiğimiz cezanın bir bölümünü sana göstersek ya
da daha önce senin canını alsak da, onların dönüşü
bizedir. Sonra Allah onların neler yaptıklarına
tanıktır."
Bütün işler planlanmıştır. Bu plana göre
meydana gelmektedir. Hiçbir şey bu plandan kıl kadar
şaşmaz. Değişen şartlara ve sürprizlere
göre de değişiklik göstermez. Şu kadar var ki,
her topluluğa (her millete) peygamberi kendisine gelinceye
kadar süre tanınır. Peygamber, onları
uyarıyor ve Allah'ın mesajını kendilerine açıklıyor.
Böylece onlar da Allah'ın kendisi için belirlediği
yasadan yararlanma hakkını kullanmış oluyorlar.
Bu yasaya göre yüce Allah, peygamber göndermeden, mesajını
açık bir şekilde bildirip uyarmadan, hiçbir milleti
cezalandırmaz. Bundan sonra onların peygamberlerine
karşı takındıkları tutumlarını
esas alarak aralarında adaletle hükmeder:
"Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir.
Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan sonra,
ümmetler hakkında adalet uyarınca hüküm verilir,
onlara haksızlık edilmez."
Biz bu iki ayette kendimizi, "ilahlık gerçeği"
ve "kulluk gerçeği" karşısında
buluyoruz. Bu iki temel gerçek, islâm düşüncesinin
bütün olarak ana temelini oluşturur. Kur'an'ın metodu
da, bu iki ana ilkeyi her vesile ile ve değişik açılardan
ele alıp açıklamakta ve aydınlatmaktadır.
Özet olarak Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
deniyor ki; Bu inanç sisteminin ve onunla muhatap olan milletin
dizgini bütünüyle Allah'ın elindedir. Senin elinde hiçbir
şey yoktur. Bu işte senin görevin sadece açıklamak,
mesajı ulaştırmaktır. Onun ötesindeki her
şey Allah'ın elindedir. Sen icabında bütün
ömrünü harcarsan da, seni yalanlayan, sana karşı
direnen ve sana eziyet edenlerin sonunu görmeyebilirsin. Çünkü
yüce Allah'ın, onların sonunu ve onlara göndereceği
cezayı sana göstermesi zorunlu değildir... Bu sadece yüce
Allah'ın elindedir! Sana ve bütün peygamberlere gelince,
size düşen görev açıklamaktır... Sonra peygamber
yoluna devam eder. Ve işin tamamını Allah'a havale
eder... Böylece kullar kendi konumlarını bilecektir.
Davetçiler kadar işkenceye maruz kalsalar da zaman ne kadar
uzasa da, dava yolunda Allah'ın hükmünün acele gelmesini
istemeyeceklerdir! ..
"Onlar "Eğer doğru söylüyorsanız
va'dettiğiniz bu ceza, ne zaman gerçekleşecek?"
derler."
Onlar sürekli olarak meydan okuyarak ve sabırsızlıkla,
Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine haber
verdiği Allah'ın cezasının gelmesini, gerçekleşmesini
istiyorlardı. Daha önceleri peygamberleri kendilerine
geldikleri halde, onların mesajlarını yalanlayan
milletleri cezalandırdığı gibi, kendilerini de
cezalandırmasını istiyorlardı. Cevap
şuydu:
"Onlara de ki; `Allah'ın dileği
dışında benim kendime bile zarar ya da yarar
dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir yaşama
süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar
ve ne de bir an önceye alınırlar."
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine, ne bir
fayda, ne de bir zarar veremeyeceğine göre, doğal
olarak onlara da herhangi bir fayda ve zarar veremezdi. Burada
peygamber kendisinden söz etmekle memur olmasına rağmen,
"zarar verme" eyleminin daha önce gelmesi; onların
zararın gelmesini istemelerinden kaynaklanmış
olabilir. Burada, metindeki uygunluk açısından zarar
önce ifade edilmiştir. A'raf suresinde yeralan bu konuya
ilişkin başka bir ayette ise, `fayda verme' daha önce
yeralmıştır. Çünkü peygamberin, "Şayet
ben gaybı bilseydim, iyiliğimi
arttırırdım ve bana kötülük dokunmazdı"
dediği sırada, kendisi için "faydalı olan
şeyin" önce gelmesini istemesi daha uygun düşmektedir.
"Onlara de ki; Allah'ın dileği
dışında benim kendim
e
bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez."
Demek ki, yetki yalnız Allah'ın elindedir.
Dilediği anda tehdidini gerçekleştirir. Allah'ın
yasasında gecikme olmaz. Allah'ın belirlediği süre
hiçbir şekilde öne alınamaz:
"Her ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır.
O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne
de bir an önceye alınınlar."
Belirlenen bu süre bazen somut bir yokoluş ile sonuçlanabilir.
Yani onlar kökten yokedilebilir. Nitekim daha önceki bazı
milletler bu şekilde yokedilmişlerdir. Bu süre, manevi
bir yokoluş ile de sonuçlanabilir. Hezimete uğramak ve
dağılıp gitmek şeklinde bir yokoluş. Bu
da, milletlerin başına gelen olağan bir gerçektir.
Milletler ya bu hezimetten sonra tekrar hayata kavuşurlar, ya
da sürekli bu hezimetin etkisinde kalarak çözülürler.
Böylece de, kişiliklerini, kimliklerini yitirirler. Sonuçta
birer fert olarak varlıklarını sürdürebilseler
de, bir millet olarak varlıklarını yitirirler. Bütün
bunlar, Allah'ın değişmeyen yasalarına göre
meydana gelir. Allah'ın bu yasalarında herhangi bir
tesadüfe, başıboşluğa,
haksızlığa ve kayırmaya yer yoktur. Buna göre,
yaşamaları için gereken şartlara riayet eden,
gereken sebeplere bağlılık gösteren milletler yaşarlar.
Bu şartlar ve sebeplerden ayrılanlar ve sapanlar ise;
zayıf düşerler, çözülürler veya sapmanın kaçınılmaz
sonucu olarak ölürler. İslâm ümmetinin hayatı ise,
peygamberini izlemesine bağlanmıştır.
Peygamber, ümmeti diriltecek şeye çağırır.
Doğal olarak peygamberin bu diriltici çağrısı,
sırf inanç sistemi ile sınırlı değildir.
İnanç sisteminin günlük hayatın değişik
alanlarında öngördüğü eylemleri gerçekleştirmek,
Allah'ın belirlediği yaşam tarzına,
indirdiği yasaya, belirlediği değerlere uygun biçimde
bir hayat yaşamak da, o diriltici çağrının
kapsamında yeralır. Yoksa islâm ümmeti de, Allah'ın
yasaları gereğince süresini tamamlayacaktır.
Daha sonra surenin akışı, onların
vicdanlarına bir nebze dokunuyor. Onları, meydan okuyan
ve alaya alan sorgulayıcı bir tavırdan, tehdit
altında bulunan, gecenin veya gündüzün herhangi bir anında
felâkete uğraması beklenen bir insanın
tavrına yöneltiyor:
"De ki; "Allah'ın azabı diyelim ki, gündüz
ya da gece başınıza geldi. Suçlular bunun bir an
önce gerçekleşmesini niye isterler ki?"
Gözle görünmeyen, nerede ve ne zaman meydana geleceği
bilinmeyen, insanlar geceleyin uyku halindeyken veya gündüzleyin
uyanık iken gelebilecek olan ceza geldiğinde uyanık
ve ayık olmanın bir fayda sağlamayacağı
azap budur işte... Suçluların çarçabuk gelmesini
istediği o azap nedir? Bu öyle bir azaptır ki,
çarçabuk gelmesinde onlar için hiçbir şekilde hayır
yoktur.
Onlar daha bu beklenmedik sorunun şokundan kurtulmadan
duygularını tehlikeyi tasavvur etmeye ve beklemeye
sevkeden sürprizin ardından gelen ayeti kerime, o tehlikenin
bilfiil meydana geldiğini haber veriyor. Aslında bu olay,
henüz meydana gelmiş değildir. Fakat böylece bu
tehlikenin meydana gelişi onların duygularında
canlandırılıyor... Fakat Kur'an düşüncesi,
bir realiteyi onlar için tasvir ediyor, duygularını
harekete geçiriyor ve onların vicdanlarına dokunuyor:
"Yoksa azap başlarına geldikten sonra
kendilerine, `Şimdi ona inandınız mı? Hani
onun bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz' densin diye
mi?"
Sanki olay birden olup bitmiştir. Sanki onlar buna iman
etmişlerdir. Sanki onlar şu anda gözler önünde
meydana gelen bir sahnede bu susturucu gerçekle muhatap kılınmışlardır...
Bu gözler önündeki manzaranın devamı ise, şudur:
"Sonra zulmedenlere denir ki; "Sürekli azabı
tadınız bakalım, sadece dün yada işlediklerinizin
karşılıkları ile
cezalandırılmıy
or
musunuz?"
Böylece biz, kendimizi surenin akışı ile
birlikte hesap ve azap alanı ortasında buluyoruz.
Halbuki biraz önce, dünyada idik. Birkaç ayet önce, yüce
Allah'ın kendi peygamberine bu acı akıbetten söz
ettiğine tanık oluyorduk.
Bu kısa gezintinin sonunda müşrikler peygamberden
haber soruyorlar. Gerçekten bu tehdit, gerçek midir? Artık
onlar, ona karşı içten sarsılmışlardır.
Bu konudaki habere kesin güvenmek istemektedirler. Çünkü kesin
bir inançları yoktur. Onlara verilen cevap hem olumlu, hem
kesindir, hem de yeminle pekiştirilmiştir:
"Sana "O ceza gerçek midir?" diye soruyorlar.
Onlara de ki; "Rabbim hakkı için, evet. O, gerçekti,
siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz."
"Rabbim hakkı için, evet."
İlahlığının değerini
bildiğim ve dolayısıyla yalan yere asla kendisine
yemin etmeyi göze almadığım, ancak kesin bilgiden
ve ciddi bir durumdan sonra adına yemin edebildiğim
Rabbımın hakkı için...
"O, gerçektir, siz Allah'ın
yapacağını engelleyemezsiniz."
O'nun sizi biraraya toplamasına engel
olamazsınız. O'nun sizi hesaba çekmesine ve sizi
cezalandırmasına engel olamazsınız.
Biz daha bu dünyada bu insanlardan haber almaya, cevap
beklemeye çalışırken, Kur'an'ın tasvir edici
üslubuna bağlı olarak bir geçişten sonra
kendimizi hesap ve ceza meydanında görüyoruz. Şu kadar
var ki, bu konudaki açıklama, ilke olarak varsayım
şeklinde veriliyor:
"Kendisine zulmetmiş olan herkes, o gün,
yeryüzünün bütün servetine sahip olsa, bunu (azaptan
kurtulmak için) fidye olarak verirdi."
Bütün malların onların yanında olduğunu
ve hepsini vermek istediklerini varsaysak bile, bunlar onlardan
kabul edilmez.
Daha bu ayet tamamlanmadan varsayılan bu şey gerçekleşiyor
ve iş olup bitiyor:
"Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıktan
donakalırlar."
Ansızın gelen azabın dehşeti birden
onları yakalayıvermiş ve birden
karşılarına dikilmiştir. Ayetin ifadesi
dudakları kıpırdatmadan yüzleri kaplayan renk
uçukluğu tablosunu zihnimizde canlandırmaktadır!
"Haklarında adalet uyarınca hüküm verilir,
kendilerine haksızlık edilmez."
Ayetin ikinci yarısından itibaren başlayan ve
tamamen varsayıma dayalı olan manzara sona
erdiğinde, olay da sona eriyor. Kur'an'ın etkileyici,
harekete geçirici tasvir metoduna bağlı olarak olay böylece
bağlanıyor.
İLAHİ KUDRET VE HÜKÜMLER
Mahşer ve hesap ile ilgili bu pekiştirilmiş
yorum, ilahi kudretin yerdeki ve gökteki, hayattaki ve ölümdeki
bazı alanları ile ilgili bir başka geziyi gündeme
getiriyor. İlahi sözün gerçekleşmesini meydana
gelmesini garanti eden kudretin anlamını pekiştiren
kısa bir yolculuk ve sonra da bütün insanların
kendilerine öğüt veren, doğru yolu gösteren ve
gönüllerini rahatlatan bu Kur'an'dan yararlanması için bir
çağrı seslendiriliyor.