O |
Tevbe
|
O |
|
58- Onların bazıları sadakaların (zekât
gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar.
Eğer zekât gelirlerinden kendilerine bir pay verilirse
memnun olurlar, eğer bu gelirlerden kendilerine bir pay
verilmez ise hemen öfkeleniverirler.
59- Oysa eğer onlar Allah'ın ve Peygamber'in
kendilerine ayırdığı pay sevinçle karşılayarak,
"Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan
verecek, Peygamber de. Biz umudumuzu yalnız Allah'a
bağlamışız" deselerdi, kendileri
hakkında daha iyi olurdu.
60-Sadakalar (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere,
zekât toplamakla görevli memurlara, kalpleri islâma
ısındırılmak istenenlere, sözleşmeli kölelere,
borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yarı
yolda kalanlara verilir. Bu paylaştırma sırası
Allah tarafından belirlenmiştir. Allah her şeyi
bilir ve her yaptığı yerindedir.
Bazı münafıklar senin hakkında ağır sözler
söylüyorlar. Senin zekât gelirlerini bölüştürürken
adaletsiz davrandığını, adam
kayırdığını ileri sürüyorlar. Bu
iddiayı
adalete düşkünlüklerinden hakka ilişkin
duyarlılıklarından ya da dine bağlı
olduklarından dolayı ileri sürmüyorlar. Bu yakışıksız
iddianın tek gerekçesi, kişisel menfaatleri,
ihtirasları, çıkarcılıkları ve
bencillikleridir:
"Eğer zekât gelirlerinden kendilerine bir pay
verilirse memnun olurlar."
Ve o zaman artık hakkı, adaleti ve dini umursamazlar.
"Eğer bu gelirlerden kendilerine bir pay verilmez ise
hemen öfkeleniverirler."
Elimizde bu ayetin iniş sebebine ilişkin çeşitli
rivayetler vardır. Bu rivayetlerde, bizzat Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- Zekât gelirlerinin dağıtımında
adil davranmadığını söyleyen belli kişilerden
söz edilmekte, belli olaylara parmak basılmaktadır.
İmamı Buhari ve İmamı Nesei rivayet
ettiğine göre, Ebu Said el-Hudri şöyle diyor: -Allah
ondan razı olsun- "Peygamberimiz bir defasında bir
ganimet malını bölüştürüyordu. Bu sırada
Temin kabilesinden Zul-Huveysir geldi ve "Ey Allah'ın elçisi!
Adil ol!" dedi.
Peygamberimiz ona şu karşılığı
verdi: "Yazıklar olsun sana! Ben adil olmadıktan
sonra kim adil olabilir."
Hz. Ömer -salât ve selâm üzerine olsun- "Ya Resulallah,
bana izin ver de onun boynunu vurayım" dedi.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun ise, `Ey Ömer, bırak
gitsin... Çünkü onun öyle arkadaşları vardır ki,
sizden biriniz onların namazlarına
baktığında kendi namazının, onların
oruçlarına baktığında kendi orucunun basit
kaldığını görecektir... Onlar okun yaydan fırlaması
gibi dinin dışına fırlarlar" buyurdu.
"Onların bazıları sadakaların (zekât
gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar"
ayeti işte bunlar hakkında indi."
İbn-i Nurdeveyh de İbn-i Mes'ud'un -Allah ondan
razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- Huneyn savaşından elde
edilen ganimetleri bölüştürürken bir adamın şöyle
dediğini işittim: "Bu
bölüştürme,
Allah'ın rızasını gözetmeyen bir bölüştürmedir"
Bunun üzerine gidip Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- bu olayı haber verdim. Peygamberimiz, "Allah Hz.
Musa'ya rahmet eylesin. O, bundan daha kaba şeylerle
karşılaşmış ve sabretmişti"
buyurdu. İşte bu sırada:
"Onların bazıları sadakaların (zekât
gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar."
ayeti indi.
Süneyd ve İbn-i Cerir'in rivayet ettiklerine göre, Davud
İbn-i Ebu Asım şöyle diyor:
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bir zekât malı
getirilmişti. O da bu malı, şuraya buraya diyerek
bitinceye kadar dağıttı. Onun böyle dağıttığını
gören Ensar'dan bir adam: "Adalet bu değildir"!
dedi. İşte bunun üzerine bu ayet indi.
Onların bazıları sadakaların (zekât
gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar
ayeti hakkında, Katade; `Onlar seni zekât gelirlerinin
bölüşümü konusunda suçlarlar' açıklamasını
yapmaktadır. Bize anlatıldığına göre,
henüz yeni müslüman olan bedevi bir Arap, Peygamberimizin yanına
gelmişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- o sırada
altın ve gümüş bölüştürüyordu. Köylü adam,
"Ey Muhammed! Eğer Allah sana adil davranmayı
emretmişse, sen bu bölüştürmede adil davranmadın!"
dedi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Yazıklar
olsun sana! Eğer ben adaletli davranmıyorsam, artık
kim adaletli davranabilir!" buyurdu.
Herneyse, bu ayet belirtiyor ki, bu söz münafıklardan
bir grubun sözüdür. Onlar bunu, aşırı
bağlılıklarından dolayı söylemiyorlardı.
Kendilerine düşen paya razı olmadıkları için,
büyük paylar kendilerine düşmediği için bu tür
sözler söylüyorlardı... Bu da, onların münafık
olduklarının apaçık belirtisidir. Yoksa bu dine
iman eden bir insan, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- ahlâkı konusunda şüpheye düşmez. Çünkü
o, peygamber olmadan önce dahi doğru sözlü, güvenilir bir
insan olarak biliniyordu. Adalet ise, yüce Allah'ın,
Peygamberimiz şöyle dursun, mü'min kullarının
titizlikle üzerinde durmalarını istediği
emanetlerden biridir. Açıktır ki, bu ayetler; daha
önce meydana gelen olaylara ve gerçeklere değinmektedir.
Fakat bu ayetler savaş esnasında iniyor ki, hem
savaş sırasında, hem de başka zamanlarda münafıkların
sürekli biçimde nasıl bir yol ve tutum izlediklerini tasvir
etsinler...
İşte tam bu sırada, Kur'an'ın anlatım
üslubu, gerçek anlamda inanmış olan mü'minlere yakışan
yolu da çiziyor.
"Oysa eğer onlar Allah'ın ve Peygamber'in
kendilerine ayırdığı payı sevinçle karşılayarak,
`Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan verecek,
Peygamber de. Biz umudumuzu yalnız Allah'a
bağlamışız' deselerdi, kendileri hakkında
daha iyi olurdu."
İşte bu, ruhun ve dilin terbiyesidir. İman
terbiyesi; Allah'ın ve peygamberinin bölüştürmesine
razı olmaktır. Gönülden kabullenerek, katılarak
ve teslim olarak razı olmaktır. Baskı ve zorla
razı olmak değil. Allah ile yetinmekti. Zaten Allah
kuluna yeter. Allah'ın ve peygamberinin lütfundan umutlu
olmak, bütün maddi kazançların ve tüm dünya ihtiraslarından
uzak bir şekilde Allah'ı arzulàmak, yine iman
terbiyesinin gereğidir. İşte mü'minlerin kalbini
etkisi altına alan gerçek iman ahlâkı budur. Fakat
kalpleri kesin imanın nuru ile aydınlanmamış,
imanın huzuru ruhlarını etkisi altına
almamış olan münafıkların kalpleri bu
terbiyenin ne olduğunu kavrayamaz.
Allah ve peygamberi hakkında tam bir
bağlılık; gönül huzuru ve teslimiyet ile takınılması
gereken bu terbiyeyi açıkladıktan sonra, Kur'an'ın
anlatım üslubu
şu noktaya
temas ediyor: Bu işi düzenleyen, belirleyen Peygamberimiz değildir.
Bu, Allah'ın belirlemesi, düzenlemesi ve bölüştürmesidir.
Bu işte peygamberin, alemlerin Rabbi tarafından
belirlenen ve düzenlenen hükmünü uygulamaktan başka bir
fonksiyonu yoktur. İşte bu sadakalar (zekât gelirleri)
Allah'ın kesin bir emri olarak zenginlerden alınır,
yine Allah'ın kesin bir emri olarak fakirlere
dağıtılır. Toplanan bu gelirler,
Kur'an'ın belirlediği insan kesimlerine verilir. Bu
gelirlerin dağılımı hiç kimsenin isteğine
bırakılmamıştır. Peygamberin
isteğine bile...
"Sadakalar, (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere,
zekât toplamakla görevli memurlara, kalpleri islâma
ısındırılmak istenenlere, sözleşmeli kölelere,
borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yarı
yolda kalanlara verilir. Bu paylaştırma sırası
Allah tarafından belirlenmiştir. Allah her şeyi
bilir ve her yaptığı yerindedir."
İşte bu şekilde zekât gelirleri de Allah'ın
şeriatındaki yerine, islâm düzenindeki yerine
oturtulmuş olur. Buna göre zekât, kendilerine zekâtın
farz kılındığı insanın lütfu ve bağışı
değildir. Zorunlu olarak yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
Dağıtan ve bölüştüren tarafından
ölçüsüz-tartısız biçimde dağıtılan
bir bağış da değildir. Nereye verileceği
belirlenmiş bir paylaştırmadır. Zekât islâmın
kesin emirlerinden biridir. Müslüman devlet, onu belli bir
düzen ve sistem içinde toplar ve belirlenmiş sosyal
hizmetleri onunla görür. Zekât, onu veren tarafından bir
iyilik, bir bağış olmadığı gibi,
alan için de bir el açma ve bir dilenme lekesi değildir...
İslâmın sosyal düzeni asla dilencilik üzerine
kurulmamıştır, kurulamaz da.
İslâm düzeninde hayatın temeli çalışmaktır.
Bütün çeşitleri ve bütün türleri ile çalışmak.
İslâm devleti çalışabilecek herkese çalışma
imkânı sağlamak, iş vermek durumundadır.
İş sahası açmak, çalışma
şartlarını en güzel biçimde hazırlamak ve
emeğin karşılığını tam ve
dolgun biçimde vermek zorundadır. Çalışma
imkanına sahip olan insanların zekât gelirlerinde bir
hakları yoktur. Zekât, gücü yetenler ile gücü yetmeyen
aciz kesimler arasında gerçekleştirilmesi gereken bir
sosyal dayanışma vergisidir. Bu sosyal
dayanışma devletin desteği ve denetimi
altındadır. Zekâtı toplama ve ilgili yerlere
dağıtma görevi devletindir. Yeter ki, toplum düzeni sağlıklı
olan islâmi ilkelere dayandırılsın ve
Allah'ın şeriatı uygulansın. Onun
dışında başka kanunlara ve sistemlere
başvurulmaya kalkışılmasın.
Abdullah İbn-i Ömer'den rivayet edildiğine göre,
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle
buyurmuştur: "Zekât gelirleri zenginlere gücü-imkânı
yerinde olanlara helâl değildir." (İmam Ahmet, Ebu
Davud, Tirmizi)
Abdullah, İbn-i Adiy İbn-i Hıyar anlatıyor:
"İki adam bana haber verdi. Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- gittik ve ondan zekât gelirlerinden bir
pay istedik. Peygamberimiz, bizim üstümüze-başımıza
şöyle bir baktı. Bizim, gücü-kuvveti yerinde adamlar
olduğumuzu gördü ve `Zenginlerin ve çalışıp
kazanabilecek gücü-kuvveti olanların zekât gelirlerinde
payı yoktur. Ama buna rağmen siz istiyorsanız size
veririm" buyurdu.(İmam Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi)
Zekât, islâmın sosyal dayanışma düzeninin
bölümlerinden sadece birisidir. Bu düzen zekâttan çok daha
kapsamlı ve geniştir. Çünkü bu sosyal dayanışma
düzeni, hayatın tümünü kuşatan pek çok çizgilerle
somutluk kazanmaktadır. İnsani ilişkilerin çeşitli
yönlerini ve alanlarını bütünü ile kapsayan
çizgilerle uygulamaya konulmaktadır. İşte zekât,
bu sosyal düzenin ana çizgilerinden sadece bir tanesidir.
Zekât, malların çeşitlerine göre onda bir, yirmide
bir ve kırkta bir oranındadır. Yine zekât, yaklaşık
olarak yirmi cüneyh değerindeki ihtiyaç fazlalığından
ve ayrıca bu malların bir yıl geçmesi gerekir.
Böylece zekâtın gelirine ümmetin büyük çoğunluğu
katkıda bulunmuş olur. Zekâtın verileceği
kesimlerin başında, yoksullar ve düşkünler gelir.
Yoksullar belli miktarda geliri olduğu halde, bu gelirleri
yeterli olmayan ve ihtiyaçlarını karşılamayan
kimselerdir. Ayeti kerimede geçen (ve bizim düşkün diye
tercüme ettiğimiz) kesim ise,
aşağı-yukarı durumları fakirler gibi olan
kimselerdir. Yalnız bu fakirler ihtiyaçsız görünmeye
çalışırlar. Sıkıntıda
olduklarını göstermezler ve dilenmezler.
Bir sene zekât verenlerin pek çoğu, gelecek sene zekât
alacak duruma düşebilir. Böylelerinin, ellerindeki servet
azalarak ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma düşebilir.
Bu açıdan zekât sosyal bir güvencedir. Bazıları
da, zekât gelirlerine hiçbir katkıda
bulunmadıkları halde, zekât alacak duruma düşmüştür.
Bu açıdan da zekât, sosyal bir dayanışmadır.
Tabii ki, zekât, güvence ve dayanışma olmaktan önce,
Allah'ın kesin bir emridir. Zekât vermekle insan benliğini
pisliklerden arındırmış olur. Allah'a
kulluğunu ortaya koymuş olur. Cimrilikten kurtulur. Zekât
vermekle kendi ihtiraslarına galip gelmiş olur.
"Sadakalar (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere...
verilir.
Bunu daha önce açıkladık.
"Zekât toplamakla görevli memurlara."
Yani zekâtı toplamak için görevlendirilmiş
memurlara...
"Kalpleri islâma ısındırılmak
istenenlere."
Bunlar birkaç gruptur. Bunlardan bir kesim islâma yeni girmiştir.
İslâma sağlıklı biçimde bağlanmaları
istenmektedir. Bir kesimi de henüz islâma girmemiştir.
Kalplerinin ısındırabileceği ve müslüman
olabilecekleri ümit edilmektedir. Bir kesimi ise, islâma girmiş
ve sağlıklı biçimde ona bağlanmıştır.
Fakat kendi çevreleri içinde yaşayan, kendileri gibi
insanların kalpleri ısındırılmak
istenmektedir. Böylece umulur ki, yakınlarının geçim
imkânlarına kavuştuğunu görenler, müslüman olma
arzusunu duyarlar. İslâmın üstünlüğü gerçekleştikten
sonra, kalpleri ısındırılmak istenen insanlara
zekât düşer mi, düşmez mi diye fıkhi bir
tartışma vardır. Fakat bu dinin stratejisi pek çok
durumlarda ve çeşitli aşamalarda böyle uygulamalarla
karşı karşıya gelecektir. O aşamalarda
bazı insanlara bu tür yardımların
yapılması gerekecektir. Onlara verilen zekât ya
müslüman oldukları için rızıklarını
zorlu mücadelelerle kazandıklarından ya da islâma bağlılıklarını
sürdürmelerine bir katkıda bulunması düşüncesiyle
veya onların islâma yakınlaştırılmaları
amacıyla verilir. Nitekim islâma yararlı olmaları,
ona çağrıda bulunup şurada-burada onu
savunmaları ümit edilen bazı müslüman olmayan kişilere
yardım edilmesi, bu türden bir ihtiyaçtır.
Biz bu gerçeği böyle anlıyoruz. Böylece
şartların ve durumların değişmesine
rağmen, yüce Allah'ın mükemmel bir hikmet ile
müslümanların işlerini idare ettiğini apaçık
olarak görmüş oluyoruz.
"Sözleşmeli kölelere."
Bu köleliğin bütün dünyaya egemen olduğu
bir sırada, islâmın ortaya koyduğu hükümdü. O
günlerde müslümanlarla düşmanları arasında
yapılan savaşlarda, bu genel kölelik uygulaması geçerliydi.
İslâmın, bütün dünyanın kölelik sisteminden başka
bir sistemi tanımasına değin, düşmanın
bu uygulamasına karşılık vermekten başka
çaresi yoktu... İşte zekât gelirinin bu payı,
özgürlüğüne kavuşmak için efendisine belli bir
miktar para vermek üzere anlaşan kölelerin
özgürlüklerine kavuşturulmasına destek ve yardım
olsun diye ayrılmıştır. Bu köle, zekât
mallarından aldığı destek ile özgürlüğüne
kavuşacaktır. Veya devletin kendisi, bu gelirleri
kullanarak köleleri satın alıp azad edecek, serbest
bırakacaktır.
"Borçlulara." Bu
kimseler gayri meşru sebeplerle borca girmiş
olmamalıdır. Onlara borçlarını ödemeleri
için zekâttan bir pay verilir. Nitekim materyalist modern
medeniyet de, her ne sebeple olursa olsun iflas ettiğini ilan
eden borçlu tüccarlara destek vermektedir! İslâm, dayanışmayı
ilke olarak kabul eden bir düzendir. Orada onurlu olan düşmez.
Güvenilir olanın hakkı zayi olmaz. Bu düzende
insanlar, yeryüzü kanunlarında veya orman kanunlarında
olduğu gibi, düzenleyici kanunlarla birbirini yemezler!
"Allah yolunda çalışanlara."
Bu geniş bir kapıdır. Allah'ın
egemenliğini yeryüzünde gerçekleştirmeye yarayan,
toplumun yararına olan her şeyi kapsamına
alır, kuşatır.
"Ve yarı yolda kalanlara."
Bunlar kendi ülkesinde zengin olsalar bile, yolda kalan ve
dolayısıyla mallarından uzakta kalan,
sıkıntıya düşen yolculardır.
İşte bugün pek çok demagojilere neden olan ve bir
dilencilik, bir bağış düzeni olarak yaftalanarak
dillere dolanan zekât sistemi budur. Böylece anlaşılıyor
ki, zekât, sosyal bir görevdir, zorunluluktur. İslâmi bir
ibadet şeklinde verilir... Bu yolla Allah kalpleri
cimrilikten arındırır, temizler, müslüman
ümmetin bireyleri arasında bir merhamet ve
dayanışma vasıtası kılar. İnsan
hayatının sosyal ortamın sertliklerini
yumuşatır, güzelleştirir.
İnsanlığın yaralarını sarar.
Aynı zamanda sosyal güvenceyi, sosyal dayanışmayı
en geniş boyutları ile sağlar, yanısıra
bu eylem bunun yine de ibadet niteliğini korur. İnsanlar
arasındaki ilişkileri geliştirdiği gibi,
insanın Allah'a olan bağını pekiştirir.
"Bu paylaştırma sırası Allah
tarafından belirlenmiştir."
İnsan için nelerin yararlı olduğunu bilen ve
insanların işlerini en güzel biçimde evirip-çeviren
Allah tarafından...
"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı
yerindedir."
Zekât gelirlerinin bölüştürme ve dağıtma
ilkelerini bu şekilde açıkladıktan sonra, güvenilir
bir peygambere dil uzatmakla edepsizliklerini ortaya koymalarının
yanında, onların bu Peygamberi -salât ve selâm
üzerine olsun- karalamakla cahilliklerini açığa
vurduklarını belirten surenin akışı,
bundan sonra münafıkların gruplarını, neler söylediklerini
ve neler yaptıklarını açıklayarak devam
etmektedir:
|
|
O |
|
O |
|