O |
Yunus
|
O |
|
33- Böylece Rabbinin yoldan çıkmışlara
ilişkin, onların iman etmeyecekleri şeklindeki sözü
gerçekleşmiş oldu.
Bu ilke, Allah onları iman etmekten alıkoyuyor
anlamına gelmez. İşte imanın evrendeki
delilleri apaçık ortada. İşte onların inançlarında
bile, imanın öncüleri, önşartları kesin biçimde
yeralıyor. Fakat onlar buna rağmen kendilerini imana
ulaştıracak yoldan sapıyorlar. Ellerindeki
öncülleri inkâr ediyorlar. Gözleriyle gördükleri delillerden
yüz çeviriyorlar. Sahip oldukları fıtratın
sağlam mantığını kullanmıyorlar.
Bundan sonra tekrar Allah'ın kudretini gösteren olaylara
dönülüyor. Ortakların bu olaylarla herhangi bir etkisi
olup olmadığı ortaya konuyor:
34- Onlara de ki; "Allah'a ortak koştuğunuz
putlar içinde, yaratma olayını ilk başta gerçekleştiren
ve sonra tekrarlayan var mı?" De ki; "Allah yaratma
olayını ilk başta gerçekleştirir, sonra da
onu tekrarlar. Doğrudan nasıl
saptırılıyorsunuz?"
35- Onlara de ki; "Allah'a ortak koştuğunuz
putlar arasında gerçeğe ileten var mı?" De ki;
"Allah, insanları gerçeğe iletir. " Acaba
insanları gerçeğe ileten mi uyulmaya daha
layıktır, yoksa başkasının
kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu
kendi kendine bulamayan mı? O halde size ne oluyor da böyle
yanlış hüküm veriyorsunuz?
Yine yaratma ve kendilerini doğruya iletme gibi soruda
yeralan konular, onların daha önce de gözlemledikleri ve
önceki inançlarının doğal sonuçlarından çıkacak
normal meseleler değildi. Fakat buna rağmen yüce Allah,
onların önceki inançlarına dayanarak bu soruları
onlara yöneltiyordu. Zira, azıcık bir düşünme ve
değerlendirme onların bu meseleleri kavramalarına
ve önceki inançlarının kaçınılmaz sonuçlarından
biri olduğunu anlamalarına neden olabilirdi. Ayrıca
yöneltilen soruların cevabını onlardan beklemiyor.
İmana ilişkin ön şartların kabul
edilişinden sonra, varılacak sonuçların gayet açık
olmalarına dayanarak soruları kendisi cevaplıyor.
"Onlara de ki; "Allah'a, ortak koştuğunuz
putlar içinde yaratma olayını ilk başta gerçekleştiren
ve sonra tekrarlayan var mı?"
Onlar, Allah'ın başta her şeyi
yarattığını kabul ediyorlardı.
Yalnız onları yeniden yaratacağını,
ölümden sonra dirilmeyi, kabirlerden kalkmayı, hesaba
çekilmeyi ve amellerine göre cezalandırılmayı
kabul etmiyorlardı. Şu var ki: Yaratan ve idare eden
Allah'ın hikmeti, sırf başta her şeyi
yaratması ile, sonra kendileri için hedef gösterilen
olgunluğa kavuşmadan, iyiliklerinin ve kendilerine gösterilen
yolda yürümelerinin mükâfatını almadan, kötülüklerinin
ve doğru yoldan sapmalarının cezasını
çekmeden bu yeryüzündeki insanların hayatının
sona ermesi ile gerçekleşemez ve
anlaşılamazdı. Hikmeti gözeten ve her şeyi en
güzel biçimde düzenleyen, idare eden bir yaratıcı için
böyle bir hayat seyri eksik olurdu. O'na yakışamazdı.
Yaratıcı olan Allah'ın hikmeti, düzeni ve idaresi,
adaleti ve rahmeti açısından ahiret hayatı, hiç
şüphesiz inanç sisteminin kaçınılmaz
şartlarından biriydi. Onlar Allah'ın
yaratıcı olduğuna inandıkları, ölüden
diriyi çıkardığını kabul ettikleri için,
bu gerçeği onlara bildirmek gerekiyordu. Zaten ahiret
hayatı, onların kabul ettikleri ölüden diriyi çıkarmaya
çok benziyordu:
"De ki; Allah, yaratma olayını ilk başta
gerçekleştirir, sonra da onu tekrarla r."
Ellerinde bu kadar öncüller bulunduğu halde bu gerçeği
anlamaktan yüz çevirmeleri gerçekten tuhaftır:
"Doğrudan nasıl saptırılıyorsunuz?"
Gerçekten uzaklaşır, uydurma şeylere yönelir
ve doğru yoldan saparsınız'?
" Onlara de
ki; "Allah'a ortak koştuğunuz putlar arasında
gerçeği ileten var mı?"
Sizin ortaklarınızdan kitap indiren, peygamber gönderen,
bir hayat sistemi kuran, bir hukuk belirleyen, uyarıda
bulunan, iyiliğe yönelten, yüce Allah'ın evrendeki ve
gönüllerdeki ayetlerini ortaya koyan, bilinçsiz gönülleri
uyandıran, fonksiyonunu yerine getiren ve duyguları
harekete geçiren birileri var mıdır? Bunların
hepsinin Allah'dan olduğunu biliyorsunuz. Ve bunların
hepsini size getiren ve arzeden, gerçeğe ulaşmanız
için uğraşan peygamberin fonksiyonunu biliyorsunuz
değil mi? Bu konu da daha önce onların kabul ettikleri
bir mesele değildi. Fakat bu da, realiteleri gözönünde
bulunan bir gerçekti. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine
olsun- onlara açıklaması, onların da bunları
olduğu gibi kabul etmeleri gerekirdi:
"De ki; Allah insanları gerçeğe iletir."
İşte bu gerçekten yeni bir mesele çıkıyor.
Onun da cevabı ortadadır:
"Acaba insanları gerçeğe ileten mi uyulmaya
daha lâyıktır, yoksa başkasının
kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu
kendi kendine bulamayan mı?"
Cevap ortadadır. İnsanlara doğru yolu gösteren
uyulmaya daha lâyıktır. Başkasının yol göstermesi
bir yana, kendisine bile doğru yolu gösteremeyen değil!..
İlahlara ilişkin bu ilke taş olsun, ağaç
olsun, yıldız olsun veya Hz. İsa -selâm üzerine
olsun- örneğinde olduğu gibi bir insan olsun, bütün
ibadet edilen varlıklar için geçerlidir. İnsanlara
doğru yolu göstermesi için Allah tarafından bir
peygamber olarak gönderilmesine rağmen, insan olması
nedeniyle Allah'ın hidayetine muhtaç olan Hz. İsa için
durum böyle olduğuna göre, bu gerçek ilke başka
ilahlar için haydi haydi geçerli olur.
"O halde size ne oluyor da böyle yanlış hüküm
veriyorsunuz?"
Ne oldu size! Beyniniz dumura mı uğradı?
Olayları nasıl değerlendiriyorsunuz da, bütün çıplaklığı
ile ortada olan gerçekten uzaklaşıp gidiyorsunuz'?
Kur'an'ın akışı içinde onlara böyle bir
soru sorulup cevabı verildikten sonra... Kendilerine verilen
bu cevabın, apaçık gerçeklerin zorunlu sonucu ve daha
önce kabul ettikleri öncüllerin kaçınılmaz neticesi
olduğu belirtildikten sonra, müşriklerin; görüş
belirtme, delil getirme, hüküm verme ve bir şeye inanmada
pratiklerinin ve realitelerinin ne olduğu dile getiriliyor. Görülüyor
ki, onlar gerek inandıkları ve hüküm verdikleri
konularda ve gerekse taptıkları ilahlarda kesin bir gerçeğe
dayanmıyorlar. Aklı ve fıtratı huzur ve güvene
kavuşturacak etüdlerle elde edilmiş gerçeklere yaslanmıyorlar.
Sadece kuruntulara ve tahminlere bağlanıyorlar. Bu
mitolojik anlayışa göre yaşıyor ve onunla
ayakta duruyorlar. Ne var ki, bunlar hiçbir gerçeği ifade
edemezler.
36- Onların çoğu sadece zayıf bilgiye, zanna
dayanıyor. Oysa zan, zayıf bilgi, gerçeğin bir
noktasının bile yerini tutamaz. Hiç şüphesiz
Allah onların ne yaptıklarını bilir.
Onlar Allah'ın ortakları olduğunu
sanıyorlar. Fakat bu zanlarını, incelemeleri, etüdlere
tabi tutmuyorlar. Teori ve pratik olarak onun, gerçek olup olmadığını
araştırmıyorlar. Onlar sanıyorlar ki,
eğer bu putlar tapılmaya, ibadet edilmeye lâyık
olmasaydı, ataları onlara ibadet etmezlerdi. Evet böyle
sanıyorlar ve bu saçma anlayışın doğru
olup olmadığını
araştırmıyorlar. Akıllarını
geleneksel ve tahmine dayalı
bağlılığın esaretinden
kurtaramıyorlar... Yine onlar sanıyorlar ki,
kendilerinden bir adama Allah vahiy göndermez. Fakat bu işin
Allah açısından neden imkânsız olduğunu
incelemiyorlar.. Onlar sanıyorlar ki, Kur'an, Muhammed'in
yazdığı bir kitaptır. Yalnız düşünmüyorlar
ki; bir insan olan Muhammed, bu Kur'an'ı yazabiliyorsa,
kendileri de onun gibi insanlar oldukları halde neden bir
Kur'an yazamıyorlar'?.. İşte bu şekilde, gerçek
bir değer taşımayan bir yığın zan içinde
yaşıyorlar. Onların neler
yaptıklarını ve ne işlerle
uğraştıklarını kesin bir şekilde
bilen yalnız Allah'tır.
"Hiç şüphesiz Allah onların ne
yaptıklarını bilir."
BU KUR'AN ALLAH'DAN GEI,Dİ
Yukarıdaki değerlendirmenin detaylı bir
devamı niteliğindeki bir açıklama ile
Kur'an'ın akışı, onları Kur'an'a
ilişkin yeni bir geziye çıkarıyor. Kur'an'ın,
Allah'dan başkası tarafından uydurulan bir kitap
olduğu şeklindeki bir yaklaşımı
reddederek ve Kur'an'ın surelerine benzer bir tek sure ortaya
koyamayacaklarını vurgulayarak bir meydan okuyuşla
konuya giriyor. İkinci olarak, onların kesin olarak
bilmedikleri ve araştırmadıkları konularda
çarçabuk hüküm verdiklerini dile getiriyor. Üçüncü olarak,
bu Kur'an'ı karşılamada nasıl bir tavır
takındıklarını, nasıl bir duruma düştüklerini
ifade ediyor. Dördüncü olarak, Peygamber'in -salât ve selâm
üzerine olsun- müşrikler kabul etsin etmesin, kendi
çizgisinde sebat etmesi gerektiğini belirtiyor. Son olarak,
bilinçli bir biçimde sapıklığı tercih eden
kesimin imanından ümit kesildiğine ve onları
bekleyen acı akıbete, böyle bir akıbete
uğramalarında Allah'ın onlara zulmetmediğine,
bilinçli olarak sapıklığı seçmekle bu akıbete
uğramayı hak ettiklerine işaret ediliyor:
|
|
O |
|
O |
|