O |
Tür
|
O |
|
1- Andolsun Tur'a.
2- Satır satır yazılmış Kitab'a;
3- Yayılmış ince deri üzerine.
4- Ma'mur bir ev olan Ka'be'ye.
5- Yükseltilmiş tavan gibi göğe.
6- Kaynatılmış denize
7- Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir.
8- Ona engel olacak bir şey yoktur.
9- O gün gök, sarsıldıkça çalkalanacak.
10- Dağlar bir yürüyüş yürür ki...
11- O gün, yalanlayanların vay haline.
12-- Ki onlar o daldıkları batı! içinde oyalanıp
duranlardır.
13- O gün şöyle denilerek cehennem ateşine
itilirler:
14- "İşte yalanlayıp durduğunuz
cehennem budur!"
15- "Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?"
16- "Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın"'
sizin için birdir. Anlattıklarımıza göre cezalandırılacaksınız."
Bu kısa kısa ayetler, name ve ahenk dolu duraklar (fasıllar),
kesin etkiler daha surenin başında sureye eşlik
etmektedir. Önce sure bir tek sözcük ile başlamakta, sonra
iki olmakta, sonra yavaş yavaş uzayarak paragrafın
(bölümün) sonunda on iki kelimeye ulaşmaktadır. Ama
etki gücünden hiçbir şey kaybetmemektedir.
''Tur'' ormanlı dağ demektir. Ancak ağır
basan görüşe göre burada geçen Tur sözcüğü ile,
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- hikayesinde geçen ve üzerinde
O'na kutsal sayfaların indirildiği ve Kur'an'da bilinen
bir dağıdır. Surenin başındaki atmosfer
kutsal şeylerin atmosferidir. Bundan dolayı yüce Allah
bu kutsal şeyler üstüne yemin etmekte ve ilerde büyük bir
olay olacağını beyan etmektedir.
"Yayılmış ince deri üzerine yazılmış
kitap"tan maksat ne olabilir? En yalın ihtimale göre,
bu kutsal sayfalarda yazılı Hz. Musa'nın
kitabıdır. Çünkü onunla Tur dağı
arasında bir ilişki vardır. Bazı alimler
ayetin ilerisinde yer alan, mamur olan ev yükseltilmiş tavan
ifadelerine uygun olarak bunun levh-i mahfuz olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Buradaki "yazılmış kitap" deyimi
ile "levh-i mahfuz 'un kastedilmiş olması da uzak
bir ihtimal değildir. .
"Mamur olan ev "
ise Kabe olabilir. Ancak Buhari ve Müslim'de yeralan Mirac
hadisesinde yer aldığı üzere, gökteki meleklerin
ibadet evi olması ağır basmaktadır. Nitekim
İsra hadisinde şöyle yer almaktadır: "Sonra
beyt-i ma'mura (mamur eve) yükseltildim. Bir de ne göreyim oraya
hergün yetmiş bin melek giriyor ve
yaşadıkları müddetçe bir daha geri dönmüyorlar."
Yani, melekler orada ibadet ediyorlar ve insanlar nasıl
Kabe'yi tavaf ediyorlarsa onlar da o evi öyle tavaf ediyorlar.
Yükseltilmiş tavan ise gökyüzüdür. Bunu Süfyan
es-Sevri, Şu'be, Ebul Ahvas, Semmak babası Halit,
babası Arara o da Hz. Ali'den naklederler. Süfyan der ki:
Hz. Ali ayete bu anlamı verdikten sonra "Göğü
dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık,
onlar ise, gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara
dönüp bakmıyorlar" (Enbiya 32) ayetini okudu. Dolu
deniz ise, engin, dopdolu ve upuzun bir gökyüzü tablosu ile
zikredilebilecek en uygun motiftir. Gökyüzü de insana korku ve
dehşet veren bir delildir. Bundan dolayı gökler ve
denizler, büyük olayın olacağı pekiştirilmek
için üzerine yemin edilen şeylerin tabloları
arasında zikredilmeye çok uygun düşüyor. Belki de
dolan deniz değil de yanan denizdir. Nitekim bir başka
surede, "Denizler
tutuştuğu zaman" (Tekvir
suresi, 6) buyurulmaktadır. Yani denizler ateş alıp
tutuştuğu zaman demektir. Ayrıca "Yükseltilmiş
tavan"da olduğu gibi, yüce Allah'ın bildiği
başka yaratıklar da ima edilmiş olabilir.
Allah Teala, bu muazzam Yaratıklarının üstüne
yemin ederek, büyük bir olayın olacağını açıklamaktadır.
Ve bu büyük olayı, insanın duygularını bu
etkileyiciler aracı ile etkileyerek onu karşılamaya
hazır hale getirdikten sonra açıklamaktadır.
Bu büyük olay, "Rabbinin
azabı hiç şüphesiz gelecektir. Ona engel olacak birşey
yoktur" gerçeğidir.
Bu kesinkes olacaktır ve hiç kimse önleyemeyecektir. Bu iki
ayetin gerek vurguları gerekse duraklarının
etkileri kesindir ve susturucudur. Ve insana, Allah'ın
azabının birden geleceğini, mahvedici olduğunu
ve ona karşı hiçbir koruyucu ve engelleyicinin
bulunmayacağını anlatmaktadır. Bu vurgulama,
insanın duygularına arada hiçbir engel olmadan ulaştığı
zaman insanı derinden sarsar, lime lime eder ve ona
yapacağını yapar. Hafız Ebu Bekr İbn-i
Ebi'd-Dünya der ki: Bana babam, ona Davud oğlu Musa, ona
Salih el-Murri, ona Abd kabilesinden Zeyd oğlu Cafer
nakletmiş. Demiş ki: Hz. Ömer bir gece Medine'de
şehrin güvenliğini denetlemek için dışarı
çıkar. Şehirde dolaşırken bir müslümanın
evine rastlar. Hz. Ömer'in geldiği esnada o adam namaz
kılmaktadır. Hz. Ömer durup adamın Kur'an
okuyuşunu dinlemeye başlar. Adam bu Tur suresini okumaya
başlar. "Rabbinin azabı hiç şüphesiz
gelecektir. Engel olacak bir şey yoktur" ayetine
gelip de bu ayetleri okuyunca, Hz. Ömer der ki: "Kabe'nin
Rabbine andolsun bu yemin gerçektir." Sonra bineğinin
sırtından iner, bir duvara yaslanır ve orada epeyce
kalır sonra evine döner, bir ay evinde yatakta kalır.
Herkes hasta diye onu ziyarete gelir ama
hastalığının ne olduğunu bilmezler. Allah
kendisinden razı olsun."
Hz. Ömer bu sureyi daha önce birçok kez duymuş,
okumuş ve onunla namazlar kılmıştı.
Resulullah bu sure ile akşam namazı
kıldırmış. Hz. Ömer ise her seferinde O'nun
arkasında bu sureyi öğrenmiş ve O'na uymuştu.
Ancak ne varki, o gece bu sure, açık gönüllü ve engin
duygulu bir Ömer'le karşılaşmış, onun
iliklerine kadar işlemiş ve bütün ağırlığın
şiddeti ve gönüllere özel bir anda ulaşan kutsal ve
vasıtasız gerçeği ile iç alemine ulaşmış,
onda yapacağını yapmıştı. Böyle
özel anlarda Kur'an ayetleri Hz. Ömer'in kalbine dokunduğu
gibi direkt bir dokunuşla kalplere girer ve derinliklerine
işlerse, kalpler (o dokunuşta) ayetleri
Resulullah'ın kalbi gibi ilk kaynağından alır.
Ancak Resulullah'ın kalbi ayetleri almaya hazır hale
getirildiği için onların etkilerine dayanabilmişti.
Resulullah'tan başkaları ise ayetler kalplerine ilk
andaki gerçek gücü ile işlediğinde Hz. Ömer'in başına
gelenler onların da başlarına gelir. Bu korkunç
uyarıyı kendisine eşlik eden korkunç bir tablo
izliyor:
"O gün gök sarsıldıkça çalkalanır,
dağlar bir yürüyüş yürür ki..."Sağlam
yapılı ve sallanmaz gökyüzünün yerinde kararsız
olarak bir gelip bir giderek kıyıya vuran deniz
dalgaları gibi sallanıp alt üst olması... Şu
kaskatı ve yerinden kımıldamayan dağların
şimdi yerinde duramayıp hafif ve tüy gibi bir o yana
bir bu yana gitmesi... Evet bu manzaralar gerçekten de son derece
sarsıcı ve insanı kendinden geçirici bir haldir.
Bu durum kendi öz dili ile, gökleri sarsan ve dağları
yürüten korkuyu ifade etmektedir. O sapasağlam gökyüzü
ve sarp dağlar böyle olursa, o korkunç ve dehşet dolu
günde güçsüz ve cılız küçücük insan denilen
yaratığın hali acaba ne olur?
Hiçbir şeyin yerinde duramadığı bu
dehşet karmaşasında, herşeyi yerinden
sarsıp oynatan bu korku atmosferinde yalancıların
yakasına ondan çok daha dehşetlisi ve çok daha
korkuncu yapışıyor. Derhal Aziz ve Cebbar olan yüce
Allah'ın kendilerine yönelik şiddetli azap felaket ve
bedduası ile karşılaşıyorlar:
"O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar o
daldıkları batıl içinde oyalanıp
duranlardır."
Yüce Allah'ın felaket bedduası, felakete hüküm
vermesi ve hemen yerine getirmesi demektir. O halde bu hüküm
çaresiz yerini bulacaktır, onu geri çevirecek hiçbir güç
yoktur. Göğün sarsıldıkça sarsıldığı,
dağların yürüdükçe yürüdüğü gün bu hüküm
mutlaka yerini bulacaktır. Bu korku ile o felaket birbirine
son derece uygun düşmektedir. Ve bunların tümü "Daldıkları
batıl içinde oyalanıp duran" yalanlayıcıların
üstüne yağmur gibi yağacaktır.
Bu nitelik, daha başta o müşriklere onların
çelişik inançlarına ve tutarsız düşüncelerine
ve sonra da bu inanç ve düşünce üzerine kurulu
hayallerine uygun düşmektedir ki Kur'an-ı Kerim birçok
yerde bunları anlatır ve canlandırır.
Onların hayatları ciddiyetten uzak bir oyundur. Suya
dalıp oynamaktan başka bir hedef veya sahil (kıyı)
gözetmeksizin suya dalan oyuncu gibi hayatları hedefsiz bir
eğlencedir onların.
Şu kadar var ki, nitelik islam düşüncesinden başka
bir düşünce sistemi içerisinde yaşayan herkes için
geçerlidir. Bu gerçeği
insan, ancak yeryüzünde şöhret bulan düşünce
sistemlerini -bu sistem, ister düşünce alanında, ister
mitolojide isterse felsefi alanda olsun fark etmez- islamın
insan ve sonra da bütün varlık alemine
bakışının ışığı
altında inceleyip tahlil ettiği zaman, evet ancak o
zaman fark edebilir. Çünkü diğer düşünce sistemleri
-hatta insanlık tarihinin kendileri ile övündüğü
büyük filozofların düşünce sistemleri- gerçeğe
ulaşma yolunda bilinçsizce Yürüyen ve gayesiz suya dalan
çocuk girişimleri gibi görünmektedir. Halbuki islam düşüncesinde
özellikle de Kur'an'da gayet rahat, net, güçlü, basit ve derin
olarak sunulan bu gerçekler, insanın fıtratı ile,
herhangi bir zorluk, çaba ve kargaşa olmaksızın
direkt olarak birleşebilir. Çünkü Kur'an insanın
fıtratına derin ve köklü gerçeği bildirir. Ve
ona varlığı ve varlığın o gerçekle
olan ilgisini yorumladığı gibi, varlık
aleminin yaratıcısı ile olan ilişkisine de
yorum getirir. Bu yorum fıtratta yer alan gerçeğe
benzemekte ve uygun düşmektedir.
Ne kadar hayret ettim büyük filozofların düşünce
sistemini inceleyip onların şu varlık alemini ve
ilişkilerini yorumlamak için öldürücü ve mahvedici
çabalarını görünce! Onlar tıpkı bir çocuğun
korkunç bir matematik denklemini çözmek için bocaladığı
gibi bocalıyorlardı. Halbuki karşımda duran
Kur an düşüncesi son derece açık, net, kolay, sade,
duru ve doğaldı. İçinde ne bir eğrilik, ne kaçamak,
ne karmaşıklık ve ne de zikzak vardı. Bu da
çok doğaldır. Çünkü Kur'an'ın varlık
alemini yorumu, bu varlık alemini yaratan
yaratıcının o alemin kimliği ve
ilişkileri üstüne getirdiği yorum idi.
Filozofların düşünce sistemleri ise, bu varlık
aleminde yer alan küçücük parçaların kalkıp bütün
varlık alemi üstüne yorum getirme çırpınışları
idi. Elbette bu gibi zavallı çırpınışların
sonuçlarının nasıl olacağı bellidir,
malumdur!
Onların yaptıkları çalışmalar,
Kur'an'ın insanlara sunduğu tam, olgun ve fıtrata
uygun yorumlarla karşılaştırılınca
boş, karmakarışık ve bilinçsiz bir girişim
olarak kalır. Ama insanların bazıları bu mükemmel
şekli bırakıp da şu eksik, verimsiz, mükemmel
ve olgun olması imkansız olan çırpınışlara
düşüyor. Gerçekten olaylar insanın duygu ve düşüncesinde
sapık düşüncelerden ve insanlığın eksik
çabalarından etkilenmiş olarak, istikrarsız ve
kararsız bir konumda olur. Sonra insan, yorumunu yapmaya çalıştığı
konuda Kur'an-ı Kerim'den birkaç ayet duyar. Bir de ne
görsün yol gösteren ışık ve değişmez
ölçü ile karşı karşıya değil mi(!) O
andan itibaren herşeyi yerli yerinde, bulur. Her olayı
yerli yerinde ve her gerçeği sakin, değişmez ve
sarsılmaz olarak karşısında bulur. Ve ondan
sonra, ruhunun huzura kavuştuğunu, kafasının
sakinleştiğini, aklının apaçık olan
Hakkı görerek rahata erdiğini hisseder. Artık bu
insandan karanlık ve endişe uzaklaşmış
herşey istikrara kavuşmuştur.
Yine bunun gibi, islamın ruhlara ilham ettiği, kalbi
bağladığı, tahlil edilip hayata geçirilmesi
için insanların dikkatlerini çektiği değer
ölçüleri insanların kendi hayatlarında önem verip
oyalandıkları değerler ile
karşılaştırılırsa onların bir
havuzda boş bir oyun içinde oyalanıp durdukları
anlaşılır. İnsanların
oyalandıkları şeylerin basitliği ve
zayıflığı ortada görünmektedir. Müslüman
ise, o boş şeyleri büyük görmelerine, ondan sanki
büyük bir kainat olayı imiş gibi söz etmelerine bakar
durur. Onlara, tatlıdan gelinler ve cansız bebeklerle
oyalanan ve bunları birer canlı sanan ve bütün
zamanlarını bunlarla şakalaşarak onları
nazlayarak ve onlarla birlikte ve onların vasıtası
ile oynayarak geçiren çocuk gözü ile bakar.
Gerçekten islam, insanın kendi varlığı ve
bütünü ile varlık alemi karşısındaki düşüncesini
yükselttiği, dünyaya gelişinin nedenini,
varlığının içyüzünü ve akibetini ona açıkladığı,
herkesin kafasına takılan "Nereden geldim?",
"Niçin geldim? ", "Nereye gideceğim?"
gibi sorulara açık, doğru cevaplar verdiği
ölçüde, beşerin önem vermesi gereken nesneleri de
yüceltir ve yükseltir.
İslamın bu sorulara verdiği cevaplar,
insanın varlığı ve bütünüyle varlık
alemi için gerçekçi düşünce sistemini belirler. Çünkü
insan, bütün yaratıklar içerisinde, orjinal ve benzersiz
değildir. O da bu varlıklardan birisidir. Onların
geldiği yerden gelmiştir, onların varlık
nedeni kendisinin de varlık nedenidir. Ve insan bütünü ile
varlık aleminin yaratıcısının hikmeti
nereye gitmeleri gerektiriyorsa onlarla birlikte oraya gidecektir.
İşte bu soruların cevabı, bütünü ile varlık
alemi, birbiri ile ilişkileri ve insanın onlarla
ilişkileri ve tüm yaratıkların da
yaratıcıları ile ilişkileri üstüne mükemmel
bir yorum içermektedir.
Bu yorum, insanın hayatta değer verdiği
şeylerde kendini gösterir ve onları kendi seviyesine çıkarır.
Bundan dolayı oynayanların içine daldıkları
şu küçüklük ve basitlikleri bırakıp, şu
kainatta var oluşunun en büyük görevini hayata geçirmekle
meşgul olan bir müslümanın duygusunda,
başkalarının (müslüman olmayanların)
değer verdiği şeyler çok zayıf ve
cılız kalır.
Elbette müslümanın hayatı son derece büyüktür.
Çünkü müslümanın hayatı bu muazzam varlık
alemi ile ilişkisi ve varlık alemindeki hayata etkisi
olan büyük bir görevi yerine getirmek için vardır. Bundan
dolayı müslümanın hayatı boş işlerde,
oyuna, eğlenceye, lüzumsuz şeylere dalarak geçirilmeyecek
kadar değerli ve yücedir. Müslümanın varlık
aleminin içyüzü ile ilgili bu büyük görev düşüncesinden
doğan değer ölçüleri ile karşılaştırıldığı
zaman yeryüzünde insanların değer ölçülerinin
birçoğunun, boş, eğlence, oyalanma ve
anlamsız işlere dalmadan ibaret olduğu görülmektedir.
Vay batıl içinde oyalanıp eğlenenlere. "O
gün şöyle denilerek cehennem ateşine itildiler." Dehşetli
bir tablo bu. Ayette yer alan "Da"
sözcüğü,
bir kimsenin arkasından öne doğru itilmesi demektir.
Arkadan itilip kakılma cezası, ciddiyetten
uzaklaşan, oyun ve eğlenceye dalan sonra da
çevrelerinde olup bitenlere dikkat etmeyen kimselere uygun bir
cezadır. Bundan dolayı onlar oraya itile kakıla sürülürler
ve götürülürler.
Nihayet bu itiş kakışla ve sürülüşle
ateşin kenarına varınca kendilerine denilir ki:
"İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem
budur."
Onlar bu çilenin içinde kıvranıp, kendi
arzuları dışında önlerinden cehennem arkalarından
itilme kıskacında iken, bir de başlarına rezil
edilme, azarlanma gelir ve daha önceki yalanlamalarına da
bir îmâ olarak "Bir
büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?" denir
onlara. Hani onlar Kur'an için "bir büyüdür"
diyorlardı ya, işte şu anda gördükleri ateş
de bir büyü müdür? Yoksa korkunç ve dehşetli gerçeğin
ta kendisi midir? Yoksa onlar Kur'an-ı Kerim'deki gerçekleri
görmedikleri gibi, bunu da bu ateşi de mi görmüyorlar?
Bu acı ve alay dolu azarlamadan sonra, kendilerine hemen kötü
bir ümitsizlik ile ödül veriliyor:
"Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın,
sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre
cezalandırılacaksınız: '
Böyle bir felakete uğramış birisi için sıkıntıya
katlanmanın da katlanmamanın da bir olduğunu
bilmekten daha zor bir şey yoktur. Çünkü azap başa
gelmiştir. Onu engelleyecek kimse de yoktur. Sabredilse de çığlık
atılsa da aynı acılar çekilecektir. İster
dayansın ister sızlansın orada kalması kesin
ve kararlaştırılmıştır. Bunun nedeni,
yapılmış olanların
karşılığı olmaktan başka birşey
değildir. Bu cezanın nedeni, daha önce yapılmış
olanlardır. Artık değiştirilmesi sözkonusu değildir.
Böylece ilk bölümde olduğu gibi, bu korkunç tablo
şiddetli etkileri ile son buluyor.
İkinci bölüme gelince, o da aynı şekilde
duyguları coşturuyor, harekete geçiriyor. Ama bu
harekete geçirme azaptan ötürü değil de rahattan,
bolluktan, karşı konulmaz nimetlere çığlıktan
ve özellikle de o iç karartıcı azap sahnesini
izledikleri için daha da etkili olmaktadır.
|
|
O |
|
O |
|