29- Ey Muhammed! Sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin
nimetiyle sen, ne kahinsin ne de delisin.
30- Yoksa onlar: "Muhammed bir şairdir, zamanın
onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz" mu diyorlar?
31- De ki: "Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber
gözlemekteyim."
32- Onların akılları mı bunu emreder, yoksa
onlar, azgın bir topluluk mudur?
33- Yoksa "Onu uydurdu" mu diyorlar? Hayır,
onlar inanmıyorlar.
34- İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz
getirsinler.
35- Yoksa kendileri, hiçbir şey olmadan mı
yaratıldılar. Yoksa yaratanlar kendileri midir?
36- Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır,
onlar düşünüp te inanmazlar.
37- Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında
mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?
38- Yoksa onlar, üzerine çıkıp gizli
sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse,
dinleyenleri açık bir delil getirsin.
39- Yoksa kızlar Allah'a, oğullar size mi?
40- Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır
bir borç altında mı kalıyorlar?
41- Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri
mi istediklerini yapıyorlar?
42- Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl
tuzağa düşecek olanlar, o inkar edenlerin kendileridir.
43- Yoksa onların Allah'tan başka bir
tanrısı mı var? Allah'ın şanı
onların ortak koştuklarından yücedir.
44- Gökten bir parçanın düştüğünü görsek
"Üstüste yığılmış bulutlardır"
derler.
"Sen hatırlat, öğüt ver."
Bu
kutsal hitap yüce Peygamberedir. Öğüt vermesine devam
etmesi ve müşriklerin kendisine karşı
edepsizliklerine ve suçlamalarına aldırmaması için
bu çağrı kendisinedir. Müşrikler ona bazen, kahin
bazen de deli diyorlardı. Peygambere attıkları bu
iki iftiranın ortak noktası, aralarında yaygın
olan "Kahinlerin şeytanlardan haber aldıkları"
yolundaki inanışları idi. Bir de
şeytanların bazı kimseleri çarptığı
ve böylece o kişileri delirttiği inancı idi. O
halde her iki nitelikte (kahin ve deli niteliğinde)
şeytan ortak etken olmaktadır. Müşrikleri
Resulullah'ı kahin veya deli, şair veya büyücü
nitelikleri ile nitelemeye iten, Kur'an'ın i'cazi (başkalarını
aciz bırakıcı niteliği)
karşısındaki şaşkınlıkları,
söyleyecek söz bulamamalarıdır. Çünkü Kur'an-ı
Kerim onlar söz sanatında usta olmalarına rağmen
karşılarına hiç de alışık
olmadıkları bir söz türü ile çıkmıştı.
Kendi ruhlarındaki bir hastalık dolayısı ile,
bu kitabın Allah katından olduğunu kabullenmek
istemeyince, bu sefer onun insanüstü kaynağını
bazı nedenlere bağlamak ihtiyacını hissettiler.
Ve "Bu Kur'an cinlerin vahyidir veya onların
yardımı ile gelmiştir. Bunu getiren Peygamber ya
cinlerden haber alan kahindir, ya da onlardan yardım alan bir
büyücüdür, veyahut da cinlerle görüşen bir şair ya
da şeytanın çarptığı bir deli olup bu
acayip sözleri kendisine şeytan söyletmektedir"
diyorlardı.
Bu sözler çok çirkin ve çok iğrenç sözlerdi.
İşte Allah, bu sözlerden dolayı Peygamberini
teselli ediyor ve o sözleri Peygamberin gönlünde etkisiz hale
getiriyor. Ve O'nun Rabbinin nimeti ile çepeçevre kuşatılmış
olduğunu, böylesi bir nimete eren kimsede ne kahinlik ve ne
de delilik olmayacağını belirtiyor.
"Rabbinin
nimeti ile sen, ne bir kahinsin, ne de bir deli."
Sonra yüce Allah onların Resulullah'a şair
demelerini de çirkin görüyor: "Yoksa onlar: `Muhammed
bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini
gözlüyoruz' mu diyorlar?" Gerçekten de bunu demişlerdir.
Birbirlerine "Sabredin, dayanın, tavrınızdan
caymayın, kendi kendine ölünceye kadar bekleyin, ölüm onu
alır böylece bizi ondan kurtarır" diyorlardı.
Birbirlerine kendilerini rahata kavuşturacak olan ölümün
Hz. Peygambere gelmesi için beklemeyi tavsiye ediyorlardı.
Bundan dolayı yüce Allah, Peygamberine üstü kapalı
bir tehdit ile onlara cevap vermesini telkin ediyor: "De
ki: Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim."
Ve sizler, sonunda kim kârlı çıkacak ve bu bekleme döneminin
sonunda zafer ve galibiyet kim için gerçekleşecek, göreceksiniz,
bileceksiniz.
Kureyşin ileri gelenleri, kafalarının çalışması
ve işleri bilgelikle çekip çevirmeleri sebebiyle "zevil
ahlam" (akıl sahipleri) diye
lakaplanmışlardı. İşte yüce Allah,
islama karşı takındıkları
tutumlarından dolayı onların kendileri ile hem de
akılları ile alay ediyor. Çünkü onların
Resulullah'a karşı tutumları, hem akıla ve hem
de "bilgelik"e ters ve aykırıdır. Bunun için
Allah 'Teala, alaylı bir üslupla onlara soruyor: Hz.
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- yakıştırdıkları
bu nitelikler ve peygamberliğine karşı
takındıkları bu tutumlar akıllarının
kendilerine bir ilhamı mı yoksa, onlar akıl ve düşüncenin
ilham ettiği şeyleri kabul etmeyecek kadar zalim ve
azgın insanlar mıdır?
"Onların akılları mı bunu emreder,
yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?"
Birinci soruda yakıcı ve iğneleyici bir alay
var, ikincisinde ise, müşriklere yönelik bir tehdit vardır.
Bunlardan herhangi birisi onlara, şüpheci tutumlarından
dolayı uygun düşmektedir.
Onlar Hz. Peygamber'e karşı daha da dil
uzatmışlar ve O'nun sözlerinin uydurmadan başka
bir şey olmadığını belirtmişlerdir.
İşte burada yüce Allah bu tutumlarını da
çirkin görerek soruyor:
"Yoksa `onu uydurdu mu' diyorlar?" Sonra
da Allah Teala bu garip sözün nedenini açıklamaya
koyuluyor: "Hayır, onlar inanmıyorlar kalplerin
imanı kabullenmeyişi, Kur'an'ın gerçek yüzünü
anlamalarına engel olduğu gibi bir de onlara bu çeşit
çirkin sözler söyletmektedir. Onlar Kur'an'ın gerçek
yüzünü görebilselerdi, Kur'an'ın insan yapısı
olmadığını ve onu, ancak doğru
ve emin birisinin taşıyabileceğini
anlarlardı."
Mademki onların kalpleri bu indirilen kitabın gerçek
niteliğini kavrayamıyor o halde onlara hiçbir şüpheye
yer bırakmayan gerçeğin delili ile meydan
okumalıdır: "İddialarında samimi iseler
haydi onun gibi bir söz getirsinler."
Bu meydan okuma, Kur'an-ı Kerim'de tekrarlanıp
durmuş ve inanmayan bu meydan okuma karşısında
çaresiz kalarak aşağılık ve rezil duruma düşmüşlerdir.
Kıyamet günü de herkes bu meydan okuma karşısında
aynı kalacaktır.
Doğrusu bu Kur'an'ın özel bir sırrı
vardır. Ayetleri ile karşı karşıya gelen
herkes o ayetlerdeki başkalarını benzerini
getirmekten aciz bırakan noktaların ifadelerinde özel
bir etki olduğunu sezer. İnsan aklının o
ifadelerden algılamış olduğu anlamların
gerisinde bir şeyler olduğunu hisseder. Bu ayetleri
yalnızca dinlemekle bile, insanın hislerine
birtakım şeylerin aktığını hisseder.
Bunu bazıları açıkça sezerken, bazıları
da belli-belirsiz şekilde anlar. Ama ne şekilde olursa
olsun vardır bu. İnsanın duygularına akıp
dalan bu etkenin kaynağını belirlemek çok zordur.
Acaba bu ifadelerin bizzat kendisi mi? Yoksa ifadelerde gizli olan
onlar mı? Yoksa ifadelerin oluşturduğu tablolar ve
çağrışımlar mı? Yoksa Arap dilindeki
bilinen ifade kalıplarının etkisinden bambaşka
ve kendine özgü ifadeleriyle Kur'an'ın etkisi mi? Yoksa bütün
bu etkenlerin tümü mü? Veyahut da bütün bunlarla birlikte
belirlenemez başka bir şeyler daha mı?
Kur'an'ın her ayetinde vardır bu sır. Kur'an
ayetleri ile yüzyüze gelen bir kimse bunu daha baştan
farkeder. Sonra bunun arkasından, Kur'an'ın
yapısını derinden derine düşünmek, tahlil
etmek ve kafa yormakla anlaşılan sırlar gelir.
Kur'an'ın kalpte, duyanlarda ve akılda kurmuş
olduğu sağlıklı ve mükemmel düşünce
sistemini, insanı hemen şu varlığın gerçek
kimliğini belirleyen düşünce sistemini, tüm varlık
aleminin içyüzünü ve tüm gerçeklerin kendisinden kaynaklandığı
ilk gerçek, Allah gerçeği, üzerine getirdiği düşünce
sistemi derinden derine düşünmek, irdelemek ve araştırmakla
anlaşılan sırlar gelir.
Kur'an'ın insan düşüncesine şu olağanüstü
ve sağlıklı düşünce sistemini kurmak için
izlemiş olduğu metodu derinden derine düşünmek,
hissetmek ve onunla yoğrulmakla anlaşılan
sırlar gelir. İnsan fıtratına, hiçbir ifade
kalıplarında benzerine rastlanamayan özel bir üslup
ile seslenirken, insan kalbini tüm yönleri ile ve tüm giriş
noktaları ile altını üstüne getirip içindeki her
köşeyi ve her sırrı bilen bir uzman gibi tedavi
ediş metodunu incelerken anlaşılan sırlar
gelir.
Kur'an'ın yönlendirmedeki kuşatıcılığı,
uyumu ve bu yönlendirmedeki olağanüstü düzeni düşünerek
anlaşılan sırlar gelir. Ki hareket ve
davranışlarda aynı seviyeyi tutturmak kesinlikle
duyulmamıştır. İnsanların hareketleri hep
aynı çizgi ve aynı seviyede asla olamaz. Kur'an'da
olduğu gibi insanların hareketleri her yönden aynı
seviyeyi tutturamaz. İçinde ne fazlalık ne eksiklik, ne
ayrılık ne de kusur olmayan mutlak dengeden yoksundur
insanların hareketleri. Ve yine insan hareketleri ister ana
prensiplerde olsun isterse ayrıntılarda olsun çelişme
ve çatışma olmayan mutlak ahenkten de yoksundur.
Çağlar boyu bu Kitaba mucizelik özelliğini veren
yalanlanması olanaksız şu gizemli sırrın
yanısıra, düşünmeyle anlayabilen şu Kur'an
özellikleri... Evet bu özellikler, Kur'an ile sağlıklı
ve samimi bir kalple ilişki kurduğunda hislerine,
benliğine ve kalbin ta derinliklerine apaçık olarak
haykıran şu gerçeğe saygısı olan
kimsenin kuşku duymayacağı bir konudur bu:
"İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir
söz getirsinler."
Onların bizzat kendilerinin dünyaya gelişlerine dair
yöneltilen ve yukardaki soruyu izleyen bu soru, yüzyüze
gelmeleri kaçınılmaz olan ve Kur'an'ın söylediğinden
başka şekilde açıklama getirmeleri
imkansızdan bir gerçektir. Ki Kur'an'ın getirdiği
açıklamaya göre onları yoktan var eden
yaratıcı Allah'tır ve O bizzat mevcuttur ve onlar
O'nun tarafından yaratılmışlardır.
"Yoksa, kendileri hiçbir şey olmadan mı
yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri mi?"
Onların bir planlayıcı olmadan dünyaya
gelmelerini varsaymaları, herşeyden önce fıtrat
mantığına terstir. Bunun az veya çok tartışılmasına
bile gerek yoktur. Onların kendi kendilerini
yaratmış olmaları varsayımı ise ne
onların ne de herhangi bir yaratığın ileri sürebileceği
bir görüştür. Bu iki varsayım fıtrat
mantığına vurulunca temelden yoksun olduğuna göre,
kala kala geriye Kur'an'ın söylemiş olduğu gerçek
kalıyor. Bu gerçeğe göre, onların tümü, yaratma
ve varetmede hiçbir eşi ve ortağı olmayan ve tek
olan yüce Allah'ın yaratması ile var
olmuşlardır. O halde hiçbir kimse O'na ne ibadette ve
ne de Rabblıkta ortak olamaz. En sade ve açık
mantık da budur zaten...
Yüce Allah aynı şekilde onları, gözlerinin
önünde bulunan göklerin ve yerin var edilmeleri ile yüzyüze
getiriyor. Yoksa bunları onlar mı
yaratmıştır? Bu adamlar kendi kendilerini
yaratmadıkları gibi doğal olarak gökler ve
yeryüzü de kendilerini var etmemişlerdir. Okuyalım:
"Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır,
onlar düşünüp de inanmazlar."
Ne onlar ve ne de fıtrat mantığı ile
konuşan herkes, göklerin ve yerin kendi kendini yaratmış
olduğunu veya, bir yaratıcı olmadan kendi
kendilerine var olduklarını söyleyebilir. Onları
yaratanın kendileri olduğunu da söylemiyorlar. O zaman
bu gökler ve yeryüzü karşılarında duran
canlı bir sorudur ve nasıl var olduklarına
ilişkin cevabı beklemektedirler. Kendilerine göklerin
ve yerin yaratıcısı sorulduğunda o
Allah'tır diyorlardı. Ancak ne varki bu gerçek, onların
zihinlerinde, kesin bilgi derecesine varacak kadar açıklık
kazanıp netleşmemiştir. Ki kesin bilgi insanın
kalbinde etkisini gösterir ve insanı apaçık ve
tutarlı bir inanca doğru harekete geçirir:
"Hayır onlar düşünüp de inanmazlar."
Sonra yüce Allah onları bir basamak
aşağıya, kendilerini, gökleri ve yeri yaratma ve
yoktan var etme seviyesinden bir basamak aşağıya
indiriyor ve soruyor: Yoksa Allah'ın hazineleri onların
ellerinde de vermeyi, vermemeyi, zararı ve faydayı
kontrol mu ediyorlar? Okuyoruz:
"Rabbinin hazineleri onların yanında
mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri
midir?"
Böyle olmadıklarına ve böyle bir iddiaları da
olmadığına göre, kimdir öyleyse hazineleri elinde
tutan ve kimdir herşeyin anahtarını kontrol eden?
Bu soruya Kur'an cevap veriyor ve diyor ki; Mahrum eden de veren
de, idare eden de çekip çevirip de kuşkusuz Allah'tır.
Ve evrende olan kısıtlamanın, verme, çekip
çevirme ve idare etme olaylarının tek açıklaması
da budur. Çünkü hazineleri elinde bulunduranların ve
işleri çekip çevirmeyi kontrol edenlerin kendileri olmadığı
tamamen ortaya çıkmış ve bu olasılık
tamamen reddedilmiştir.
Sonra yüce Allah onları bir basamak daha
aşağıya indiriyor ve Kur'an'ın
indirildiği kaynağı dinleyecek bir araçları
olup olmadığını soruyor kendilerine:
"Yoksa onların üzerine çıkıp gizli
sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse
dinleyenleri açık bir delil getirsin: '
Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- onlara bir
peygamber olduğunu, kendisine vahiy geldiğini ve bu
Kur'an'ın yücelerin yücesinden indirildiğini söylüyor.
Onlar Resulullah'ın dediğini yalanlıyor. Öyleyse
kendilerinin üzerine çıkıp dinledikleri ve Hz.
Muhammed'e vahiy gelmediğini anladıkları ve gerçeğin
de onun
dediklerinden başka olduğunu öğrendikleri bir
merdivenleri mi var? "Öyleyse dinleyicileri açık
bir delil getirsin." Yani onu dinleyenler güçlü ve
insanları tasdik etmeye zorlayan bir etkiye sahip delil
getirsinler. Bu ifadede, müşrikler delillerinin
karşısına geçmiş diretirken ve
karşı koyarken kendilerine belirtilerini ve
kanıtlarını gösteren Kur'an'ın gücüne işaret
vardır.
Sonra yüce Allah onların tutarsız sözlerinden
birisi olan Allah hakkındaki görüşlerini
tartışmaya açıyor. Buna göre onlar dişi
şeklinde uydurdukları melekleri Allah'ın çocuğu
kabul ediyorlardı. Burada Allah Teala, onları daha fazla
rezil edip utandırmak için sözünü direkt olarak
kendilerine yöneltiyor.
"Yoksa kızlar Allah'ın, oğullar si
ze
mi?"
Onlar kız çocuklarını oğlanlardan çok
daha aşağı görüyorlardı. O derece ki
birisine kızı doğduğu haber verilince
üzüntü ve kızgınlıktan yüzü kapkara
kesiliyordu. Fakat bununla birlikte kızları Allah'a
yakıştırmaktan utanmıyorlardı. Burada
Allah Teala, onları kendi adet ve gelenekleri ile
bağlayıp bu iddialarından dolayı hedefliyor.
Yoksa aslına bakılırsa bu düşünceleri zaten
tutarsız ve asılsızdır.
Hz. Muhammed'in kendilerini hidayete çağırması
onların zoruna gidiyordu. Halbuki o, hidayeti onlara samimi
ve art niyetsiz olarak sunuyordu. Buna karşılık
onlardan bir ücret istemiyor ve kendilerine bir borç
yüklemiyordu. Bu art niyetsiz sunuşun en makul gereği,
bunu getiren kişinin iyilikle karşılanması ve
kendilerine sunmuş olduğu ve teklif etmiş
olduğu şeyleri eğer kabul etmezler ise, ona
iyilikle cevap vermeleridir. Oysa yüce Allah burada onların
hiçbir geçerli nedeni olmayan tutumlarını çirkin
görüyor ve diyor ki:
"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun onlar ayrı
bir borç altında mı kalıyorlar?"
Yoksa onlar, söylediklerine karşılık
ağır bir borç yüklediğinde onun altında
mı eziliyorlar? Madem ki gerçekten onlardan ücret ve karşılık
istemiyorsun öyleyse ne kadar çirkin ve aşağılık
bir harekettir yaptıkları. Bu, yaptıkları ile
yüzyüze geldikleri zaman çok utanacakları bir durumdur.
Ve Allah Teala dönüp onları tekrar dünyaya gelişlerinin
asıl gerçek yüzü ile ve bu varlık alemindeki gerçek
durumları ile yüzyüze getiriyor. Buna göre onlar birer
kuldurlar ve belli bir kapasiteleri vardır. Bu varlık
alemi kendilerine belli bir ölçü içerisinde gösterilmiştir.
Gerisi şu varlık aleminin sahibi olan yüce Allah'a has
olmak üzere onlara kapalı tutulmaktadır. Gerçekten
kulların önünde gelip durdukları kul oldukları için
bilgi edinemedikleri bilinmezlikler alemi vardır.
"Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri
mi istediklerini yazıyorlar?"
Onlar, bilinmezlikler aleminin kendi yanlarında
olmadığını ve kendilerinin , o aleme dair
bilgilerinin bulunmadığını ve bilinmeyen aleme
güçlerinin yetmediğini biliyorlardı. Ve yine onlar
gayb defterine hiçbir şey yazamıyacaklarını
oraya ancak ve ancak yüce Allah'ın kulları için
planladıklarından dilediklerini
yazacağını da biliyorlardı.
Kuşkusuz gayb aleminin işine sahip olan, orada
planlama yapıp idare edebilen kişi orayı idare
edebilir ve hileleri boşa çıkarabilir. Onların
nesi var ki? Onlar bilinmezlikler aleminin bilgisinden
mahrumdurlar. O alemin defterine yazı yazamazlar. Sana
karşı hile yapıyorlar, önlemler alıyorlar ve
böylece geleceğe dair bir şeye güç yetireceklerini
sanıyorlar ve "Muhammed şairdir, zamanın
onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz mu?" diyorlar.
"Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl
tuzağa düşecek olanlar o inkar edenlerin
kendileridir."
Onlar o kimselerdir ki gayb sahibinin planları
başlarına iner. Gaybı bilenin hile ve
tuzağına tutulacak olanlar onlardır. Ve
Allah'tır onların kendilerini en güzel biçimde başlarına
çevirecek olan.
"Yoksa onların Allah'tan başka bir
tanrısı mı var?"
Kendilerini koruyan, işlerinin idaresini üzerine alan ve
yüce Allah'ın hileye karşı cezasını
kendilerinden savacak olan Allah'tan başka
tanrıları mı vardır onların? "Allah'ın
şanı onların ortak koştuklarından yücedir."
Onların batıl ve sakat düşüncelerinden de
münezzehtir.
Yüce Allah'a şirk koşmaktan ve ortaklardan
tenzih ifadeleri ile birlikte güçlü, etkili ve hızlı
adımlı hücum da son buluyor. Artık her kuşku
aydınlanmıştır, her delil çürütülmüştür
ve herkes, apaçık gerçek karşısında her türlü
mazeret ve delilden soyutlanmış olarak bulmuştur
kendisini. İşte tam o esnada yüce Allah onların
gerçek kimliklerini, inatçı böbürlenen apaçık gerçekten
kuşkulanan ve uzaklardan en küçük bir kuşkuya bile
sarılan karekterlerini ortaya çıkarmıştır.
"Gökten bir parça düştüğünü görseler
`Üstüste yığılmış bulutlardır'
derler."
Yani, üzerlerine gökten düşen bir parça halinde
içinde ölüm olan azap gönderilecek olsa düştüğünü
görürken bile bu içinde su ve hayat olan "Birbiri
üstüne yığılmış bulut
yığınıdır" derler.
Hakkı kabul etmeme inatları uğruna onların
deyimi ile boyunlarında kılıcın buz gibi
soğukluğunu hissetseler bile gerçeği kabul
etmezler ve üstüste yığılmış buluttur
derler. Belki de bu ifade ile yüce Allah Ad kavminin hikayesine
ölüm ve felaket bulutunu gördükleri zaman söyledikleri
"Bu bize yağmur indirecek olan bir buluttur." (Ahka
f
suresi, 24) şeklindeki
sözlerine işaret etmektedir. Onlar bu sözlerine yüce
Allah'tan şu cevabı almışlardır:
"Hayır o sizin çabucak istediğiniz Rabb'inin
emriyle herşeyi mahveden elim bir azabın bulunduğu
yeldir." (Ahkaf suresi, 24)
RABBİNİN HÜKMÜNE SABR
ET
Felaket başlarının tepesinde olsa bile
Hakkı kabul etmeyip inat etmeleri
canlandırıldıktan sonra, yüce Allah sözünü
Peygamberine çeviriyor ve elini onların üzerinden
çekmesine ve onları surenin başında
anlatılıp nitelenen güne ve kendilerini o günden önce
bekleyen azaba havale etmesini tavsiye ediyor. Kendini
şereflendiren, koruyan ve gözeten Rabbinin hükmüne
sabretmesini, sabahleyin kalktığında, geceleyin ve
yıldızlar battıktan sonra hamd ile Rabbini tesbih
etmesini bildiriyor
.