Bu soru onların çirkin bir yaklaşımda
bulunduklarını göstermektedir. Kur'an, peygamberlerin
gönderildikleri ilk günden beri insanların vahiy gerçeğini
algılamada ortaya koydukları bu tuhaf
karşılamaları reddetmektedir.
Her peygamberin karşılaştığı
değişmez soru şu olmuştur: "Allah, bir
insanı mı peygamber gönderdi?" Aslında bu
sorunun kaynağı, "insan"ın değerinin
sağlıklı bir biçimde kavranmamasıdır.
İnsanların, bizzat kendilerini temsil edecek "insan"ın
değerini anlamamalarıdır. Onlar bir insana
Allah'ın elçisi olmayı, yüce Allah'ın vahiy
yolunu kullanarak elçisiyle irtibat kurmasını,
insanlara yol gösterme görevini bu elçilerine vermesini çok
görmektedirler. Onlar, Allah'ın bir meleği veya Allah
katında insandan daha yüksek bir dereceye sahip bulunan başka
bir varlığı peygamber olarak göndermesini
beklemektedirler. Halbuki onlar bu arada Allah'ın insanı
onurlandırmış bulunduğunu, bu
onurlandırılmış halı ile insanın
Allah'ın mesajını yüklenecek ve iletecek bir
ehliyet kazandığını, kendi aralarından
bazı fertlerin seçilerek bu çok özel biçimde Allah ile
irtibata geçebileceğini gözardı etmektedirler.
Hem Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- devrinde ve
hem önceki asırlarda yaşayan peygamberlik misyonunu
yalan sayan kâfirlerin temel şüphesi bu olmuştur.
Şu anki modern asırda ise, birtakım insanlar kendi
kendilerine , başka şüpheler üretiyorlar, fakat tutarsızlıkta
öncekilerden hiç de farklı değillerdir! Onlar diyorlar
ki: "Maddi bir yapıya sahip olan insan ile,
yarattığı hiçbir şeye benzemeyen, hiçbir eşi
ve benzeri bulunmayan Allah arasında nasıl bir
ilişki kurulabilir?"
Bu soruyu ancak, yüce Allah'ın gerçek mahiyetini, ilahi
olan zatının tabiatını gerçek bir biçimde
bilen ve yüce Allah'ın insanın bünyesine yerleştirdiği
bütün özellikleri de en kuşatıcı şekilde
kavrayan birisi sorabilir. Bu kadar kuşatıcı bir
bilgi sahibi olmayı iddia etmek ise, aklına saygı gösteren
ve bu aklın sınırlarını bilen bir
insanın harcı değildir. Bugün açıkça
biliniyor ki, insanın keşfedilebilecek özellikleri pek
çoktur. Ve bunlar gün geçtikçe yeni yeni keşfedilmektedir.
Bugün ilim, kesin sonuca ulaşmış değildir ki;
"İnsanda bulunan keşfedilebilecek bütün
yetenekler keşfedilmiştir" denilebilsin! Kaldı
ki, ilim ve aklın ulaşabileceği saha ne kadar
genişlerse genişlesin, onların ötesinde kalan
bilinmezlik ufukları daha da uzaklara gideceklerdir.
Şu halde insanda Allah'dan başka hiç kimsenin
bilemediği meçhul güçler, enerjiler vardır. Yüce
Allah, bu peygamberlik misyonunu yüklenebilecek güce sahip olan
insana bu görevi yüklerken, elbette peygamberliğini kime
vereceğini en iyi bilendir. Allah tarafından bilinen bu
güç, insanlar tarafından bilinmeyebilir. Hatta peygamberlik
görevini yüklenecek insanın kendisi de bu gücünün farkında
olmayabilir. Fakat insana kendi ruhundan bir soluk üflemiş
olan yüce Allah, her hücrede, her bedende ve her yaratıkta
neler gizli olduğunu bilir. Yine yüce Allah, insan için bu
özel ilişkiyi, özel bir şekilde sağlayabilir.
İsterse onun nasıl meydana geldiğini, o
şerefin tadına varan ve kendisine bu makam verilen
insandan başkası kavramasın.
Çağımızın bazı tefsircileri meseleyi
anlaşılır hale getirmek için vahyi, bilim yolu ile
ispata çalışmışlardır. Biz bu metodu
temelden kabul etmiyoruz. Çünkü ilmin kendisine hoş bir
alanı vardır. Bu alan, ilmin vasıtalarına
sahip olduğu alandır. İlmin bir de ufukları
vardır. Bu ufuklar, ilmin keşifleri ve kontrolleri için
gereken vasıtalara sahip olduğu ufuklardır. Fakat
ilim, ruh hakkında gerçek bir bilgiye sahip olduğunu
iddia etmiştir. Çünkü ruh, ilmin çerçevesi içine girmez.
Zira o, ilmin vasıtalarına sahip olduğu
laboratuarlarda deneylerinden geçirilebilecek maddi bir varlık
değildir. Bu nedenle, bilimsel metoda bağlı olan
ilim, ruhun alanına girmekten sakınmıştır.
Fizik ötesi bilimler" diye bilinen çalışmalara
gelince, bunlar verimsiz çalışmalardır.
Aslında özleri ve hedefleri açısından şüpheler
ve kuşkular peşinde sürüklenmekten öteye geçemezler.
Bu alanda Kur'an ve Sünnet gibi kesin bir kaynaktan gelen
bilgilerin dışında kesin bir bilgiye ulaşma
imkânı yoktur. Bu kesin kaynaklardan gelen bilgiler
alanında, herhangi bir şeyi arttırma, eksiltme veya
kıyasta bulunma sözkonusu değildir. Zira arttırma,
eksiltme ve kıyas yapma aklı eylemlerdir. Akıl ise,
burada kendi sahasının dışındadır.
Yanında kullandığı vasıtaları da
yoktur. Çünkü akıl, bu meydanda çalışmanın
vasıtaları ile donatılmamıştır.
"Bizim aralarında bir kişiye, "insanları
uyar" ve "mü'minlere, Rabbleri katında
sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları müjdesini ver"
diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti?"
İşte vahiy gerçeğinin özü budur.
İnsanları karşı koymanın acı
akıbetinden sakındırmak, mü'minlere de bağlılığın
sonunu müjdelemek. Bu da yerine getirilmesi zorunlu
yükümlülüklerin ve kaçınılması zorunlu
yasakların açıklanmasını kapsamına
alır. İşte uyarma ve müjdeleme ve bunların
gerekleri öz itibariyle budur.
Uyarma bütün insanları kapsamına alır. Bütün
insanlar, tebliğe, açıklamaya ve sakındırmaya
muhtaçtır. Müjdeleme ise yalnız iman edenlere
mahsustur. Burada peygamber onlara gönül huzurunu, sebat ve
istikrarı müjdeler. Bu anlamlara, "Kadem kelimesi ile
tamlama oluşturan "Sidk" kavramı işaret
etmektedir. Uyarma ve korkutma atmosferinde... "Sarsılmaz
bir derece sahibi", korku altında ve
sıkıntı anlarında sarsılmayan, çarpıklaşmayan,
yalpalamayan ve bağları çözülmeyen sabit, sağlam
ve emin adımlarla ilerleyen ayaklar... "Rabbleri
katında sarsılmaz bir derece sahibi?".
Kalplerin ve
ayakların sarsıldığı bir sırada, mü'min
gönüllerin güven dolu olarak hareket ettiği huzurda...
Yüce Allah'ın, insanların kendisini
tanıdıkları, onun da insanları
tanıdığı ve yine insanların güvenle
kendisine baktıkları, sıkıntı, korku ve
zorlukla karşılaşmadan alışveriş
yaptıkları içlerinden birine vahiy göndermesinin
hikmeti açıktır. Allah'ın peygamberlerini göndermesinin
hikmeti ise daha açıktır. İnsan tabiatı,
yapısı itibarı ile hem iyiliğe, hem de kötülüğe
elverişlidir. İnsanın aklı, iyiliği ve kötülüğü
ayırması için kendisine verilen vasıtadır.
Fakat bu akıl da gerçekten sağlıklı bir
kritere muhtaçtır. işte akıl bu
sağlıklı ölçü ile karmaşık meselelerin
içinden çıkabilecek, kendisini kuşatan şüphelerin
etkisinden, akımların ve ihtirasların cazibesinden,
insan bedenine, sinirlerine ve bünyesine (mizacına)
arız olan faktörlerin etkisinden kurtulabilecektir. Böylece
akıl, kendi ölçülerine göre farklı farklı,
değişik değişik hükümler verip çelişkiden
çelişkiye sürüklenmeyecektir. Yani akıl
sağlıklı bir kritere muhtaçtır. Ta ki, bu tür
faktörlerin etkisinden kurtulup Allah'a dönebilsin. O'nun yol
göstermesine kulak versin ve bu doğru yolda gerçeğe
ulaşsın. Bu değişmez ve adil kriter
Allah'ın yolu ve Allah'ın yasasıdır.
Buna göre Allah'ın dininin "değişmez bir
gerçek" olması zorunlu olmaktadır.
İnsanın aklı bütün alanlarda O'na dayanmalıdır.
Bütün değerlendirmelerini bu değişmez gerçeğin
süzgecinden geçirmelidir. Böylece aklın hangisinin
sağlıklı, hangisinin tutarsız olduğu
ortaya çıkar... "Allah'ın dini, insanların
Allah'ın dininden anladıklarıdır; Bu nedenle
Allah'ın dini, ana ilkelerinde gelişme gösterir"
şeklindeki bir yaklaşım; Allah'ın dinindeki sözkonusu
bu temel kuralı, yani gerçekliği ve ölçülerinin değişmezliği
ilkesini -kaypaklıkla- beşeri anlayışlara göre
tercih yapma ve sürekli biçimde değişiklik gösterme
tehlikesi ile yüzyüze getirir. O zaman da beşeri
değerlendirmelerin kendisine arzedileceği
değişmez bir kriter kalmaz insanın elindi.
Bu görüş, dinin insan tarafından icad
edildiğini ileri süren anlayıştan uzak
değildir. Sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkar.
Bu tehlikeli bir yol ve sonucu açısından da aynı
derecede sakıncalıdır. Bu metod bütünü ile,
kendisinden, yakın ve uzak olan tüm sonuçlarından
kesin bir biçimde sakınmamızı gerektirir.
Vahiy meselesi böyle açık olmasına rağmen, kâfirler
onu sanki tuhaf bir şeymiş gibi
algılamaktadırlar.
"Kâfirler, "Bu adam açık bir büyücüdür"
dediler."
`Büyüleyicidir, çünkü onun söylediği şeyler
muhataplarını aciz bırakıyor.' Eğer az
bir şey düşünmüş olsalardı, şöyle
demeleri daha yerinde olurdu: "Bu kendisine vahiy
gönderilmiş bir peygamberdir, çünkü söylediği
şeyler muhataplarını aciz
bırakıyor." Büyü, evrenin büyük
gerçeklerini, hayatın ve hareketin metodunu, ileri bir
toplum oluşturacak ve eşsiz bir düzeni kuracak
direktifleri ve yasaları kapsayamaz.
Müşrikler vahiy ile büyüyü birbirine karıştırıyorlardı.
Çünkü bütün putperest toplumlarda din ile büyü birbirine
karışıktır. Ayrıca onlar, bir müslümanın
Allah'ın dininin özünü kavradığında bu
putperest anlayışlardan, bu anlayışların
kuruntularından ve efsanelerinden kurtulduğu gibi net
bir anlayışa sahip değillerdi.