O |
Yunus
|
O |
|
37- Bu Kur'an Allah'dan geldi, başkası
tarafından uydurulmuş değildir. O, kendisinden
önceki semavi kitapları onaylar ve ilahi kitabı
ayrıntılı biçimde açıklar. Onun alemlerin
Rabbi tarafından gönderildiği kuşkusuzdur.
38- Yoksa, 'Onu Muhammed uydurdu mu diyorlar? Onlara de ki; 'Eğer
doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya
getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri
yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız.
39- Tersine onlar bilgisini kavrayamadıkları ve henüz
açıklamasına da muhatap olmadıkları bir
mesajı yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle
yalanlanmışlardı. Gör bakalım, o zalimlerin
sonu nice oldu?
40- Onlardan kimi bu Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz.
Rabbin, kimlerin bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir.
41- Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; "Benim
işlediklerim bana, sizin işledikleriniz de sizedir.
Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz
olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim
bir ilgim yoktur. "
42- Onların arasında Kur'an okurken sana kulak
verenler de vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden
de yoksun sağırlara, sen söz işittirebilir misin?
43- Onların arasında sana bakanlar da vardır.
Fakat görme yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri, sen
doğru yola iletebilir misin?
44- Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi
kendilerine zulmederler.
"Bu Kur'an Allah tarafından geldi, başkası
tarafından uydurulmuş değildir."
Kur'an'ın gerçeğe dayalı konuları, ifade gücü,
sözleri arasındaki mükemmel ahengi, getirdiği inanç
sistemindeki eşsizliği, kurallarının içerdiği
beşeri düzeni, ilahlık gerçeğini,
insanlığın, hayatın ve evrenin
yapısını eşsiz bir şekilde tasvir
edişi ile... Evet bütün bu özellikleri ile Kur'an'ın,
Allah'ın dışında başkaları
tarafından uydurulmuş olması mümkün değildir.
Zira onu meydana getirebilecek tek güç, Allah'ın gücüdür.
Bütün varlıkları başlarından sonlarına,
dışlarından içlerine varıncaya kadar her yönü
ile kuşatan, her çeşit yetersizlikten ve eksiklikten,
cahilliğin ve acizliğin etkilerinden
arındırılmış bir sistemi kuran kudret,
ancak Kur'an'ı meydana getirebilir...
"Bu Kur'an Allah'dan geldi, başkası
tarafından uydurulmuş değildir."
Kur'an gerçekten uydurulabilecek bir kitap değildir.
Burada reddedilen Kur'an'ın uydurulmuş olması
değil, uydurulmuş olmasını mümkün görme
anlayışıdır. Bu anlayışın
reddedilişi daha anlamlı ve daha etkilidir.
"O, kendisinden önceki semavi kitapları onaylar."
Daha önceki peygamberlere gönderilen kitapları, inanç `sisteminin
özü' ve `iyiliğe çağırma' açısından
doğrular.
"İlahi Kitab'ı ayrıntılı biçimde
açıklar."
Bütün peygamberlerin Allah'ın katından getirdikleri
ana ilkelerde bağdaşan, detaylarda farlılık gösteren
tek Kitab'ın açıklaması... Bu Kur'an Allah'ın
kitabını detaylandırır, getirdiği
iyiliğe ulaştırıcı vasıtaları
ve bu iyiliği gerçekleştirme ve korumanın
çarelerini gösterir. Allah ile ilgili inanç sistemi birdir.
İyiliğe çağırma birdir. Fakat bu
iyiliğin şeklinde birtakım ayrılıklar
olabilir. Bu iyiliği gerçekleştirecek hukuk sisteminde
ayrıntılara ilişkin farklılıklar olabilir.
Bunlar insanlığın o zamanki gelişmesiyle ve
ondan sonraki ilerlemeleriyle uyum sağlayacak biçimde
belirlenmiştir. İnsanlık olgunluk çağına
erişinceye kadar böyle devam etti. Rüşdüne erişen
insanlık, olgun insanlar gibi Kur'an'la muhatap oldu.
Aklın ve düşüncenin fazla bir fonksiyona sahip olmadığı
maddi somut harikalarla muhatap kılınmadı.
"Onun alemlerin Rabbi tarafından gönderildiği
kuşkusuzdur."
Burada Kur'an'ın asıl kaynağı ortaya konmak
sureti ile, onun uydurulmuş olmasını mümkün
görme anlayışı, bir kere daha reddediliyor ve
pekiştiriliyor.
"O, alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiştir."
"Yoksa, `Onu Muhammed uydurdu' mu diyorlar?"
Bu reddediş ve açıklamadan sonra onlara halâ Kur'an,
Muhammed'in uydurduğu bir eserdir mi diyorlar? Halbuki
Muhammed bir insandır. Kendilerinin konuştuğu dili
konuşmaktadır. Kendilerinin de sahip olduğu
harflerden başka bir şeye sahip değildir. "Elif,
Lam, Mim..." "Elif, Lam, Ra...", "Eli, Lam,
Mim, Saad..." vesaire
gibi. Madem ki bunda ısrar ediyorlar, öyleyse hodri meydan!
İşte harfler ve işte toplayabildikleri kadar adam!
Haydi uydursunlar, Muhammed'in uydurduğunu söylediklerini!
Üstelik de, tam bir Kur'an'ı değil, yalnız bir tek
sureyi!
ALLAH'IN İCAZI
"Onlara de ki; "Eğer doğru söylüyorsanız,
Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah
dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz,
çağırınız."
Bu meydan okuyuş ve bu meydan okuyuş
karşısındaki acizlik daha önce kesinleşmiştir.
Bugün de devam etmektedir. Sonsuza kadar da devam edecektir. Bu
dilin güzel ve etkili ifade gücünü anlayanlar, sanat güzelliğinin
ve ses tonundaki ahenginin zevkine erenler, bir insanın ifade
sanatında bu kadar üstün bir ahenge ulaşamayacağını
kavrayabilirler. Aynı şekilde sosyal düzenleri ve
yasama metodlarının etüdlerini yapanlar, bu Kur'an'ın
öngördüğü sosyal düzeni tedkik edenler, Kur'an'ın
insan topluluklarını düzenlemeye, toplum hayatının
her alanına ilişkin ihtiyaçlarına,
gelişmeleri ve değişiklikleri rahatlıkla ve
esnek bir biçimde karşılamaya ilişkin saklı
bulundurduğu fırsatlara getirdiği bakış açısını
anlayacaklardır. Yine kavrayacaklardır ki, bütün
bunlar, bir tek insan aklı tarafından
kuşatılamayacağı gibi, bir
kuşağın ya da bütün kuşakların
akılları tarafından da kuşatılamaz.
İnsan psikolojisini, insanların üzerinde etkili olmanın
ve onları yönlendirmenin ana ilkelerini ve vasıtalarını
inceleyip sonra da, Kur'an'ın vasıtalarını ve
yöntemlerini tedkik edenler, bu üstünlüğü
görebileceklerdir.
Kur'an'ın icazı, sadece sözleri, ifadeleri, söyleniş
tarzı ile sınırlı değildir. Bu konularda
deneyimi, uzmanlığı bulunanların somut biçimde
görebilecekleri gibi, onun icazı sınırsız bir
icazdır... Bu vecizliği-icazı Kur'an'ın
sistemlerinde, yasalarında, psikolojisinde ve her
alnında gözlemek mümkündür.
İfade sanatını kullananlar, sanatsal ifade
konusunda yetkinliği olanlar, Kur'an'ın bu alanla ilgili
edebi icazını diğer insanlardan daha iyi ve daha güzel
kavrayacaklardır. Sosyal, hukukî, psikolojik ve insani düşüncenin
ana hatları ile uğraşanlar, bu Kur'an'da yeralan
konuların vecizliğini diğer insanlardan daha iyi
kavrayacaklardır.
Bu vecizliği ve bu vecizliğin boyutlarını
gerçekten açıklamak ve beşeri bir üslub ile bunu
tasvir etmeye çalışmak noktasında, acizliğimi
peşinen kabul ediyorum. Beşeri gücümüz ölçüsünde
ele alınsa bile, bu konuyu detaylı olarak açıklamak
için, başlı başına bir kitap yazmak
gerektiğini de biliyorum... Bununla beraber burada bu
vecizliğe kısaca işaret etmeden geçemeyeceğim...
Kur'an'ın ifade tarzı gerçekten eşsizdir.
İnsanın ifade tarzından tamamen ayrıdır...
Kur'an üslubunun kalpler üzerinde öyle hayret verici bir etkisi
vardır ki, buna insanın üslubunda rastlamak mümkün değildir.
Kur'an, üslubunun kalpler üzerindeki bu egemenliği bazen
öyle noktalara varır ki, Arapça'dan tek harf dahi
bilmeyenlere Kur'an'ın sadece okunuşu bile büyük
etkiler yapar... Öyle hayret verici olaylar meydana geliyor ki,
bunları "hiç Arapça bilmeyenler de Kur'an'ın
sırf okunmasından etkilenirler" görüşü ile
açıklamaktan başka çare yoktur. Tabii ki, bunu bir
kural olarak kabul etmek gerekmez. Fakat böyle olayların
meydana gelişi bir yorumlamayı, bir değerlendirmeyi
gerektirir... Ben başkalarından işittiğim
birtakım örnekleri burada anlatacak değilim. Bizzat gözlerimle
gördüğüm ve benimle beraber altı kişinin de
şahit olduğu bir olayı burada aktaracağım.
Yaklaşık onbeş sene önceydi. Biz altı müslümandık.
Bir Mısır gemisiyle Atlas Okyanusunun engin suları
üzerinden New York'a gidiyorduk. Kadınlı-erkekli yüzyirmi
yabancı yolcunun içinde bizden başka müslüman yoktu.
Birden Okyanusun üzerinde gemide, Cuma namazı kılmak
aklımıza geldi! Allah biliyor ya, bizi burada Cuma
namazını kılmaya iten sebep de; gemide misyonerlik
çalışmasına devam eden ve bunun bir
uzantısı olarak bize karşı da, bu görevini
yerine getirmeye kalkışan bir misyonere karşı
dini duygularımızın harekete geçmesiydi! Bir
İngiliz olan gemi kaptanı, namazımızı
kılmamıza izin verdi. Namaz esnasında, "görev"
başında bulunmayan geminin tayfalarına, aşçılarına
ve hizmetçilerine bizimle namaz kılmaları için izin
verdi. Bunların hepsi Sudan'ın Nevbe bölgesinden olan
müslümanlardı. Müslüman personel buna çok sevinmişti.
Çünkü gemide ilk olarak Cuma namazı
kılınıyordu. Cuma hutbesini ben okudum ve
namazı da ben kıldırdım. Yabancı
yolcuların çoğu etrafımızda
halkalanmış, namaz
kılışımızı seyrediyorlardı!..
Namazdan sonra yabancı yolcuların çoğu, "duanız
kabul olsun" diyerek bizi kutlamaya geldiler. Zira
onların namazımızdan anladıkları en ileri
şey duaydı! Yalnız bu kalabalığın içinden,
daha sonra Tito'nun cehenneminden -komünizminden kaçan,
Yugoslavyalı bir hristiyan olduğunu öğrendiğimiz
bir bayan, olaydan ciddi biçimde etkilenmiş ve eylemin
tesirinde kalmıştı. Duygularına hakim
olamıyor, gözyaşlarını tutamıyordu.
Yanımıza gelerek, gönülden bir sıcaklıkla
elimizi tuttu ve düzgün olmayan bir İngilizce ile bizim
namazımızın derin etkisiyle, namazdaki huşu, düzen
ve manevi hava ile kendinden geçtiğini ifade ediyordu!..
Fakat bu olayın bizim için önemli olan yanı
burası değildi. Asıl önemli olan bu bayanın
şu sözleriydi: "Papazınız hangi dille
konuşuyordu?" Kadıncağız, namazı `din
adamının' dışında bir kimsenin
kıldırabileceğini düşünemiyordu! Zira inandığı
kilise hristiyanlığında, uygulama böyleydi! Biz
onun yanlış düşüncesini düzelttik!.. Ve gereken
cevabı verdik. Bunun üzerine kadın dedi ki: "İbadeti
idare eden görevlinin konuştuğu dilin hayret verici bir
musiki tonu vardı. Hiçbir şey anlamasam da, sesi bana
çok hoş geliyordu." Sonra beklenmedik bir olay daha
oldu. Kadın şöyle diyordu: `Fakat benim asıl
sormak istediğim mesele bu değildi. Aslında beni
duygulandıran şey, `imamın' sözleri arasında
kullandığı, cazip bir musiki tonu ile ifade
ettiği sözlerdi. Bu sözler, bu kişinin diğer
konuştuğu sözlerden çok farklı geliyordu bana!
Arada kullanılan bu sözlerin musiki yönü daha ağırlıklıydı
ve daha derin etkileri vardı. Bu özel bölümler içinde,
bir titreme ve tüylerimi diken diken eden bir ürperti meydana
getiriyordu. Bunlar bambaşka bir şeydi! Sanki `imam'
bunları söylerken Kutsal Ruh ile doluyordu! "Bununla
neden söz ettiğini bir süre düşündük. Sonra anladık
ki, bayan Cuma hutbesinde ve namazda geçen Kur'an ayetlerini
kastediyor! Bununla beraber bayanın bu halı, bizde gerçekten
dehşete varan bir şok yarattı. Çünkü bu bayan,
aslında ne dediğimizi anlamıyordu!
Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu bir kural
değildir. Sadece bu olayın ve
başkalarının da bana aktardıkları bir
dizi olayın meydana gelmesi gösteriyor ki, bu Kur'an'ın
bir sırrı daha vardır. Bazı kalpler onun bu
sırrını, sırf okunması ile
yakalayabilmektedir. Bu bayanın, kendi dinine inanması,
ülkesindeki komünizm cehenneminden kaçışı, onu
Allah'ın sözlerine karşı bu derece hassas hale
getirmiş olabilir. Fakat her şeyi bununla açıklayamayız.
Mesela memleketimizde halktan Kur'an'a kulak veren onbinlerce
insan, ondan hiçbir şey anlamaz. Yalnız onların
kalpleri bundan hayli etkilenir. Bu sırrının
etkisinde kalırlar. Bunlar Kur'an'ın dilini anlamada
Yugoslavyalı bayandan çok fazla ilerde de sayılmazlar!
Ben Kur'an'ın üstünlüğünden söz ederken, bu
gizli ve hayret verici etkisine her şeyden önce değinmeyi
tercih ettim. Edebiyat, düşünce ve bilinç alanında
uzmanlaşan insanların, diğer insanlardan daha güzel
kavradıkları yönlerine bundan sonra temas etmeyi uygun
gördüm!
Kur'an'ın sunuş metodu çok büyük meseleleri ve
konuları ele almakla eşsiz bir anlatıma sahiptir.
İnsanın, bu tür önemli meselelerden söz ederken, o
kadar kapsamlı boyutlarda meseleyi ele alması mümkün
değildir. Kur'an'ın anlatımı, geniş
anlamı, ifadedeki inceliği, güzelliği ve
canlılığı ile de eşsizleşir! Bunun
yanında ne güzellik inceliğini, ne de öncelik güzelliğini
bastırmaz. Böylece öyle bir vecizlik seviyesine ulaşır
ki, hiçbir insanın ona ulaşması düşünülemez.
Edebiyat ile uğraşan insanlar bunu daha rahat
kavrayabilirler. Zira, bu sahada insan gücünün hangi sınırlara
kadar varabileceğini en iyi anlayanlar onlardır. Bu
nedenle onlar, bu seviyenin kesinlikle insan gücünün çok
üstünde olduğunu net ve açık biçimde anlarlar.
Kur'an anlatımının bu özelliğinden
başka, bir özellik daha doğar. Kur'an'ın bir bölümü,
bölümün içinde birbiri ile uyumlu ve ahenkli değişik
konuları ele alır. Her bir konuyu net ve açık bir
biçimde açıklığa kavuşturur. İfade
esnasında bu konuları karıştırmadan ve
çelişkiye düşmeden anlatır. Her konu ve her gerçek,
kendisine uygun olan seviyesine ulaşır. Öyle ki, bir
tek bölümü değişik yerlerde kullanır. Ve bu
değişik yerlerde kullanılan bölüm, kullanıldığı
her yerde içindeki metinle kenetlenir. Sanki bu bölüm, bu
alanda ve bu konuda ilk olarak kullanılıyor! Bu,
Kur'an'ın apaçık özelliklerinden biridir. Onu daha
fazla açıklamamıza gerek yoktur.
Okuyucu bu surenin girişinde verilen pasajları
incelediğinde görecektir ki, burada bir ayetin, bir
bölümün değişik amaçları için kullanıldığını
ve kullanıldığı her yerde tamamen vazgeçilmez
bir fonksiyona sahip olduğunu görecektir. Bu sadece bir
örnektir:
Kur'an anlatımının, sahneleri canlandırmada
ve doğrudan hitap etmede gerçekten güçlü ve eşsiz
bir özelliği vardır. Olayı öyle sahneliyor ki,
gözlerimiz önünde cereyan ettiğini zannederiz. Bu
kesinlikle insanların ifade yöntemlerinde kullandıkları
bir metod değildir. İnsanlar bu ifade üslubunu taklid
bile edemezler. Zira böyle bir şeyi yapmaya
kalkışmak işi daha da bozacak, normal
yazının üslubu ile bağdaşmaz hale
getirecektir! Mesela, insanın edebi ifadesi Kur'an'ın
üslubunu kullanarak aşağıdaki konuları
nasıl işleyebilecektir?
"İsrailoğulları'nı denizden geçirdik.
Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık
amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın
eşiğine geldiğinde,
"İsrailoğulları'nın inandıkları
ilahtan başka ilah olmadığına inandım,
ben de O'na teslim olanlardan (mü slümanlardan)
biriyim" dedi. Ayetin buraya kadar olan bölümünde bir
hikâye anlatılıyor. Hemen ardından gözler
önündeki bir sahnede doğrudan hitaba geçiliyor."
"Şimdi mi aklın başına geldi? Daha
önce Allah'a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan
biri olmuştun."
"Bugün senden sonra geleceklere ibret olasın diye
cansız vücudunu bozulmaktan kurtaracak, onu sahilde bir
tepeye atacağız." Sonra gözler önüne serilen
sahneye ilişkin bir değerlendirme yapılıyor.
"Gerçi insanların çoğu bizim ibret verici
belgelerimizin farkına varmazlar." (Yunus Suresi, 90-92)
"De ki; "En büyük şahitlik kimindir?" De
ki; "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu
Kur'an gerek sizi, gerekse unlaştığı herkesi
uyarayım diye bana vahyedildi." (En'am Suresi, 19)
Buraya kadar peygambere yöneltilen bir emir var ve peygamber
onu alıyor. Sonra birden bakıyoruz ki, peygamber
topluluğa soruyor:
"Sizler Allah ile birlikte başka ilahlar
olduğuna mı şehadet ediyorsunuz?"
Bir de bakıyoruz ki, peygamber tekrar kavminin
sorduğu ve kendi görüşlerine göre cevaplandırdıkları
bu soru için emir almaya yöneliyor:
"De ki, "Ben buna şahitlik etmem. De ki;
"O, tek bir ilahtır ve ben sizin O'na
koştuğunuz ortaklardan uzağım."
Aşağıdaki ayetlerde tekrarlanan, şahıs
zamiri değişiklikleri de bunun gibidir!
"Allah insanlar ile cinleri biraraya
topladığı gün, "Ey cinler, çok sayıda
insanı ayarttınız" der. Cinlerin insandan
yardakçıları da, "Ey Rabbimiz, birbirimizi
kullanarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi
doldurduk" derler. O da; "Barınağınız
orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız,
Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesna' der. Hiç kuşkusuz
Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir..."
"İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden
ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine
takarız."
"Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve bugünle
karşılaşacağınıza ilişkin sizi
uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar da, "Kendi
aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı
onları aldattı da, kâfir olduklarına kendi
aleyhlerine şahitlik ettiler."
"Bu şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden
habersiz olan bir kentin halkını haksız yere asla
helâk etmez." (En'am Suresi, 128-131)
Kur'an'da buna benzer örnekler pek çoktur ve bu insanların
üslubundan tamamen ayrı bir üsluptur. Yok, böyle değil
diyen ve dolayısıyla boyunun ölçüsünü almak isteyen
varsa, buyursun bu şekilde bir ifade kullansın. Ve
kullandığı bu ifade hem anlaşılır ve
doğru bir söz olsun, hem de göz alıcı güzelliğin,
gönüllerde ağırlığını hissettiren
etkinin ve mükemmel ahengin parmakla gösterilen örneği
olsun!
KUR'AN'IN KONULARINDAKİ İCAZI
Bunlar, Kur'an'ın anlatımında yeralan bazı
veciz yönlerdir. Biz özlü bir şekilde bunlara
değinmiş oluyoruz. Şimdi de Kur'an'ın
konularındaki vecizliğine ve insanın karakterinden
tamamen farklı olan, Rabbanî eşsiz özelliğinden
biraz söz edelim.
Kur'an-ı Kerim insanın yapısına bir bütün
olarak hitap eder. Bazen soyut zihnine, bazen duyarlı olan
kalbine, bazen coşkun duygularına mücerret bir
şekilde hitap etmez. Kur'an bunların hepsine birden
hitap eder. En kısa yönden hitap eder onlara. Hitap ettiği
zaman insanın alıcı-verici bütün cihazlarını
harekete geçirir. Kur'an bu hitap şekliyle, insanın bünyesinde
varlığın bütün gerçeklerine ilişkin düşünceler,
etkilenmeler ve izlenimler meydana getirir. İnsanların
tarih boyunca kullandıkları bütün vasıtalar
biraraya getirilse yine de böylesine derin, böylesine geniş,
böylesine ince ve böylesine net bir biçimde, ve böyle bir
metod ve böyle bir üslupla insanı ele alamaz!
Ben burada sözkonusu gerçeğin açıklık
kazanması için, "İslâm Düşüncesinin
Özellikleri ve İlkeleri" adını
taşıyan eserimin ikinci cildinden bazı bölümler
aktaracağım. Bu alıntıların konusu
"İslâm Düşüncesinin İlkeleri Belirlemede
Kur'an'ın izlediği Metod"dur. Bu alıntı,
Kur'an'ın bunları güzel, eksiksiz, kapsamlı,
ahenkli ve dengeli biçimde ortaya koyduğunu ve bu metodun
ilkeleri belirlemede en önemli özelliklerinin bunlar olduğunu
açıklamaktadır:
Bu metod şüphesiz bütün metodlardan ayrı ve
üstündür.
1- Kur'an'ın
sunuş metodu her şeyden önce, "hakikatı gerçek
alemde bütün açılarıyla, bütün yönleriyle ve
bütün ilişkileri ve bütün gereklilikleriyle takdim etmesi
sebebiyle diğer metodlardan üstün ve farklıdır.
(insanın anlatım gücü ise, bu seviyeye varamaz.
Çünkü her yazar belli bir seviyedeki insanlara hitab eder. Bu
seviyenin dışındakiler ise hemen hemen onu
anlayamazlar.) Metod, bu kapsamıyla hakikatı
zorlaştırmaz ve etrafını sis ile kapatmaz. Tam
tersine onu insan varlığının bütün
düzeylerine anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet
olsun diye, bu düşüncenin esaslarını belli bir
ilmi seviye kaydına bağlamamıştır.
Çünkü inanç, insan hayatının baş
ihtiyacıdır. Akıl ve kalplerinde kurulacak düşünce,
onların varlık alemiyle ilgi alanını
belirleyecektir. Aynı zamanda, herhangi bir ilmi elde etmenin
yolunu belirleyecektir. Bu sebeple Allah bu inancı
anlamayı, herhangi bir ön bilgiye veya başka bir sebebe
bağlı kılmamıştır. Allah, inançtan
oluşacak düşüncenin, beşerin ilim ve bilgisini
desteklemesini ve kemale erdirmesini istemektedir. Bu
inancın, çevrelerindeki kâinatı düşünme ve açıklama
rehberi olmasıyla birlikte; ilimlerinin ve bilgilerinin
kendisinden başka hak ve kesin bilginin
bulunmadığı gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını
istemektedir. Bundan dolayı yüce Allah, inançtan
kaynaklanan düşüncenin, beşeriyetin ilim ve bilgi
kaynağı olmasını istemektedir.
İnsanın bu kaynağın dışında
elde ettiği ve ulaştığı her sonuç ve her
şey zannî bir bilgi ve kesin olmayan ihtimalli sonuçlardır.
Hatta deneysel bilim de buna dahildir. Çünkü deneysel bilimin
metodu kıyastır. Araştırma ve inceleme tümdengelim
(dedüksiyon) ve tümevarım (endüksiyon) yöntemleri araştırması
ve incelemesi kolay değildir. Beşerin elde ettiği
sonuç ve hükümlerin doğru kabul edilmesi halinde durum
budur. İlmin en yüksek mertebesi, birçok deneyden sonra
elde edeceği neticeler üzerinde kıyaslama
yapmaktır. İlmin kendisi de, bunun gibi kıyaslardan
elde edilen bulguların kesin olmadığını
ve zanni olduğunu kabul etmektedir. Üstelik her deney başlı
başına ihtimallerden birinin tercih edilmesi
esasına dayanır. Yani, kesin ve
tartışmasız değildir. İnsanın elde
edebileceği tek kesin ilim, her şeyi çok iyi bilen ve
her şeyden haberdar olan bilgi ve haber; sahibinden gelen
ilimdir. O'nun zikrettiği her şey haktır ve O, her
şeyde hüküm verenlerin en üstünüdür. (Bu edenle Kur'an
metodunun sunduğu bu gerçeği insanın bünyesi
kabul eder, onun bir ayrılığı olduğunu
hisseder. Diğer kaynaklardan aldığı hiçbir
anlatımda böylesine bir ağırlıkla
karşılaşmaz. Bu da, konuları ele
alış yönünden de mucize olan Kur'an'ın
sırlarından biridir.)
2- Bütün
ilmi araştırmalar, felsefi düşünceler ve sanatsal
ilhamlarda karşılaşılan kopukluk,
dağınıklık ve bunlar eksikliklerden münezzeh
olmadığı için, Kur'an'î metod diğerlerinden
farklı ve üstündür. Beşeri metodların
yaptığı gibi güzel ve uyumlu olan `bütününün
bir yönünü alıp, diğerlerinden ayırmaz. Dünya
alemini ahiret alemine bağlayan bir akış içinde,
bütünün her yönünü birden gözler önüne serer. Bu akış
içinde kâinat, insan ve hayat gerçekleri, ilahi gerçek ile
bütünleşir. Yeryüzündeki insan hayatı, rakibi veya
taklidi mümkün olmayan bir üslup içinde yaşayarak yücelikler
alemindeki hayatla birleşir. Beşeri metodlar bu
konuları taklid etmeye çabaladığında gerçekler
karışık, meçhul, anlaşılmaz ve
dağınık olarak görünür. Bunlarda üslub, açık
ve belirgin olmadığı gibi, Kur'an'î metodda olduğu
gibi düzenli de değildir.
Kur'an'ın akışı içinde sunulan çeşitli
gerçeklerdeki bütünlük ve ilişkilerin
ağırlık merkezi, konudan konuya
değişebilir. Fakat bu bağlılık, sürekli
olarak vardır. Kur'an içinde belli bir noktaya, mesela,
insanlara Rabblerini tanıtma noktasına
ağırlık verildiğinde, bu büyük gerçek ilahi
kudretin kâinat, hayat ve insandaki eserlerinde tecelli eder. Bu
tecelli, hem zahirî alemde, hem de batınî alemde meydana
gelir. Gözler başka bir noktaya, evrenin gerçeğini
tanıtmak konusuna ağırlık verildiğinde,
ilahlık ve evren arasındaki ilişki tecelli eder. Ve
bu akış, çoğu kez hayat ve can verme hakikatine ve
Allah'ın kâinat ile hayata ilişkin kanunlara temas
eder. Dikkatler insanın hakikatine çevrildiğinde ise,
onun uluhiyyet hakikatiyle olan irtibatı, kâinat ve canlılarla
olan irtibatı, görünür görünmez alem ile olan irtibatı
tecelli eder. Dikkatler ahiret yurduna çevrildiğinde, dünya
hayatı hatırlatılır ve ikisi birden Allah ile
diğer hakikatlerle irtibatlandırılır. Dünya
problemlerine dikkat çekildiğinde de durum
aynıdır. Kur'an'da bütün özellikleri belirli olan diğer
araştırma ve sunma şekilleri de böyledir.
3- Hakikatın
bütün yönlerinin birbirine sıkı sıkıya
bağlı olmasıyla beraber, her konuya uyum içindeki
bir bütün halinde Allah katındaki gerçek değerini
vermesiyle de, bu metod diğerlerinden üstün ve farklıdır.
Bu yüzden de, uluhiyyetin hakikatı ve özellikleri;
"uluhiyyet ve ubudiyyet" meselesi olarak gayet açık,
net, kapsamlı ve hakim vaziyette görünür. Hatta bu hakikatı
anlatmak ve bu bilinmezi açığa çıkarmak
Kur'an'ın temel konusu olarak görünür. (Daha önce bu
surenin bir yerinde, bu hakikatın gerçekleştirilmesine
ve bu konunun aydınlatılmasına, yüce Allah'ın
neden bu kadar önem verdiğini açıklamıştık.)
Kader ve ahiret yurduyla birlikte gayb aleminin hakikatı
belirgin bir yer kaplar. Sonra insanın hakikatı, kâinatın
hakikati ve hayatın hakikati, gerçek alemdeki oranlarına
uygun bir yere oturtulur. Ve işte bu sistem içinde
hakikatler, ne örtülü kalır ve ne de ihmal edilir. Her
hakikatın özellikleri ve işaretleri bu hakikatlerin
sergilendiği vitrinde yerini alır, asla kaybolmaz.
Aynı zamanda bu hakikatler -islâmi düşüncede-
birbirini örtmez ve birbirin kaybetmez. Birinci cildin
"Dengeli Bir Düşünce Sistemi" bölümünde izah
ettiğimiz gibi, maddi evrene onun yasalarının
inceliğine, parçaları arasındaki uyuma yönelik
hayranlık duygusu bu maddi evreni ilahlaştırmaya
yolaçmaz. Tabii ki, varlıkları ilahlaştıran
eski ve yeni putperestlerin sapıklığına da düşülmez.
Hayatın azametine, onun görevlerini yerine getirmesine ve
kendi içinde ve çevresiyle olan uyumuna ve doğrultusunun
sapmazlığına karşı duyulan hayret ve
beğeni bizi, hayatı ilahlaştırmaya götüremez.
Yani biyolojik doktrinlerin ilahlaştırma
sapıklıklarından uzak kalınır.
Bunların yanısıra insana, benzersiz özelliklerine,
evrenle ilişkilerinde ortaya konan karakterlerine ve
başka canlılarda bulunmayan potansiyel yeteneklerine yönelik
yani tüm idealist akımların düştüğü hataya
düşülmez, aklını herhangi bir şekilde
ilahlaştırmaz! İlahi hakikatın büyüklüğü
ise, maddi alemlerin varlığını inkâra veya
hafife almaya veyahut da Budizm ve tahrif edilmiş
hristiyanlıkta olduğu gibi insan
varlığını küçümsemeye götürmez! Bu denge
islâmi düşüncenin karakteristik özelliği olduğu
gibi, aynı zamanda bu düşüncenin esaslarının
belirtildiği Kur'an'î metodun ve bu düşüncenin
üzerine bina edildiği gerçeklerin karakteristik kalıbıdır,
iskeletidir. Öyle ki, bunların hepsi, islâmi düşüncenin
Kur'an'daki akışında bütünü çizen eşsiz
tabloda gayet net olarak görünür. Bu Kur'an'a ait bir
özelliktir. Beşeri ifade metodların hiçbiri bu
özelliklere sahip değildir!
4- Bu metod
diğerlerinden etkili olması ve hayat
fışkıran yönüyle de üstündür. Bu metoddaki
dikkat, tekrar ve kesin çizgiler, gerçeklere canlılık
kazandırmakta, etkileyici bir özellikle onları güzelleştirmektedir.
Bu sunuş tarzı öyle yüce ve azizdir ki, beşeri
sergileme ve ifade açısından, beşeri üslup o
mertebeye asla çıkamaz. Sonra aynı zamanda gerçekler,
hayret uyandırıcı bir incelik ve kesin çizgilerle
sergilenmesine rağmen; bu incelik, canlılık ve güzelliği
asla bozmamış ve kesin çizgiler onun uyumluluğuna
ve hayret verici orijinalliğine engel
olmamıştır!
Bizler beşeri üslubumuzla, Kur'an'î metodun
özelliklerini ve onun vardığı dereceyi
hakkıyla anlatamayız. Aynı şekilde bu
incelememizle, "İslâmi Düşüncenin Esasları"
konusunda Kur'an'ın ulaştığı gerçeklerden
hiçbirine ulaşmamız mümkün olamaz. Bizim bu
incelemeyi sunmamızın nedeni, insanların
Kur'an'ın indiği atmosferden uzaklaşmalarından
kaynaklanmaktadır. Bugünün insanları, o atmosferde
yaşayanların hallerinden uzak
kalmışlardır. Kur'an'ın kendilerine
indiği kimselerin katlandığı
ızdıraplardan uzaklaşmışlardır.
Halbuki onlar, kendi zamanlarında ortada bulunan bütün
problemlere rağmen, müslüman toplumu inşa
etmişlerdir. Bu yüzden insanlar, bizzat Kur'an'î metodun
zevkine varmak gücünden bugün mahrumdurlar. Onun
özelliklerinden ve lezzetlerinden direkt olarak istifade etmekten
acizdirler."
Kur'an bazen inanç sistemi ile ilgili gerçekleri öyle açılardan
ele alır ki, o şekilde onları ele almak
insanın aklından bile geçmez. Zira bu tür konular ve
olanlar normalde insanın düşünebileceği veya
dikkatini çekebileceği sahalar değildir.
En'am süresinin şu ayetinde yer alan ilahi ilmin gerçekliğini
ve alanlarını tasvir eden ifadeler de bu türden
konulardır.
"Gaybın anahtarları Allah'ın
katındadır, onu, yalnız O bilir. Mutlaka O'nun
bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin
karanlık deliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa
hepsi apaçık bir kitaptadır." (En'am Suresi,
59)
İnsan düşüncesi, her tarafa dal budak saçan bu
gizli açık meselelere Kur'an'ın ortaya koyduğu
geniş boyutları ile yönelemez. Kapsamlılığını
ortaya koymak istese de, bu ilmin
kapsamlılığını tasvir edemez. İlim
ne kadar bu meseleleri tasvir etmeye çalışsa da, bu
konular ilmin tasvir kapsamına girse de, onları tasvir
etmeyi beceremez. İnsan düşüncesi bu ilmin kapsamını
tasvir etmeye kalksa bile, kendi insani arzularına ve düşüncelerinin
yapısına uygun düşecek başka alanlara yönelecektir...
Daha önce yedinci cüzde bu ayetin yorumunu yaparken şöyle
demiştik:
"Ne yönden bakarsak bakalım şu
kısacık ayete, Kur'an'ın kaynağıyla
konuşan bu mucizeyi göreceğiz.
Konusu açısından baktığımızda bu
sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan
damgası bulunmadığını, daha
karşılaşır karşılaşmaz
duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan
düşüncesinin böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık
ve kuşatıcılığı konusunu-
araştırmasının sonucu, böylesine geniş
ufuklara ulaşamadığını görmek olacaktır.
Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının
değişik bir özelliği ve belli bir
sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği
düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır.
Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan
yaprakları gözetip saymak, insanın ilgi alanına
giren bir konu mudur? Bu nokta, ilk anda insanın aklına
gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesinde
dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak,
insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz
da, kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de
beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın
sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının
işidir.
İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında
gizlenmiş bir tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz
insanoğlunun en fazla yapabildiği, toprağın
altında bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir.
Ancak toprağın karanlığında
gizlenmiş her taneyi izleme konusu, insan aklının
ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği
ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak sözünü edebileceği
bir konu değildir. Toprağın
karanlıklarında örtülü tanenin sayısını
ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır.
"Yaş-kuru ne varsa, hepsi apaçık bir
kitaptadır" ifadesindeki bu kesinlikle, insan
fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla
yapabildiği elindeki yaş ve kuru şeylerden
yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt olarak
bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey
olmadığı gibi, böyle bir ifade tarzına
başvurduğu da görülmemiştir. Yaş-kuru her
şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden,
ancak yüce yaratıcıdır.
İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gözlenmiş
her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta,
korunmuş bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez.
Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı ne
olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak
bunları sayan, kaydeden mülkün sahibidir. Mülkündeki
hiçbir şey, bilgisinin dışında değildir.
Bu konuda küçük de, büyük gibidir. Ve basit de önemli
gibidir. Örtülü olanla, açıkta olan farketmez. Bilinmezle
bilinen, uzakla yakın hep aynıdır.
Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak
sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan
yaprağın, yerin her katmanında örtülü tohumun ve
yeryüzünün her köşesindeki yaş-kuru her şeyin içinde
yeraldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi
nasıl bu sahneye yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı
şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir, ne de
kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın
bilgisine açılır. O'nun bilgisi her şeyi
kapsamış ve kuşatmıştır. Her
şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve
takdiri, büyük-küçük, basit-önemli, örtülü-açık,
bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından
ilgilidir.
Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip insanlar,
insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin
sınırını çok iyi bilirler. İnsan olarak
yaşadıkları deneyimlere dayanarak, buna benzer bir
sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu
şekil bir ifadenin insandan
kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda
tartışmak isteyenler, tüm insan sözlerine baksınlar.
Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar
mı bakalım?
Kur'an'da yeralan sadece bu ve benzeri ayetler bile, bu yüce
Kitab'ın kaynağını bilmek için yeterlidir.
İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından
ayete baktığımızda güzellik ve ahenk dolu
ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde, bu denli erişilmez
düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır.
"Gaybın anahtarları Allah'ın
katındadır. Onu yalnız O bilir."
Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve
gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki
mutlak "bilinmez"likteki uzaklık, ufuklar ve
dipsizlik...
"Karada ve denizde olanı bilir."
Görülen alemdeki uzaklığı, ufukları ve
derinlikleri, aynı düzeyde, aynı genişlik ve
kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen alemdeki bu
uzaklık, ufuklar ve derinlik, perdeli gayb alemine uygun düşmektedir.
"O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez."
Ölüm ve yokoluş olayı... Yücelerden aşağılara,
hayattan yokluğa düşüş hareketi...
"Yerin karanlıklarında olan tane..."
Dipten yüzeye, gizlilikten sessizlikten patlamaya ve
serpilmeye kadar olan doğuş ve gelişim hareketi...
"Yaş-kuru, her şey apaçık
kitaptadır."
Kapsamlı bir genelleme... Genel anlamda bir canlıda
parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır.
Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir?
Şu uyum ve güzelliği vareden kimdir? Bunun gibi
kısacık bir ayette bütün bunları ve
şunları oluşturan kimdir? Allah'dan başka kim
olabilir?
Allah'ın ilminin genişliğini şu ayeti
kerime, aynı şekilde ortaya koymaktadır:
"Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten
ineni ve oraya çıkanı bilir. O çok
esirgeyen, çok bağışlayandır." (Sebe
Suresi, 2)
Birkaç kelime ile insanın gözleri önüne serilen bu
tabloya baktığımızda akla hayale
sığdırılamayacak kadar hayret verici
hareketler, hacimler, şekiller, tablolar, kavramlar,
varlıklar ve grafiklerle karşı karşıya
olduğumuzu anlıyoruz!
Şayet yeryüzünde yaşayan insanların hepsi, bütün
hayatlarını bir tek anda meydana gelen olayları
izlemeye ve onları tesbit etmeye çalışsalar ve
ayetin işaret ettiği gerçekleri saymaya kalkışsalar,
kesinlikle bu olayların hepsini izleyemeyecekler ve
onların sayısını tesbit edemeyeceklerdir!
Bir anlık zaman içinde kaç varlık
toprağın bağrına giriyor? Yine bu kısa
zaman süresi içinde kaç şey çıkıyor yerden? Bu
kısacık zaman diliminde kaç şey iniyor gökyüzünden?..
Yine kaç şey, bu bir anlık zamanda gökyüzüne
yükseliyor! ..
Yine kaç şey toprağın bağrına
giriyor? Kaç tohum toprağa düşüyor ve kaç tohum atılıyor
dünyanın her tarafında! Yeryüzünün uçsuz bucaksız
bölgelerinde kaç kurtçuk, haşere, böcek, sürüngen toprağın
deliklerinde dolaşıyor! Kaç su damlacığı,
gaz atomu, elektrik akımı, yeryüzünün geniş
sahalarına gömülüp gidiyor!.. Kaç?.. Kaç?.. Varlık
giriyor toprağın bağrına... Evet bütün
bunları yüce Allah görüyor ve sürekli kontrol ediyor.
Kaç şey çıkıyor yerden? Kaç bitki
filizleniyor? .'kaç pınar kaynıyor? Kaç volkan patlıyor?
Kaç çeşit gaz havaya yükseliyor? Kaç gizlenmiş
şey ortaya çıkıyor? Kaç böcek gizli yuvasından
dışarı çıkıyor? Görülen ve
görülmeyen insanın bildiği ve bilmediği -ki
bilmedikleri daha çoktur- kaç şey vardır?
Gökten neler iniyor? Kaç yağmur damlası iniyor? Kaç
yıldız kayıyor ve kaç şimşek çakıyor?
Kaç yakıcı ışın geliyor gökten? Kaç
aydınlatıcı ışın gönderiliyor? Kaç
uygulanacak kaza, kaç belirlenmiş kader geliyor? Tüm varlıkları
kuşatan ve özellikle bazı insanları saran kaç
rahmet iniyor? Allah'ın dilediği kullarına
yaydığı ve miktarlarını belirlediği
kaç rızık gönderiliyor?.. Allah'tan başkasının
sayamayacağı kaç şey iniyor gökyüzünden,
kaç?..
Ne kadar varlık yükseliyor semaya? Bitkilerin, hayvanların,
insanların veya insanın bilmediği diğer
yaratıkların semaya yükselen kaç nefesi var? Allah'tan
başkasının yüksekliğini
duymadığı, işitmediği gizli-açık kaç
dua, kaç niyaz var Allah'a yükselen?
Bildiğimiz veya bilmediğimiz ölmüş
yaratıkların ruhlarından kaç tanesi şu anda göğe
yükseliyor. Yüce Allah'ın emri ile şu anda kaç melek
göğe çıkmaktadır? Allah'dan
başkasının bilmediği kaç ruh, bu uçsuz
bucaksız evrende kanat çırpıp uçmaktadır?
Ne kadar buhar yükseliyor bir denizden.
Bir denizden ne kadar buhar yükselmekte, bir bedenden
kaç gaz atomu yukarı çıkmaktadır? Allah'dan
başka kimsenin bilmediği kaç şey yükselmektedir
kaç, kaç şey?..
Sadece bir saniyede neler oluyor? Bir tek saniyede meydana
gelen bunca olayları kavrayabilmek için, insanların
bilgisi ve araştırmaları, hesaplamaları -bu
hesap ve sayma işi için uzun ömürler harcasalar bile-
nereye kadar gidebilir ki? Halbuki yüce Allah'ın engin, her
şeye ulaşan, dehşet verici ve eksiksiz ilmi, bu
olayların hepsini her yerde ve her zaman
kuşatmış bulunmaktadır... Her kalbi, içindeki
niyeti ve hayalleri ile, atışları ve
duruşları ile kontrolü altında tutmaktadır.
Buna rağmen O, insanların hatalarını örter ve
bağışlar...
"O, çok esirgeyen, çok bağışlayandır."
İşte Kur'an-ı Kerim'in bunun gibi tek bir ayeti
dahi, bu Kur'an'ın insan sözü olmadığını
rahatlıkla ortaya koyar. Çünkü böyle evrensel bir hayal
gücü, pek tabii olarak insan aklının kârı
değildir. Böyle evrensel bir düşünce, insan düşüncesinin
bünyesinde yeralmaz. Bir tek dokunuşla, bu evrenin
yaratıcısı olan yüce Allah'ın, kulların
sanatına benzemeyen sanatını
kuşatıcı bir şekilde ortaya koymak hiçbir
insanın harcı değildir.
Bu Kur'an'ın ilahi olan damgası, dış görünüş
itibarı ile küçük olan fakat etkili varlıkları
ve olayları, aslında delil getirdiği önemli konuya
denk düşecek büyük gerçekleri taşıdıkları
için, delil gösterme metodunda da ortaya çıkar...
Aşağıdaki ayetler buna örnektir:
"Biz sizi yarattık, tasdik etmeniz gerekmez mi?
Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu
yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda
ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş
değildir! Böyle yaptık ki, sizin yerinize
benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde
yaratalım. Andolsun ilk yaratmayı biliyorsunuz. Düşünüp
ibret almanız gerekme z
mi? (Vakıa Suresi, 57-62)
"İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz
mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik
onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?"
"Çaktığınız ateşi gördünüz mü?
Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa
yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere
bir fayda yaptık." "Öyleyse ulu Rabbinin adını
yücelt." (Vakıa Suresi, 57-62)
Gerçek odur ki, Kur'an-ı Kerim insanın
alışageldiği şeylerden ve sürekli
gözlemlenebilecek olaylardan önemli evrensel yargılara
varır. Bu yargılarda, varlık alemindeki ilahi
yasalar açığa çıkar. Ve bu yasalarla varlık
alemine ilişkin kapsamlı, büyük bir inanç sistemi ve
mükemmel bir düşünce meydana gelir. Ayrıca bu
yasalardan bir düşünce ve inceleme metodu, ruhlar ve
kalpler için bir hayat, hisler ve duygular için bir uyanıklık
meydana getirir. Evet, sabah akşam gözleri önünde cereyan
ettiği halde, insanların kendisinden habersiz
oldukları bu varlık aleminde meydana gelen olaylara
karşı bir uyanıklık, kendi iç dünyalarına
ve orada meydana gelen hayretengiz ve harika olaylara
karşı bir uyanıklık...
Kur'an-ı Kerim insanları, eşsiz ve harika
olaylara, çok nadir olarak meydana gelen özel mucizelere havale
etmez. Kendi iç dünyalarında ve
alıştıkları hayatta bilinmeyen,
yakınlarında bulunan evrensel olaylara uzak düşen
harikalar, mucizeler, ayetler ve deliller araştırmakla
insanları yükümlü tutmaz. Kur'an insanları,
karmaşık felsefi düşüncelerle, anlaşılmaz,
anlamsız zihinsel problemlerle, herkesin elde
edemeyeceği bilimsel deneyimlerle realiteden
uzaklaştırmaz... Evet Kur'an, insanların iç
dünyalarında bir inanç sistemi, bu inanç sistemine dayalı
evren ve hayata ilişkin bir düşünce meydana getirmek
için insanları böyle uzaklara götürmez.
İnsanların kendileri Allah'ın
sanatının eserleridir. Çevrelerini kuşatan kâinatın
gerçekleri ve olayları, O'nun kudreti tarafından
yaratılmıştır. Allah'ın elinden çıkan
her şeyde mucize gizlidir. Bu Kur'an da, O'nun
Kuran'ıdır. Bu nedenle insanların dikkatlerini
kendi benliklerinde gizli olan ve çevrelerindeki evrene serpiştirilen
bu mucizeler üzerine çeker. Gördükleri, fakat onlardaki
vecizliğin gerçek değerini kavrayamadıkları
alışılagelen bu harikalara dikkatleri çeker.
Çünkü insan, her zaman karşılaştığı
gerçeklerdeki veciz yönlerden habersiz kalabilir. Kur'an onların
dikkatlerini bu harikaların üzerine çekiyor ve böylece
gözlerinin açılmasını, orada gizli olan
dehşetli sırları görmelerini sağlamaya çalışır.
Kur'an, yoktan vareden kudretin sırrını, eşsiz
olan birliğin sırrını, çevrelerini kuşatan
evrende işlediği gibi bizzat kendi bünyelerinde de
faaliyet gösteren imanın delillerini, inanç sisteminin
kesin gerçeklerini gözler önüne seren, bunları bünyelerine
yerleştiren veya daha doğru bir ifade ile
fıtratlarında harekete geçiren ezeli yasanın
sırrını anlamalarını sağlamaya çalışıyor.
İşte Kur'an bu metodu izler. Yaratıcı
kudretin bizzat kendi bünyelerinde, kendi elleriyle ektikleri
ekinlerinde, içtikleri suda, yaktıkları ateşte, görülen
ayetlerini, delillerini onların gözleri önüne serer.
Bunlar, insanların aynı zamanda
alışageldikleri hayatta, gözleri önünde meydana gelen
en basit olaylardır. Kur'an aynı metoda bağlı
olarak varılacak son anı da, bu yöntemle açıklıyor.
Bu yeryüzünde hayatın sona erişini, başka bir dünyada
hayatın tekrar başlamasını da bu yolla tasvir
ediyor. Herkesi-n mutlaka karşılaşacağı günü,
her türlü çarenin sona erdiği anı, bütün canlı
varlıkların, hiçbir çırpınmanın ve hiçbir
kurtuluş yolunun kalmadığı, bütün maskelerin
düştüğü ve bütün üstünlük taslamaların
iptal edildiği günde sınırsız güç, kudret
ve yetki sahibi yüce Allah'ın huzurunda onunla yüzyüze
gelecekleri günü de aynı şekilde anlatmaktadır.
Kur'an'ın insanın fıtratına hitap metodu
bile, O'nun ana kaynağını gösteren bir delildir.
Bu kaynak evrenin de kendisinden meydana geldiği
kaynaktır. Kur'an'ın diziliş metodu aynen evrenin
kuruluş metodudur. Evrenin en basit maddelerinden en girift
şekiller ve en büyük varlıklar meydana gelir. Kâinatın
ana maddesinin atom olduğu, hayatın ana maddesinin de hücre
olduğu sanılmaktadır. Atom o kadar küçük olmasına
rağmen, aslında bir mucizedir. Hücre onca küçüklüğüne
rağmen, aslında apaçık bir mucizedir. Burada
Kur'an, insanın gözlemlediği
alışılagelen basit olayları, dini inancın
en önemli meselesini, evrenin en kapsamlı düşüncesini
açıklamanın ana maddesi olarak alıyor. Bunlar, her
insanın deneyiminin kapsamına giren gözlemlerdir...
İnsanlık neslinin çoğalması! Ekin... Su...
Ateş... Ölüm... Yeryüzünde yaşayan hangi
insanın deneyimleri arasına girmez bu sahneler?
Mağarada bile yaşayan hangi insan, bir ceninin
(embriyonun) hayatının ve bir bitkinin
hayatının nasıl meydana geldiğini, suyun
nasıl düştüğünü, ateşin nasıl
yandığını, ölüm anının nasıl
olduğunu görmemiştir? İşte Kur'an-ı
Kerim, her insanın gözlemlediği bu olaylardan inanç
sistemini meydana getirir. Çünkü Kur'an her çevredeki, her
insana hitap eder. Aslında bu basit ve normal sahneler, kâinatın
en önemli gerçeklerini, ilahi sırların en büyüklerini
oluşturur. Bu manzaralar basit olmalarına rağmen,
her insanın fıtratına hitap ederler. Aslında
bunlar, en uzman bilginlerin sonsuza dek üzerinde çalışmaları
gereken gerçeklerdir.
Kur'an'ın kaynağını da gösteren bu açıklamayı
bundan daha ileriye götürecek güçte değiliz. Bu kadar açıklama
da yeter zaten. Şimdi tekrar surenin akış seyrine dönelim...
Ve yüce Allah gerçekten doğru söylüyor:
"Bu Kur'an Allah'dan geldi, başkası
tarafından uydurulmuş değildir."
"Yoksa, `onu Muhammed uydurdu' mu diyorlar? Onlara de ki;
"Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer
bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında
kimleri yardıma çağırabilecekseniz çağırınız."
Surenin akışı bu apaçık meydan
okuyuştan sonra, tartışmaya devam etmekten vazgeçiyor.
Böylece onların zandan başka bir şeye
dayanmadıklarını belirtiyor. Onlar bilmedikleri
şeyler hakkında hüküm veriyorlar. Aslında hüküm
vermeden önce, bilginin olması gerekir. Bu konuda sırf
arzu ve isteklere veya kuru zanna dayanılmaması lâzımdır.
Burada hakkında hüküm verdikleri şey, Kur'an'ın
vahiy olup olmadığı vaadlerinin ve tehditlerinin
doğru olup olmadığıdır. Onlar bu gerçekleri
yalan saymışlardır. Fakat bunları yalan
sayarken sağlıklı bir ilgiye
dayanmamışlardır. Onlar tüm boyutları ile
kavramadıkları bu gerçekleri yalanlamışlardır:
"Tersine onlar, bilgisini kavrayamadıkları ve
henüz açıklamasına da muhatap olmadıkları
bir mesajı yalanladılar."
Onların bu konudaki durumu, kendilerinden önce Rabblerini
yalanlayan zalimlerin ve müşriklerin durumu gibidir. Düşünüp
ibret alacak olanlar, akıbetlerinin ne
olacağını öğrenmek için, daha öncekilerin
sonlarının ne olduğunu düşünsünler.
"Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı.
Gör bakalım, o zalimlerin sonu nice oldu?"
Çoğunluğu zandan başka bir şeye
uymamalarına rağmen ve kesin bir bilgi sahibi
olmadıkları halde gerçekleri yalanladıkları
halde onlardan bazıları bu Kitab'a iman
ediyorlardı. Onların hepsi yalanlayıcılardan
değildi:
" Onlardan
kimi bu Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz. Rabbin kimlerin
bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir.''
Bozguncular iman etmeyenlerdir. İnsanların gerçek
ilahlarına iman etmemeleri ve yalnız O'na kulluk
yapmamaları kadar hiçbir şey, yeryüzünde bozgunculuğun
bu derece yaygınlaşmasına neden olmaz. Yeryüzündeki
bozgunculuk ancak ve ancak Allah'dan başkasına boyun
eğmekten kaynaklanır. Bunun peşinden de,
insanın hayatın ı her yönden kuşatan bir kötülük
etrafı kuşatır. Kendi iç dünyasında ve
başka alanlarda arzu ve isteklere bağlılıktan
doğan kötülük... Kendi sahte ilahlıklarının
konumunu sağlamlaştırmak için her şeyin düzenini
bozan yeryüzü ilahlarının ortaya çıkışından
kaynaklanan kötülük... Bunlar insanların ahlâklarını,
ruhlarını, düşüncelerini ve kavrayışlarını...
Sonra kendilerine yararlı olan şeylerini ve
mallarını harcayan kötülük önderleridir. Sırf
kendi sahte ve desteksiz varlıklarını korumak için
böyle yaparlar. Klasik ve modern cahiliye tarihi iman etmeyen
bozguncuların ortaya çıkardığı bu tür
bozgunculuklarla dolup taşmaktadır.
Surenin akışı onların bu Kitab'a
karşı tutumlarını belirledikten sonra,
hitabı Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
yöneltmektedir. Ondan yalanlayıcıların
yalanlamalarından etkilenmemesini, onlarla
uğraşmaktan vazgeçmesini, onların işledikleri
amellerden tamamen uzak olduğunu açıklamasını,
yanında bulunduğu gerçek ile beraber sarsılmaz bir
inanç, kesin ve net bir tavırla onlardan
ayrılmasını istemektedir.
"Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; "Benim
işlediklerim bana, sizin işledikleriniz de sizedir.
Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz
olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim
bir ilgim yoktur."
Bu onların vicdanlarına yönelik bir dokunuştur.
Sözkonusu korkunç sonlarını kendilerine açıkladıktan
sonra, onları amelleriyle başbaşa
bırakıyor. Kendi akıbetleri ile onları yüzyüze
getiriyor. Aynen babası ile beraber yürümemekte direten
çocuğu, babasının yalnız başına
yolun ortasında bırakması, babasından bir
destek almaksızın, çocuğun yalnız olarak
gitmek istediği yere gidebilmesi gibi. Çoğunlukla bu tür
tehdit metodu başarılı olur!..
Surenin akış seyri devam edip, müşriklerden
bazılarının Peygamberimizi -salât ve selâm
üzerine olsun- kulakları ile dinlediklerini, ama kalplerinin
kapalı olduğunu, gözleri ile ona baktıklarını
fakat basiretlerinin kapalı olduğunu, bu nedenle ne
dinlemekten, ne de bakmaktan bir şey elde etmediklerini, buna
bağlı olarak hidayetin yolunu
alamadıklarını anlatıyor:
-Onların arasında Kur'an okùrken sana kulak verenler
de vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden de
yoksun sağırlara sen söz işittirebilir misin?
-Onların arasında sana bakanlar vardır. Fakat görme
yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri, sen doğru
yola iletebilir misin?
Bir sözü dinleyip de dinlediğini anlamayan,
baktıkları ha(de neye baktıklarını iyice
ayırd edemeyen bu tür insanlar... Evet bu tür insanlar, her
zaman ve her yerde, pek çoktur. Bu durumdaki insanlara Peygamber
-salât ve selâm üzerine olsun- bir şey yapamaz. Zira
onların duyguları ve organları, akılları
ve kalpleri ile sağlıklı bir diyalog içinde değildir.
Sanki bu organlar, gerçek görevlerini yapmayacak biçimde dumura
uğramışlardır. Görevlerini bu nedenle
yapamamaktadır. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun-
sağır olanı işittiremez! Kör olana
gösteremez! Bunu yalnız yüce Allah yapabilir. Yüce Allah
da, değişmez bir yasa koymuştur. Ve insanları
da, bu yasa ile başbaşa bırakmıştır.
Onlara göz, kulak ve akıl vermiştir ki, onunla
doğru yolu bulsunlar. Eğer onlar, bu imkânlarını
kullanmazlarsa, değişmeyen ve farklılık gözetmeyen
Allah'ın yasası onları yakalayacak, adaletin
gereği olarak cezalarını çekeceklerdir. Böylece
Allah, onlara zulüm etmiş olmayacaktır:
"Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi
kendilerine zulmederler."
Bu son ayetler Peygamber'i -salât ve selâm üzerine olsun-
teselli etmektedir. Çünkü gerçeği sunduğu halde
onlar kendisini yalanladıkları, sürekli bir açıklamaya
rağmen, yine de bu kadar inatla direttikleri için, peygamber
artık sıkılmıştır. Yani burada yüce
Allah'ın, müşriklerin doğru yolu
reddedişlerinin peygamberin çabasındaki bir eksiklikten
kaynaklanmadığını, duyurduğu gerçekte
hiçbir kusur olmadığını, fakat
muhataplarının kör ve sağır gibi
davrandıklarını bildirmesi, peygamberi
rahatlatmıştır. Çünkü bundan ötesi, yani
kulakları ve gözleri açmak, ancak Allah'ın
işidir. Onları harekete geçirmek, davetin ve
davetçinin görevleri kapsamına girmez. Bu, Allah'ın
özel yetkisi dahilindedir.
Yine bu son ayetlerde, peygamberin şahsında
somutlaşsa da, kulluğun yapısı ve sahası
kesin çizgilerle belirlenmektedir. Peygamber de, Allah'ın
kullarından biridir. Kulluğun sahası
dışında hiçbir yetkisi yoktur. Bütün yetki
Allah'ın elindedir.
ÇARPICI DOKUNUŞ
Bundan sonra surenin akışı kıyamet
sahnelerinden biriyle, seri bir biçimde onların
vicdanlarına dokunuyor. Bu sahnede insanların bütün
duygularını harekete geçiren, akıllarını
meşgul eden ve tüm değerlerini yiyip bitiren dünya
hayatı, çabucak gelip geçen bir yolculuk olarak
görülüyor. İnsanlar orada kısa bir süre kaldıktan
sonra sürekli olan yerlerine ve anayurtlarına dönüyorlar:
|
|
O |
|
O |
|