O |
Yunus
|
O |
|
RUBUBİYET (RAB) DAVASI
3- Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı;
sonra Arş'a kuruldu, her işi tasarlıyor ve çekip
çeviriyor. O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat)
edemez. İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na
kulluk ediniz; bunlar üzerine düşünüp ders almaz mısınız?
4- Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın
kesinlikle gerçekleşecek bir vaadidir. O, iman edip iyi
ameller işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek
için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da
onları yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri
inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynak
sıvıdan oluşmuş bir içki ile acıklı
bir azap beklemek tedir.
5- O, güneşi ışık kaynağı ve
ayı aydınlık yaptı; yılların
sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz
diye, ay için farklı doğuş noktaları
belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir
sebebe dayalı olarak yarattı. O bilen kimselere
ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır.
6- Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve Allah
in gökler ile yerde yarattığı varlıklarda,
O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır.
İşte bu inanç sisteminde, en büyük ve en köklü
meseleyi rububiyet (Rabb olma) meselesi oluşturmaktadır...
Çünkü uluhiyet (ilah olma) meselesi müşrikler
tarafından ciddi bir şekilde inkâr konusu olmamıştır.
Onlar Allah'ın varlığına
inanıyorlardı. Zira insanın fıtratı,
aşırı bir şekilde saptığı çok
az rastlanan haller dışında, bu evrenin bir
ilahının varlığına inanmadan edemez.
Fakat bu evrenin bir ilahı olduğuna inanan müşrikler,
Allah ile beraber başka ilahları da O'na ortak
koşuyorlar, ibadetleriyle onlara yöneliyorlardı. Bu
ortak koşulan varlıklar kendilerini, Allah'a
yaklaştıracak ve Allah katında kendilerine
şefaatçi olacaklar diye onlara tapıyorlardı. Bunun
yanında kendileri rububiyetin özelliklerini kullanıyorlar,
Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine kanun
yapıyorlardı.
Kur'an-ı Kerim uluhiyet ve rububiyet konusunda, kuru
zihinsel tartışmalara girmez. Doğrudan doğruya
herkesin anlayabileceği normal ve net fıtri ifadelerle
insanın fıtratına seslenir. Daha sonraları,
Yunan mantığı ve Grek felsefesinin etkisiyle
yaygınlık kazanan metodu kullanmaz.
Gökleri, yeri ve içindeki varlıkları yaratan, güneşi
ışık, ayı aydınlık yapan ve O'na
konaklar belirleyen, gece ile gündüz arasındaki
farklılığı takdir eden Allah'dır...
Eğer bilinçli bir biçimde düşünülürse, bu apaçık
tabiat olayları insanların duygularını
harekete geçirir ve kalplerini uyandırır. Bu evreni
yaratan ve idare eden yüce Allah'dır. Ve insanların
kendisine kulluk yaparak boyun eğmeleri ve
yarattığı varlıklardan hiçbirini O'na ortak
koşmamaları gereken tek ilan (Rabb) Allah'dır. Bu
mesele gerçekten hiçbir zihni çabaya ihtiyaç duymayacak,
zihnin kuru ve soğuk bir biçimde geveleyip durduğu, bir
kere dahi olsa insanın kalbini ferahlatmayan,
vicdanını harekete geçirmeyen tartışmalara
dayalı araştırmaların ardına düşmeye
yer bırakmayacak kadar mantıklı, canlı ve
realiteye dayalı net bir mesele değil midir?
Bu koca evren, gökler ve yeryüzü, güneş, ay, gece ve gündüz
ile göklerde ve yerdeki yaratıklar, milletleri, nesilleri,
bitkileri, kuşları, hayvanları ve yasaları ile
bir bütün olarak bu tek gerçeğe (Rububiyet)
bağlı olarak işlemektedir.
İşte bütün karanlığı ve yüksekliği
ile geniş alanları kuşatan, görülen ve
görülmeyen, ufak tefek hareketlerin dışında her
şeyi sükûnete kavuşturan bu gece... Gecenin
karanlığını neşeli bir çocuğun gülümsemesini
andıracak biçimde yaran bu şafak... Sabahın
kendisi ile nefes aldığı, hayata ve canlılara
yeni bir canlılık getiren bu hareket...
İnsanların durduğunu sandığı, oysa
hareket halinde olan ve yumuşak bir şekilde akıp
giden bu gölge... Hiçbir hal üzere durmayan sürekli
gidip-gelen, hoplayıp zıplayan bu kuş... Hiç
durmadan sürekli gelişmeye ve yaşamaya çalışan
şu bitki... Bir atılım ve geri çekilme içinde
gidip gelen bu yaratıklar... Sürekli biçimde üreten bu
rahimler ve onların ürettiklerini yutan kabirler... Her
şeye rağmen hayat Allah'ın dilediği biçimde
yoluna devam etmektedir.
Bu yığınlarca tablolar ve gölgeler, örnekler
ve şekiller,hareketler ve durumlar, gidişler ve
gelişler, eskime ve yenilenme, çürüme ve gelişme,
doğumlar ve ölümler, bu müthiş evrenin içinde gece
ve gündüz boyunca bir an dahi durmayan ve ayrılmayan sürekli
hareket..
Bütün bu olaylar uyanık bir kalp ile evrenin
olaylarında ve derinliklerinde serpiştirilen ayetleri
seyretmeye açık bir yaklaşım ile izlendiğinde,
insanın bünyesinde yeralan muhakemeye,düşünmeye ve
etkilenmeye yarayan bütün güçleri harekete geçirirler...
Kur'an-ı Kerim de, bu tablolar ve ayetler
yığını karşısında kalbin
uyanmasını, aklın düşünmesini sağlamayı
doğrudan hedef alır.
"Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı."
Gerçekten ilahlık hakkına sahip olan ve
tapılmayı hakeden Rabbiniz, Gök!eri ve yeri yaratan ve
onları eksiksiz bir plan, hikmet ve idare ile yöneten
Allah'tır.
"Altı günde."
Bu evrenin oluşumu, hazırlanışı ve
koordinasyonu Allah'ın iradesine bağlı olarak ve
O'nun hikmeti gereğince altı günde gerçekleşmiştir.
Biz burada bu altı günün ne anlama geldiğini açıklama
çabasına girmeyeceğiz Çünkü bu altı gün,
burada sürelerini ve çeşitlerini belirlemeye yönelmemiz
için sözkonsu edilmemiştir. Bu
yaradılışın amacının ve bu amaca
ulaşma hazırlığının gereği
olarak yaradılışta gözetilen planın ve
idarenin hikmetini açıklamak için sözkonusu yapılmıştır.
Her ne ise, bu altı gün; kendisinin dışında
başka hiçbir kaynaktan bilgi alınmaması gereken
yalnız yüce Allah'ın bildiği gayb
konularından biridir. Biz bu konuda bize bildirilenlerle
yetinip bu sınırları aşmamalıyız. Bu
altı günün burada sözkonusu edilmesinin amacı, bu
evrene başından sonuna kadar egemen olan, planlama,
idare ve düzenin hikmetine dikkat çekmektir.
"Sonra Arş'a kuruldu."
Arş üzerine istiva; sabit, köklü, üstün egemenlik
makamından kinayedir. Bu,
insanın
anlayabileceği, kavramları kendileri ile sembolize
edebileceği bir dildir. Kur'ana Kerim olayları tasvir
ederken bu metodu kullanır. Biz bu konuyu, `Kur'an'da Edebi
Tasvir' kitabımızın, `Zihinde arılandırma
ve Somutlaştırma' bölümünde detaylı olarak açıkladık.
Bu ayette geçen "sonra" kelimesi, zaman aşımını
ifade etmez. Manevi olan uzaklığı ifade eder.
Burada zamanın hiçbir etkisinden söz edilemez. Yüce Allah'ın,
daha önce olmadığı halde sonradan meydana gelen hiçbir
halinden ve durumundan söz edilemez. Yüce Allah, yer ve zamanla
ilgili olaylardan, değişimlerden münezzehtir. Onun
içindir ki, biz burada `sonra' kavramının manevi
uzaklık anlamında olduğunu kesin söyleyebiliriz.
Biz böyle söylerken, insan aklının hüküm verebileceği
ve kesin karar verebileceği güven bölgesinin sınırlarını
aşmadığımızdan eminiz. Çünkü biz bu
konuda yüce Allah'ın; durumdan duruma, şekilden
şekile geçmekten, yerin ve zamanın şartlarına
ayak uydurmaktan münezzeh olduğu ana ilkesine
dayanıyoruz.
"Her şeyi tasarlıyor ve çekip çeviriyor."
Başlarını ve sonlarını belirler.
Durumlarını ve şartlarını uygun biçimde
koordine eder. Sebeplerini ve sonuçlarını sıraya
dizer. Adımlarına, aşamalarına ve
varacakları sonuca hükmedecek olan değişmez
yasayı belirler.
"O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat)
edemez."
Her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şeye hükmetme
yetkisi O'nundur. Allah katında yakınlaşmayı
sağlayacak şefaatçılar (yardımcılar)
yoktur. Yaratıklarından hiçbiri, Allah, kendi idaresi
ve planına uygun olarak ona şefaat izni vermeden,
şefaat edemez. Kişinin şefaate hak kazanması,
iman etmek ve iyi işler yapmak ile gerçekleşir.
Şefaatçıları aracı kılmakla değil...
Böyle bir anlayış, müşriklerin, heykellerine
taptıkları meleklerin Allah katında reddedilmeyecek
şefaatları olacağı şeklindeki inançlarını
saf dışı etmektedir!
İşte her şeyi yaratan, idare eden ve onlara hükmeden,
izni olmadan hiç kimsenin katında şefaat
edemeyeceği Allah...
"İşte budur Rabbiniz olan Allah."
Yalnız O, ilahlık yapma yetkisine sahiptir.
"O halde O'na kulluk ediniz."
Sadece O, bağlanmaya lâyıktır,
başkaları değil...
"Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?"
Mesele fazla açıklamaya gerek duymayacak kadar kesin ve açıktır.
Sadece bu bilinen gerçeği hatırlatmak yeterlidir.
Göklerde ve yerde ilahlığın delillerini
sunduktan sonra yüce Allah'ın şu sözü üzerinde biraz
duralım:
"İşte budur Rabbiniz olan Allah, o halde O'na
kulluk ediniz."
Daha önce, ilahlık meselesinin müşrikler
tarafından ciddi biçimde inkâr konusu yapılmadığını,
yüce Allah'ın yaratan, rızık veren, dirilten
öldüren, idare eden, tasarrufta bulunan ve her şeye gücü
yeten ilah olduğunun inkâr edilmediğini
belirtmiştik. Fakat onlar, bir ilahın
varlığını kabul etmelerinin sonucunda
yapılması gerekenleri yapmıyorlardı.
Allah'ın ilahlığını bu düzeyde kabul
etmelerinin gereği olarak, kendi hayatlarında
yalnız O'na rububiyet hakkı tanımaları
gerekirdi. Allah'ın rububiyetini kabul etmek, yalnız
O'na bağlanmakla somutlaştırılabilir.
İbadet niteliği taşıyan bütün eylemlerini
yalnız O'na takdim etmeleri ve bütün işlerinde O'ndan
başkasını hakim kabul etmemeleri gerekirdi.
İşte yüce Allah'ın aşağıdaki sözünün
anlamı budur:
"İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na
kulluk ediniz."
İbadet, kulluk yapmaktır. Kulluk da, boyun
eğmektir. Bu da bağlılık ve itaattir. Bununla
beraber yüce Allah'ı, tüm bu özelliklerde eşsiz kabul
etmektir. Çünkü bu itaat, uluhiyeti (ilahlığı)
kabul etmenin kaçınılmaz şartlarından
birisidir.
Bütün cahili sistemlerde ilahlık sahası dar
alanlara sıkıştırılır, insanlar bir
ilahın varlığını kabul etmekle iman
ettiklerini, insanların Allah'ın kendi ilahları
olduğunu kabul ettiklerinde, ilahlığın
şartlarına yani rububiyete bağlılık göstermeden
hedefe ulaşacaklarını sanmaya başlarlar...
Rububiyet ise, kendisinden başka Rabb bulunmayan Allah'ı,
Rabb olarak kabul etmek, kendi otoritesine dayanılmadan hiç
kimseye otorite tanımayan Allah'ın hakimiyetine
girebilmek için, yalnız O'na boyun eğmektir.
Cahiliye sisteminde "ibadet"in anlamı da
daraltılır. Öyle ki, ibadet, sadece dar anlamda ibadet
niteliği taşıyan eylemlerin sunulması ile
sınırlandırılır. Buna bağlı
olarak insanlar, ibadet niteliği taşıyan
eylemlerini yalnız Allah'a takdim ettikleri zaman
ortaksız olarak Allah'a kulluk ettiklerini sanırlar.
Halbuki ibadet terimi bu yozlaştırma
girişimlerinden önce "abede" kökünden türetilmiş
olması hasebi ile "boyun eğme ve eğilme"
anlamlarına geliyordu. "İbadet niteliği
taşıyan eylemler" ise, boyun eğmenin ve
eğilmenin görünümlerinden sadece birisini oluştururlar.
Boyun eğme gerçeğinin bütün boyutlarını ve
tüm görünümlerini kapsayamazlar.
Cahiliye, belli bir zaman dilimi veya belli bir tarih aşaması
değildir. Cahiliye, ilahlık anlamının ibadet
anlamının bu şekilde daraltılması
demektir. Bu kavramların anlamlarının
daraltılması insanları, kendilerini Allah'ın
dininde sandıkları halde şirke götürür! Nitekim
bugün dünyanın bütün ülkelerinde karşılaşılan
problem budur. Bu ülkelerin kapsamında, halkı müslüman
ismi taşıyan ve ibadet nitelikli eylemlerini Allah için
yapan ülkeler de vardır. Halbuki buna rağmen
onların Rabbleri Allah'tan başkalarıdır. Zira
onların gerçek Rabbi, otoritesi ve yasası ile onlara hükmeden
kimsedir. Kendisine boyun eğdikleri, emrine ve
yasağına teslim oldukları, kendileri için çıkardığı
yasalarına uydukları kimsedir. İnsanlar böyle
yapmakla bu ilahlara ibadet etmiş olurlar. Nitekim
Peygamberimiz bir hadisinde buyurmuştur ki: "Kendileri
de onlara uydular. İşte bu, onlara ibadet
etmeleridir." (Adiy b. Hatem tarafından rivayet edilen
bu hadisi Tirmizi, Sünen almıştır.)
İbadetin bu anlamını pekiştirmek amacı
ile, aynı surede şu ayet de yeralmaktadır:
"De ki; `Baksanıza Allah'ın size gönderdiği
rızıklara? Bunların bir bölümünü haram ve bir
bölümünü de helal saydınız." De ki; "Bu
konuda Allah mı size izin verdi, yoksa O'na iftira mı
ediyorsunuz?"
Bugün bizim içinde bulunduğumuz durum, yüce Allah'ın
kendilerine şu şekilde hitap ettiği eski cahiliye
halkının durumundan hiç de farklı değildir:
"İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na
kulluk ediniz. Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?"
O'na ibadet ediniz. Kendisine hiçbir şeyi ortak
koşmayınız. Çünkü hepiniz O'na döneceksiniz.
O'nun huzurunda hesap vereceksiniz. Mü'minleri de, kâfirleri de,
durumlarına göre cezalandıracak olan O'dur.
"Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın
kesinlikle gerçekleşecek vaadidir."
Yalnız O'na döneceksiniz. O'na koştuğunuz
ortaklara ve aracılara değil. Yüce Allah söz vermiştir.
O'nun sözünde değişiklik ve gecikme olmaz. Çünkü
ölümden sonra diriliş, yaratmanın
tamamlayıcı uzantısıdır.
"O, iman edip iyi amel işleyenleri adalet
uyarınca ödüllendirmek için insanları önce hiç
yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir. Kâfirlere
gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları
kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir
azap beklemektedir."
Ceza ve mükâfatta adalet, yaratma ve yeniden diriltmenin
amaçlarından biridir. İman edip iyi amel
işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için, "Acısız
lezzetin, hemen arkasından üzüntü getirmeyen nimetin
içinde olmak, yaradılışın ve yeniden
dirilişin amaçlarından biridir. Bu, insanın
olgunluk açısından ulaşabileceği zirve
noktasıdır. İnsanlık bu yeryüzünde,
zorluklarla ve üzüntülerle içiçe bulunan hiçbir lezzeti,
üzüntüsüz veya kendisini izleyen acılardan uzak olmayan
bu dünya hayatında böyle bir şeye ulaşamaz. Gerçi
insan, ruhun tertemiz zevklerine, lezzetlerine ulaşabilir. Bu
ise, çok az insanın eline geçer. Bu dünya hayatında
hiçbir pürüz olmasa dahi, bu nimetin sona ereceği bilinci
yalnız başına bir eksiklik olarak yeterdi ve onun mükemmel
oluşuna engel olurdu. Buna göre insanlık, bu yeryüzünde
kendisi için belirlenen en yüksek derecelere ulaşamaz.
İnsanlığın ulaşabileceği en yüksek
derece, eksiklikten, zaaftan ve bunların kötü sonuçlarından
kurtulmaktır. Üzüntüsüz, korkusuz kaybetme endişesi
ve sona eriş ızdırabı çekmeden bu hayatın
nimetlerinden yararlanmaktır. İnsan bütün bunların
hepsine cennette kavuşacaktır. Nitekim Kur'ana Kerim,
cennetin mükemmel ve kuşatıcı nimetlerinden bu
şekilde söz etmektedir. Hiç kuşkusuz,
yaradılışın ve dirilişin amaçlarından
biri, doğru yolda giden insanları hayatın
tutarlı yasalarına ve evrenin kanunlarına
uyanları, insanlığın en üstün derecelerine
ulaştırmaktır.
Kâfirler ise, bu yasaya aykırı davrandılar.
İnsanlığı kemale erdiren yolda yürümediler.
Aksine ondan uzaklaştılar. Bu ise, değişmez
yasaların gereği olarak, onların olgunluk
derecesine ulaşmalarını engellemiştir. Zira
onlar olgunluk yasasına yanaşmadılar. Nasıl
ki, bir hasta bedensel sağlık yasalarına
aykırı hareket etmekle, bu yanlış hareketinin
cezasını çekiyorsa, onlar da bu sapıklıklarının
cezasını çekeceklerdir. Hasta, cezasını
hastalık ve zayıflama ile çeker. Onlar da cezalarını,
uçuruma yuvarlanmak ve gerisin geriye gitmek şeklinde
çekerler. Onlara, acısız lezzetlere
karşılık, lezzetsiz acılar vardır."
"Kâfirlere gelince; gerçekleri inkâr ettiklerinden
dolayı onları kaynar sudan oluşmuş bir içki
ile acıklı bir azap beklemektedir."
Her şeyin kendisine döneceği, cezalandırma ve
ödüllendirme yetkisini elinde bulunduran tek Allah'a ibadeti
öngören, Allah'ın göklerin ve yerin yaradılışındaki
ayetleri üzerinde biraz durduktan sonra, Kur'an'ın
akışı, tekrar varlığı ve büyüklüğü
ile göklerden ve yerden hemen sonra gelen diğer evrensel
ayetlere dönüyor:
O, güneşi ışık kaynağı ve
ayı aydınlık yaptı; yılların
sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz
diye, ay için farklı doğuş noktaları
belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir
sebebe dayalı olarak yarattı. O, bilen kimselere
ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır.
Bunlar, evrenin apaçık sahnelerinden iki tanesidir. Fakat
biz uzun süre kendilerine alıştığımız
için, onların farkına varmıyoruz. Sürekli
tekrarlandıkları için, onların kalbimiz
üzerindeki etkisini yitiriyoruz. Yoksa insan, ilk defa güneşin
doğuşunu seyretse, ilk defa
battığını görse, ayın ilk defa
doğduğunu, ilk defa battığını görse
nasıl ürpermez, dehşete kapılmaz?
Bunlar sürekli tekrarlanan alıştığımız
iki sahnedir. Kur'an dikkatimizi onların üzerine çeviriyor.
Böylece duygularımızda ilk görmenin ciddiyetini
hissettirmek, kalplerimizde canlı ilk bakışın
duygularını diriltmek, tekrarın
kanıksattığı-uyuşturduğu düşünceyi
harekete geçirmek, onların
yaradılışlarında ve oluşum biçimlerinde
gözüken sağlam iradeyi görmemizi sağlamak ister.
"O, güneşi ışık kaynağı
yaptı."
Orada alevler vardır.
"Ayı aydınlık yaptı."
Orada aydınlık vardır.
"Ay için farklı doğuş noktaları
belirledi."
Her gece bir nokta, özel bir şekilde konaklar. Bu ayda çıplak
gözle görülebilmektedir. Bu konuda, uzmanların
dışında hiç kimsenin bilemeyeceği astronomi
bilgisine sahip olmaya gerek yoktur.
"Yılların sayısını ve vakitlerin
hesabını bilesiniz diye."
Bugün halâ bütün insanlar zamanlarını,
takvimlerini güneşe ve aya göre ayarlamaktadırlar.
Bunların hepsi boşuna mıdır? Bunların
hepsi dayanaksız mıdır? Bunların hepsi
rastgele mi olmuştur?
Hayır, bu düzenin tamamı, bu ahengin tamamı, hiçbir
hareketin gecikmesine yer vermeyen bu kadar ince hesaplar, evet
hepsi boşu boşuna, asılsız ve geçici bir
rastlantı olarak değerlendirilemez:
Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe
dayalı olarak yarattı.
Temelin oluşturan dayanağı gerçek, vasıtaları
gerçek, gayesi gerçektir. Gerçek ise, köklüdür, kendisine
özgü bir ağırlığı vardır,
değişmez! Gerçeği gösteren bu özellikler ise,
açıktır, süreklidir ve her zaman geçerlidir.
O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde
anlatır.
Burada sunulan sahneleri, o sahnelerin ve manzaraların
arkasında gizli olan idareyi kavramak için ilim sahibi olmak
gerekir.
Göklerin ve yerin yaradılışında; güneşin
ışık, ayın aydınlık
kılınmasında, farklı doğuş
noktaları tayin etmek suretiyle gece ve gündüz olayının
meydana getirilmesinde ibretler vardır. Gerçekten de
kalbini, bu ilginç evrenin sahnelerindeki ve olaylarındaki
imajlara açanlar için gece ve gündüz olayı cidden etkili
bir olaydır:
Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve
Allah'ın gökler ile yerde yarattığı
varlıklarda, O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersi
vardır.
Gece ile gündüzün değişikliği, arka arkaya
gelmeleridir. Bu aynı zamanda onların
uzaması-kısalması anlamına gelebilir her ikisi
de gözler önünde gerçekleşen olaylardır. Fakat görme
alışkanlığı, onların duygular
üzerindeki etkisini azaltabilmektedir. Ancak manevi duygularımızın
uyanık olduğu, vicdanımızın
doğuşlarına ve batışlarına heyecanla
yöneldiği anlarda, doğuşlarda ve
batışlarda meydana gelen harika olayları, bu evrene
yeni gelmiş bir insanın dikkati ile inceleyebiliriz. Bu
sırada insan, yeni meydana gelen bütün olaylara açık
bir göz ve aktif bir duyarlılıkla yönelir.
İşte bu kısa zaman dilimleri, insanın gerçek
anlamda tam anlamı ile yaşadığı
anlardır. Bu anlar, alışkanlığın
insanın alıcı verici cihazlarında meydana
getirdiği kireçlenmenin söküldüğü anlardır.
Ve Allah'ın gökler ile yerde yarattığı
varlıklarda.
Eğer insan bir an için durup, "Allah
gökler ile yerde yarattığı varlıklarda" ayetindeki
gerçekleri gözetlese, haddi hesabı olmayan çeşitleri,
türleri, biçimleri, durumları, sistemleri ve şekiller
ile bunca varlıkları gözden geçirirse, evet gerçekten
insan bir an için bunları seyretse duygulanır,
hayatı boyunca kendisine yetecek derecede gözü dolar taşar.
Bu olaylar yaşadığı müddetçe onu muhakeme,
düşünce ve etkisinde kalma ile meşgul eder. Göklerin,
yerin ve her ikisinin yaradılışı ve ilginç
biçimdeki oluşturulmaları, bu şekilde
sunulmaktadır. Bunlar, insanın kalbine hızlı
birtakım sinyaller verir ve bunları kaydetmesi için onu
serbest bırakır. Bütün bunlarda;
"O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır."
Onların kalplerini, kendine özgü olan bu özel duyarlılık,
yani takvaya dayalı duyarlılık harekete geçirir.
Takvaya dayalı olan bu duyarlılık, onların
kalplerini yumuşatır, coşturur. Çabuk
etkilenmelerini sağlar. Kudretin tecellilerine, üstün yaradılışın
manzaralarına, gözlere ve kulaklara sunulan yaradılış
mucizelerine hemen cevap verebilmelerine zemin hazırlar.
İşte bu, Kur'an'ın, insanın
fıtratına bu evrende, onun etrafına
serpiştirilen Allah'ın evrensel ayetleri ile hitap
etmede kullandığı metoddur. Yüce Allah, bu ayetler
ile insan denen varlığın fıtratı
arasında özel bir iletişim ve duyulabilen
mesajların olduğunu bilmektedir!
Kur'an metodu, asrı saadetten sonraları
kelamcılar ve filozoflar arasında yaygınlık
kazanan diyalektik yöntemine başvurmamıştır.
Çünkü yüce Allah, bu yöntemin kalplere ulaşamadığını,
hiçbir harekete sürüklemeyeceğini, zihnin soğuk
alanı dışına çıkamayacağını
çok iyi biliyordu. Soğuk bir zihinde meydana gelen bir
kımıldama, çok kısa bir zaman sonra havada uçuşup
kaybolur!
Fakat Kur'an metodunun bu yönteme bağlı olarak
sunduğu deliller, hem kalbi, hem de aklı ikna eden en güçlü
delillerdir. Zaten Kur'an'ın kullandığı
delillerin özelliği de budur. Her şeyden önce bu
evrenin varlığının kendisi ve ikinci olarak bu
evrenin düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi... İnsanlar
tarafından keşfedilmeden önce bile tesir gücüne sahip
oldukları apaçık olan yasalar tarafından disiplin
altında tutulan değişmeler ve gelişmeler...
Evet bütün bu olayları, idare eden bir gücün varlığı
düşünülmeden açıklayabilmek mümkün değildir.
Bunda şüphe edenler, gerçekten de sağlıklı
bir delil sunamıyorlar. Onlar, `'`Evren işte bu
şekilde, kendi kanunları ile varolmuştur. Onun
varlığını bir nedene bağlamak gerekmez.
Onun varlığı, kanunlarını da
kapsamına alır!" demekten öteye gidemiyorlar. Eğer
bu sözler gerçekten anlaşılan veya akla uygun olan sözler
ise, pes doğrusu!
Bu söz, Avrupa'da Allah'tan kaçmak için kullanılıyordu.
Çünkü onların kiliseden kaçışları,
Allah'tan da kaçmalarını gerektirmiştir!
Sonraları bu söz, şurada-burada gündeme gelmeye başladı.
Çünkü bu, Allah'ın ilahlığını kabul
etmenin zorunlu olan şartlarından
kurtulmalarının vasıtasıydı. Zira eski
cahiliyelerde müşriklerin büyük çoğunluğu
Allah'ın varlığını kabul ediyordu. Fakat
O'nun Rububiyetinde şüphe ediyorlardı. Kur'an'ın,
ilk olarak muhatap aldığı Arap cahiliyesinde bunun
bir örneğini görmüştük. Kur'an'ın kesin delili,
onların kendi mantıkları ve Allah'ın
varlığına ve sıfatlarına ilişkin
inançları ile kuşatıyordu. Aynı mantık
gereği olarak onlardan yalnız Allah'ı ilah olarak
kabul etmelerini, hem ibadet niteliği taşıyan
eylemlerde, hem de yasalarda; bağlılık ve itaatleri
ile yalnız O'na boyun eğmelerini istiyordu. Yirminci
asrın cahiliyesi ise, bizzat ilahlığı kökten
reddederek bu mantığın yükünden kurtulmak
istemektedir!
Tuhaf olan şudur ki, sözde müslüman ülkelerde
gizli-açık bütün çarelere başvurularak bu yüz kızartıcı
kaçışın,
`bilim' ve `bilimsellik'
adına
yaygınlaştırılmasıdır! Deniliyor ki,
`Gaybiliğin', (Metafiziğin-Fizik ötesinin)
`bilimsel' sistemlerde yeri yoktur. İlahlık ile ilgili
her şey gaybın kapsamına girer... Kaçaklar, bu
arka kapıyı kullanarak Allah'dan kaçmaya çalışıyorlar.
Bunlar, Allah'dan korkmuyorlar. Yalnız insanlardan
korkuyorlar. Onun için, onların başlarına bu
çorabı örmeye çalışıyorlar!
Bugün halâ evrenin varlığı, düzenli, ahenkli
ve disiplinli hareketi kesin bir delil olarak dünyanın her
yerindeki Allah'dan kaçanları kuşatmaktadır.
İnsan fıtratı tümüyle kalp akıl, duyu ve
vicdan olarak bu deliller ile karşılaşmakta ve
onları benimsemektedir. Kur'an-ı Kerim bu fıtrata tümüyle,
en kısa yoldan, en geniş ve en derin çapta hitap
etmektedir...
SONUNDA VARILACAK YER
Bütün bu delilleri gördükleri halde Allah'ın huzuruna
çıkarılacaklarını beklemeyenler, bu muhkem düzenin
zorunlu şartlarından birisinin ahiret
hayatının varlığı olduğunu, dünya
hayatının son olmadığını, zira bu dünyada
insanlığın ideal olan olgunluğuna
ulaşmadığını kavrayamayanlar, bunca
ayetlerin yanından aldırmadan geçip gidenler, bunlar
karşısında kalpleri ile sonlarını
değerlendirmeyen ve akılları ile düşünmek
için harekete geçemeyenler... Evet bunlar insanlığın
olgunluk yoluna giremezler. Takva sahiplerine söz verilen cennete
asla ulaşamazlar. Cennet, ancak iman edenlerin ve güzel
amellerde bulunanlarındır. Zira onlar sürekli bir hoşnutluk
içinde Allah'ı yüceltmiş ve O'na şükretmişlerdir.
Dünyanın kötülüklerinden ve basitliklerinden kurtulmuşlardır:
|
|
O |
|
O |
|