11- Allah, insanlara iyiliği istedikleri çabuklukta
kötülüğü verseydi, süreleri hemen bitirilirdi. Oysa biz,
bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenleri
azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.
12- İnsanın başına bir
sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken
bize yalvarır. Fakat sıkıntısını
giderdiğimizde başına gelen
sıkıntıdan dolay bize hiç yalvarmamış
gibi olur. işte ölçüyü aşanlara, işledikleri kötülükler
böylesine güzel gösterildi.
13- Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri
kendilerine açık gerçekler getirmişlerken, zalimce
davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için
yokettik. İşte biz ağır suçlu toplumları
böyle cezalandırırız.
14- Sonra nasıl davranacağınızı görelim
diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık.
Müşrik Araplar Allah'ın cezasını çabucak
getirmesi için Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
meydan okuyorlardı... Yine bu surede yüce Allah onların
şu sözlerini aktarmaktadır:
"Eğer doğru söylüyorsanız
va'dettiğiniz bu ceza ne zaman gerçekleşecek, derler."
Ra'd suresinin altıncı ayetinde ise,
"Senden iyilikten önce kötülük istiyorlar. Oysa
onlardan önceki benzerlerinin başına nice cezalar
gelmişti" deniyor.
Yine Kur'an-ı Kerim onların şu sözlerini de
nakletmektedir.
"Hani onlar Ey Rabbimiz, `Eğer bu Kur'an senin
tarafından gönderilmiş gerçek bir kitap ise, başımıza
taş yağdır ya da bizi acıklı bir azaba
çarptır' dediler. (Enfal Suresi, 32)
Bunların hepsi müşriklerin Allah'ın doğru
yolunu, ne denli bir inatla
karşıladıklarını gözler önüne seriyor...
Buna rağmen Allah'ın hikmeti gereği cezaları
ertelenmişti. Daha önceleri peygamberlerin mesajlarını
yalanlayan milletlerin başlarına geldiği gibi,
onların başına da köklerini kazıyarak ve
onları yokedecek bir ceza gönderilmemişti. Çünkü
yüce Allah, onların çoğunun eninde sonunda islâm
dinine gireceğini, bu dinin onlarla güçleneceğini,
onlarla yeryüzüne yayılacağını biliyordu.
Nitekim, Mekke'nin fethinden sonra bu gerçekleşti. Tabii ki,
onlar işin böyle sonuçlanacağını
bilmiyorlardı, bilmeden O'na meydan okuyorlardı!
Allah'ın onlar için dilediği gerçek iyilikten
haberleri yoktu. Allah'ın onlar için dilediği bu iyilik,
kötülüğü istedikleri çabukluktaki alelacele istedikleri
iyilik değildi!
Yüce Allah birinci ayette onlara demek istiyor ki; Eğer
Allah acele gelmesini istedikleri iyilik gibi, meydan okuyarak
gelmesini istedikleri kötülüğü onlara çabucak verseydi...
Eğer yüce Allah çarçabuk istedikleri her şeyi
vermiş olsaydı, onların yok oluşlarına hükmeder
ve hemen kendilerini öldürürdü! Fakat yüce Allah onları,
kendilerini bekleyen işler için yaşatıyordu.
Sonra onları, kendilerine tanınan bu süreye
güvenerek bundan sonraki gelecekten habersizmiş gibi hareket
etmekten sakındırıyordu. Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını
sanmayanlar, kendileri için belirlenen bu ecel gelinceye kadar,
bilinçsizlikleri içinde debelenip duracaklardı.
Kötülüğün çabucak gelmesini istemekten söz edilmişken,
insanın dara düştüğünde nasıl hareket
ettiğini gösteren bir tabloya yer verilmiştir. Bu tablo,
herhangi bir zararın kendisine dokunmasından
korktuğu halde, kötülüğün hemencecik gelmesini
istemenin, insan tabiatında yeralan bir çelişki
olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü belanın
geldiği an korkmakta, tehlike geçince sanki korkmamış
gibi eski haline dönmektedir:
"İnsanın başına bir
sıkıntı gelince yatarken, otururken ayaktayken bize
yalvarır. Fakat sıkıntısını
giderdiğimizde başına gelen
sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış
gibi olur. İşte ölçüyü aşanlara,
işledikleri kötülükler böylesine güzel gösterildi."
Bu sürekli biçimde gözlemlenebilen bir insan tipinin çok
şahane bir örneğidir. İnsan,
sağlığı yerindeyken, durumu müsait iken hayatın
akışına kendisini kaptırır; hata eder, günah
işler, azar ve ölçüleri çiğner. Allah'ın
koruduğu ve rahmetiyle kuşattığı
kimselerin dışında, hiç kimse güçlü ve kuvvetli
iken, ilerde güçsüz ve zayıf düşeceğini
hatırına getirmez. Bolluk zamanı insana çok
şey unutturur. Kendini zengin görmek insanı
azdırır... Sonra kendisini kıskıvrak yakalayan
bela ile bir de bakarsınız ki, boynu bükük, korkak bir
zavallı olmuştur. Birden bol bol dua etmeye, uzun uzun
niyazlarda bulunmaya başlar. Bu zor şartlar
karşısında bunalır, refahın çarçabuk
gelmesini diler... Duası kabul edildiğinde, felâketten
kurtulduğunda artık bir daha geriye bakmaz, düşünmez,
nereye varacağını hesaplamaz. Tekrar, daha
önceleri olduğu gibi dünya hayatına dalar. Hiçbir
şeye aldırmaz.
Kur'an'ın akışı ifade
aşamalarını ve etkili vurgularını, gözler
önüne sermeye çalıştığı psikolojik
durumla ve sunmaya çalıştığı insan tipi
ile paralel ve ahenkli biçimde ayarlamaktadır. Buna
bağlı olarak felaket manzarasını yavaş
yavaş, üzerine basa basa ve uzun uzun tasvir etmektedir:
"Yatarken, otururken ve ayaktayken bize yalvarır."
İnsanın bedeninin, malının ve kuvvetinin
üzerine yürüyen bir akıntının engele çarpınca,
nasıl durduğunu veya geri döndüğünü tasvir
etmek için; o insanın her halini, her tutumunu ve her görünümünü
net bir biçimde canlandırıyor. Engel ortadan
kalkınca, "geçip gider" tek bir sözcük kullanılıyor.
Bu tek sözcük boşalmayı, çözülmeyi, akıp
gitmeyi ifade eder. "Geçti gitti" durmaksızın.
Şükretmek için durmaz, düşünmek için bakmaz.
İbret almak için değerlendirmez;
`geçip-gider.'
"Başına gelen sıkıntıdan
dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur."
Fren tanımadan, engel tanımadan ve hiçbir şeye
aldırmadan hayatın akışına
kaptırır kendisini!
İşte bunun gibi bir karakter ile, sadece felâket sırasında
bu felâketten kurtuluncaya kadar hatırladıktan hemen
sonra yoluna devam etme ve "geçip-gitme" karakteri...
Evet işte bu tip bir karakterle ölçüyü aşanlar
azgınlıklarını sürdürürler ve bu tutumları
ile sınırları aştıklarını
anlamazlar.
"İşte ölçüyü aşanlara işledikleri
kötülükler, böylesine güzel gösterildi."
Önceki asırlarda ölçüyü aşmanın sonu ne
oldu?
"Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri
kendilerine açık gerçekler getirmişlerken zalimce
davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için
yokettik. İşte biz ağır suçlu toplumları
böyle cezalandırırız."
Ölçüyü çiğneme, haddini aşma ve şirk
anlamına gelen zulüm onları felâkete sürüklemiştir.
İşte onların sonu buydu. Müşrik Araplar, Arap
Yarımadası'nda Ad'ın, Semud'un ve Lut kavminin
yaşadıkları bölgelerde, onların
kalıntılarını gözleri ile görüyorlardı.
Size peygamber apaçık delillerle geldi%-i gibi, önceki
nesillere de peygamberleri gelmişlerdi.
"İman etmeye yanaşmadıkları için."
Çünkü onlar iman yoluna girmediler. İsyan yolunu seçtiler.
Ve bu yola dalıp gittiler. Artık tekrar imana hazır
duruma gelmediler. Dolayısı ile suçluların
cezasına çarptırıldılar...
"İşte biz ağır suçlu toplumları
böyle cezalandırırız."
Kur'an-ı Kerim, peygamberleri apaçık delillerle
kendilerine geldikleri halde, iman etmeyen ve bu nedenle cezaya
çarptırılan suçluların sonunu müşriklere
sunarken, bu yokedilen milletlerin yerine kendilerinin
geldiklerini, önceki milletlere varis kılınmakla,
ayrılığa düştükleri konularda sınanarak
deneneceklerini hatırlatıyor:
"Sonra nasıl davranacağınızı görelim
diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık."
Bu, insanın kalbi için kuvvetli bir dokunuştur.
Çünkü bu anlayışla insan, eski sahiplerinden kalma
bir mülke varis kılındığını, daha
önceleri buraya yerleştirilenlerin oradan sürüldüklerini,
kendisinin de buradaki fonksiyonu ile bu mülke geçici olarak
sahip olduğunu, burada sayılı birkaç gün
geçireceğini, yaptıkları ile burada
sınandığını, bu mülk ile denendiğini,
burada az bir süre kaldıktan sonra yaptıklarından
hesaba çekileceğini kavramış olmaktadır!
İslâmın, insanın kalbine
yerleştirdiği bu düşünce, onun gerçeği görmesini
ve ondan saptırmak isteyenlere aldanmamasını
sağlamasının yanında, insanın kalbinde
bir uyanıklık, duyarlılık ve takvayı
harekete geçirir. İşte bu hem ferdin, hem de içinde yaşadığı
toplumun emniyet sibobudur.
İnsanın yeryüzünde geçirdiği günler ile,
sahip olduğu her şey ile ve kendisine verilen bütün
imkânları ile sınandığının, imtihan
edildiğinin bilincine varması,
duyarsızlığa, aldanmaya ve oyuna gelmeye
karşı bir kalkan bahşeder. Dünya hayatının
nimetlerine dalıp boğulmaktan, kendisinden sorumlu
olduğu ve bu vesile ile sınandığı bu
nimetlerin peşine ihtirasla koşmaktan korur onu.
Yüce Allah'ın aşağıdaki cümlede tasvir
ettiği gibi, insanı kuşatan "Allah'ın gözetmesinin"
bilincinde olması, kişiyi daha çok korunmaya, daha çok
sakınmaya iter. İyilik yapma arzusunu ve bu imtihandan
başarı ile çıkma arzusunu daha da
arttırır:
"Nasıl davranacağınızı görelim
diye."
İşte bu, islâmın bu gibi güçlü dokunuşlarla
insanın kalbinde harekete geçirdiği düşünce ile,
ilahi kontrol ve ahirette hesap verme düşüncesini çığırından
çıkaran düşünceler arasındaki yol
ayırımıdır!.. Biri, islâmi düşünceyi
esas olarak yaşayan, diğeri ise, diğer
kısır düşünceleri esas olarak yaşayan iki
insan ortak bir noktada buluşamaz... Ne hayata, ne ahlâka,
ne de harekete bakış açılarında
buluşmaları mümkündür. Aynı şekilde herbiri
birbiriyle bağdaşmayan ve buluşmayan iki ana
ilkeden birine dayandırılan iki hayat düzenini de kaynaştırmak
mümkün değildir!
İslâmda hayat bütün kuralları ve temel ilkeleri
ile eksiksiz bir hayattır. Burada, islâm düşüncesindeki
bu temel gereklerden birini, bu gerçeğin bireyin ve toplumun
hareketinde meydana getirdiği etkileri örnek olarak vermemiz
yeterli olacaktı. Bu nedenle islâmi hayatı, bu gerçeğin
dışında başka temellere dayandırılan
hayatlarla ve bu hayatın ortaya çıkardığı
sonuçlarla karıştırmak mümkün değildir!
İslâmi hayatın ve islâm düzeninin, başka
yaşam tarzları ve başka düzenlerle aşılanmasının
mümkün olduğunu düşünenler, islâmda hayatın
kendisi üzerinde kurulduğu ilkeler ile, insanlar
tarafından kurulan beşeri düzenlerin hepsinde hayatın
üzerinde kurulduğu ilkeler arasındaki köklü, derin
farkların tabiatını, yapısın kavramayan
kimselerdi!
MÜŞRİK TABİATI
Bundan sonra Kur'an'ın akışı,onlara hitap
etme yöntemini bırakıyor. Önceki milletlere varis
olduktan sonra, müşriklerin yaptıkları
işlerden örnekler vermeye geçiyor.
Müşrikler, suçlu olan millete varis oldular. Fakat
bundan sonra ne yaptılar?