O |
Tevbe
|
O |
|
YERE MIHLANIP KALANLAR
38- Ey mü'minler, size ne oldu da "Allah yolunda savaşa
çıkınız " dendiğinde yere çakıldınız.
Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya
hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında
pek azdır.
39- Eğer savaşa çıkmazsanız Allah sizi
acıklı bir azaba uğratarak yerinize başka bir
toplum getirir. Siz Allah'a hiç bir zarar dokunduramazsınız.
Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter.
40- Peygamber'e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler
O'nu Mekke'den çıkardıklarında iki kişiden
biri olarak mağaradayken Allah O'na yardım etmişti.
Hani O arkadaşına "Üzülme, Allah bizimle
beraberdir" diyordu. Allah O'nun kalbine güven duygusu
indirmiş, kendisini göremezliğiniz askerler ile
desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü alçaltmıştı.
Yüce olan Allah'ın sözüdür. Allah üstün iradelidir ve
her yaptığı yerindedir.
41- Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka
sefere çıkınız, Allah yolunda
mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz.
Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Bu ayetlerde savaşa katılmak istemeyenlere, Allah
yolunda cihad etme görevini ağırdan alanlara yönelik
azarların ve tehditlerin ilk cümleleri ile karşılaşıyoruz.
Onlara hatırlatılıyor ki, yüce Allah, henüz
kendilerinin hiçbiri ortada yokken Peygamberimize yardım
etmiş, O'nu desteklemişti. Buna göre şimdi de
onların hiçbir katkısı olmasa bile O'na yeniden
yardımını ve desteğini gönderebilirdi, bunu
yapmak yüce Allah'ın gücü dahilinde idi, fakat o zaman bu
ağır canlıların payına, sadece
savaşa katılmamalarının, görevlerinden kaçmış
olmalarının günahı ve sorumluluğu düşerdi.
Şimdi bu ayetleri incelemeye girişelim:
"Ey mü'minler, size ne oldu da `Allah yolunda savaşa
çıkınız' dendi inde yere çakıldınız."
Bazı müslümanların adeta "yere
mıhlanma"larına yolaçan bu ağırlık
toprağın ağırlığı, toprağa
dönük arzuların, toprak kaynaklı düşüncelerin ağırlığıdır.
Can korkusunun ağırlığı, mal korkusunun
ağırlığı, dünya hazlarından, dünya
çıkarlarından, dünya nimetlerinden yoksun kalma endişesinin
ağırlığıdır bu. Rahatın,
huzurun ve istikrarın
ağırlığıdır sözkonusu olan. Ağır
canlılığın sebebi geçici hazların,
sınırlı ömrün, kısa vadeli amaçların;
başka bir deyimle etin, kanın ve toprağın
ağırlığıdır.
Bütün bu çağrışımları zihnimizde
canlandıran kaynak, ayetteki "yere çakıldınız"
deyiminin sözlerinden dalga dalga yayılan
titreşimlerdir. (Ayette geçen bu deyimin Hafs tarafından
uygun görülen okuma bilincini diğer okuma tarzlarına göre
bu anlam inceliklerini daha etkili biçimde ifade ediyor.) Bu
deyim yaydığı ürpertici titreşimlerle yere
mıhlanıp kalmış ağır bir insan gövdesini
somutlaştırıyor, gözlerimizin önüne getiriyor.
Bu uyuşuk gövdeyi birileri zorla yukarıya
kaldırıyorlar, fakat o yine ellerinden kurtulup tüm ağırlığı
ile yere düşüyor. Deyim, bu anlamı, bu çağrışımı
içerdiği sözlerin titreşimli mesajları
aracılığı ile ifade ediyor. Bu deyimde her
şeyi aşağılara indiren, ruhların uçucu
şeffaflığına ve özlemlerin kanat çırpan
atılımına karşı direnen "yerçekimi"nin
somut bağımlılığı ile yüzyüze
geliyoruz.
Allah yolunda cihada koşmak yer çekiminin zincirinden
kurtulmaktır; etin ve kanın
ağırlığını aşmak, etkisiz hale
getirmektir; insan olmanın yüce anlamını gerçekleştirmektir;
insanın mayasında saklı duran özlemin, idealizmin,
"bağımlılık" ve "zorunluluk,
endişelerini yenilgiye uğratmasıdır;
ölümsüzlüğün sürekliliğine göz dikmektir; sınırlı
geçiciliğin bağlarından kurtuluştur. Ayetin
sonunu okuyoruz:
"Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz?
Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı
yanında pek azdır."
Kim yüce Allah'a inandığı halde O'nun yolunda
cihad etmekten geri kalırsa o kimsenin inancında mutlaka
bir bozukluk, imanında mutlaka bir zayıflık
vardır. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- bu konuda şöyle buyuruyor:
"Kim, herhangi bir savaşa
katılmaksızın ya da savaşma arzusunu içinden
geçirmeksizin ölürse, münafıklığın türlerinden
birini içinde taşıyarak ölmüş olur."
Münafıklık, imanın
sağlamlığını ve olgunluğunu
engelleyen, yabancı ve aykırı bir unsurdur. Bu
karşıt unsur, yüce Allah'a inandığını
iddia eden kişiyi O'nun yolunda cihad etmekten alıkor;
eğer savaşa katılırsa öleceği ya da
yoksul düşeceği korkusunu kalbine aşılar.
Oysa ömürlerin sürelerini belirleyen yüce Allah olduğu
gibi, insanların rızıklarını veren de
O'dur ve dünya hayatının mutluluğu, hazzı,
ahiret mutluluğunun yanında son derece sönük kalır.
Bundan dolayı bir sonraki ayette, savaş çağrısına
olumlu karşılık vermeme eğiliminde olan müslümanlara
tehdit içerikli bir hitap yöneltiliyor. Okuyoruz:
"Eğer savaşa çıkmazsanız, Allah sizi
acıklı bir azaba çarptırarak yerinize başka
bir toplum getirir. Siz Allah'a hiçbir zarar dokunduramazsınız.
Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter."
Gerçi bu ilahi hitap belirli bir ortamda, belirli bir insan
grubuna yöneltilmiştir. Fakat hitabın içeriği
geneldir, Allah'a inanan herkesi kapsamına alır. Yüce
Allah'ın bu kimseleri, kendisi ile tehdit ettiği "azap"
sadece ahiret azabı değildir, bu tehdidin içine dünya
azabı da girer. Çünkü cihad etmekten, islâmın düşmanlarına
karşı çıkmaktan kaçınanlar
onurlarını ve saygınlıklarını
yitirirler, düşmanlarının çizmeleri altına düşerler,
yurtlarının gelir kaynaklarından ve
hammaddelerinden yararlanma imkânından yoksun kalırlar.
Bütün bunların yanısıra cihadda ve savaşta
uğrayacakları can ve mal kaybının kat kat
fazlasını kaybetmekten kurtulamazlar; gönüllü bir
onur savaşının kendilerinden beklediği fedakârlıkların
kat kat fazlasını onursuzluk canavarına sunmak
zorunda kalırlar. Hangi ümmet cihadı terketmiş ise,
yüce Allah o ümmetin alnına onursuzluk, haysiyetsizlik
damgasını vurmuştur. Bu ümmet, düşmana
karşı erkekçe savaşmanın omuzlarına
bindireceği yükümlülükleri kat kat aşan
ağır bir faturayı, boynu büküklüğün utandırıcı
baskısı altında ister-istemez,
karşılarına mertçe çıkamadığı
düşmanlarına ödemek mecburiyetinde kalmıştır.
Böyle bir ümmetin uğrayabileceği bir başka
bahtsızlık da şudur:
"Allah, yerinize başka bir to plum
geçirir."
Bu toplum, inançlarının gereğini yerine getiren
ve onurlarının faturasını ödemekten
çekinmeyen kimselerden oluşur, onlar bunun sonucu olarak
Allah'ın düşmanlarına karşı üstünlük
kurarlar. Ayeti okumaya devam ediyoruz.
"Siz Allah'a hiçbir zarar dokunduramazsınız."
Size hiçbir önem verilmez, hiçbir ağırlık
tanınmaz. Yapılmış hesapları ne öne aldırabilirsiniz
ve ne de geriye attırabilirsiniz.
"Neden?" derseniz;
"Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter."
Sizi ortadan kaldırmak, yerinize başka bir mü'min
toplumu geçirmek, sizi plânlarının ve
hesaplarının dışına atmak yüce Allah
için kesinlikle zor bir iş değildir!
"Yerçekimi" gücünün üzerine yükselmek, insan
nefsinin zaafını aşmak insanı insan yapan
onurlu varlığının
kanıtlanmasıdır, aynı zamanda hayatın yüce
anlamı ile "hayat"tır. Buna
karşılık toprağa çakılmak ve fobilerin,
korkuların tutsağı olmak insanı insan yapan
varlığının yokedilmesidir. Bu da yüce Allah'ın
ölçüsü ile ve insanı diğer canlılardan
ayırıp yücelten ruhun hesabına göre tükeniştir,
kayboluştur.
Yüce Allah; savaştan kaçma eğiliminde olan müslümanlara,
bir sonraki ayette, yakın tarihlerinin hepsi tarafından
bilinen yaşanmış olaylarından örnek
gösteriyor. Bu örneklere göre yüce Allah, henüz onların
yardımı ve desteği devreye girmemişken,
Peygamberimize yardım etmiş, O'nu düşmanlarına
karşı üstün getirmişti. Zafer ve başarı
yüce Allah'ın tekelindedir, O onu dilediğine verir.
Okuyoruz:
"Peygamber'e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler
O'nu Mekke'den çıkardıklarında iki kişiden
biri olarak mağaradayken Allah O'na yardım etmişti.
Hani O arkadaşına "Üzülme, Allah bizimle
beraberdir" diyordu. Allah O'nun kalbine güven duygusu
indirmiş, kendisini göremediğiniz askerler ile
desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü alçaltmıştı.
Yüce olan ya lnız
Allah'ın sözüdür. Allah üstün iradelidir ve her yaptığı
yerindedir."
Bu ayetin anlattığı olay, Kureyşliler'in
Peygamberimizi iyice sıkıştırdıkları
sırada meydana geldi. Kaba güç, karşı
koyamadığı ve etkinliğine tahammül de edemediği
doğru söze karşı her zaman aynı sindirme
metodlarına başvurur. Evet, Kureyşliler düzenledikleri
gizli toplantıda Peygamberimizden kurtulmayı, (bunun için
varlığını ortadan kaldırmayı)
kararlaştırdılar. Yüce Allah, onların bu
kararından Peygamberimizi haberdar ederek Mekke'den çıkmasını
emretti. Bunun üzerine Peygamberimiz yola çıktı,
yanında sadece dostu Hz. Ebu Bekir vardı. Ne ordusu ve
ne de silahı vardı. Düşmanları
kalabalıktı, savaş güçlerinin üstünlüğü
tartışılmazdı.
Ayetin akışı içinde Peygamberimiz ile dostu Ebu
Bekir'in bu garip yolculukları, somut bir sahne
aracılığı ile gözlerimizin önüne
getiriliyor. Okuyoruz:
"Hani onların ikisi mağarada idiler."
Kureyşliler de peşlerine düşmüş, izlerini
sürüyorlardı. Hz. Ebu Bekir, o kritik saatlerde
endişelidir. Endişesinin konusu kendisi değil,
arkadaşıdır. Allah düşmanları,
varlıklarının farkına varacaklar ve sevgili
dostunun canına kıyacaklar diye korkuyor. O sırada
endişe dolu bir sesle Peygamberimize şöyle fısıldıyor;
"Eğer kapıdakilerden biri ayağının
ucuna baksa bizim ayaklarının altında
olduğumuzu görüverecek!" Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın kalbine indirdiği
huzurun rahatlığı içindedir, dostunun korkusunu dağıtmak
ve gönlüne güven serpmek üzere ona şu
karşılığı veriyor; "Ya
Ebu Bekir, sen bu iki kişiyi ne sanıyorsun? Onların
üçüncüsü Allah'tır."
Peki en sonunda ne oldu? Maddi gücün tümü karşı
tarafta, Peygamberimiz ile dostu bu güçten tamamen yoksun
oldukları halde nasıl bir âkıbetle
karşılaşıldı? Zafer, yüce Allah'ın,
insan gözü ile görünmez askerlerle desteklendiği
tarafın oldu; kâfir ise bozguna, utandırıcı
ve onur kırıcı bir yenilgiye uğradılar.
Okuyalım:
"Allah, kâfirlerin sözünü alçalttı."
Yüce Allah'ın sözü ise yüce doruklardaki güçlü ve
geçerli konumunu korudu. Okuyoruz:
"Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür."
Bu cümleyi "Yüce Allah'ın sözü üstün
geldi" anlamını verecek biçimde okuyanlar da vardır.
Fakat bizim mushafımızda benimsenen okuma biçiminin
verdiği anlam daha güçlüdür. Çünkü bu okuma biçimi,
cümlenin anlamına "belirlilik" ve
`kalıcılık" katmaktadır. Yani yüce
Allah'ın sözü, doğal olarak ve ilke bazında
üstündür, belirli bir itici desteğine muhtaç değildir.
"Yüce Allah
üstün iradelidir" dostlarını
kesinlikle yüzüstü bırakmaz; "Her
yaptığı yerindedir". Zaferi hakedenlerin,
onu elde edecekleri uygun zamanı önceden plânlar.
Bu ayetin anlattığı olay, yüce Allah'ın,
Peygamberimize ve kendi sözüne sağladığı
desteği gözler önüne seren çarpıcı bir
örnektir. Yüce Allah, aynı yardımı başka
toplumların eli ile tekrarlayacak güçtedir. Fakat bu
toplum, savaşa çağrılınca "yere çakılan",
işi ağırdan alan kimselerin oluşturduğu
bir toplum olmayacaktır. Bu olay, yüce Allah'ın sözünün
ötesinde başka bir kanıta ihtiyaç duyanlar ïçin, yaşanmışlığın
inandırıcılığını yansıtan
pratik bir örnektir.
Bir sonraki ayet, müslümanları, bu pratik ve etkileyici
örneğin yol gösterici ışığı
alımda genel seferberliğe çağırıyor.
Eğer onlar hem bu dünyadaki ve hem de ahiretteki
iyiliklerini ve mutluluklarını istiyorlarsa, bu çağrıya
koşmalarını hiçbir gerekçe engellememeli, hiçbir
sürpriz gelişme savaş kafilesine
katılmamalarına yolaçmamalıdır. Okuyoruz:
"Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse, mutlaka
sefere çıkınız; Allah yolunda
mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz.
Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."
Ne durumda olursanız olunuz, savaşa çıkınız;
canlarınızı ve mallarınızı ortaya
koyarak cihad ediniz. Bahanelere ve mazeretlere
sığınmayınız. Engellerin ve
kaytarıcılıkların tutsağı
olmayınız. Çünkü;
"Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."
Samimi mü'minler bu hayrı ve yararı iyi
kavradılar ve bu bilincin coşkusu ile savaşa
koştular. Yolları üzerine dikilen engellere aldırış
etmediler. İleri sürebilecekleri birçok gerçek
mazeretlerine sığınmaya yanaşmadılar. Bu
fedakârlıklarının sonucunda yüce Allah, onlara
hem kalplerin ve hem de ülkelerin kapılarını açtı;
onlar eli ile kendi sözünü yüceltirken, bir yandan da kendi
sözü aracılığı ile onları yüceltti,
onların bileklerinin gücü ile fetihler tarihinde inanılmaz
sayılan destanları gerçekleştirdi.
Şimdi bu destan kahramanlarının yüreklerindeki
cihad coşkusunu kanıtlayan belgelerden birkaç örnek
sunuyoruz:
Bir gün Ebu Talha, Tevbe suresini okuyordu. Sıra bu ayete
gelince oğullarına dönerek, "Görüyorum ki,
Rabbimiz genç-yaşlı ayırımı
yapmaksızın, hepimizi savaşa çağırıyor.
Çabuk, silahımı ve teçhizatımı getirin"
dedi. Bunun üzerine oğulları kendisine
"Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Sen önce
Peygamberimiz ile birlikte, arkasından Ebu Bekir'in
yanıbaşında ve sonra da Ömer ile beraber
ölümlerine kadar savaştın. Şimdi bırak da
senin yerine biz savaşalım" dediler. Fakat Ebu
Talha, oğullarını dinlemedi, hemen deniz seferine
katıldı, gemi denizde yolalırken ölüverdi,
ölüsünü toprağa verecekleri bir adacık
bulamadılar, böylece dokuz gün ölüsünü gemide tuttular,
bu süre içinde cesedinde herhangi bir bozulma emaresi
görülmedi, sonunda adaya çıkınca, cesedini
toprağa verdiler.
Tarihçi İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre, Ebu Reşid
Harranı şöyle diyor: "Bir defasında
Peygamberimizin süvarisi Mikdad b. Esved ile karşılaştım.
'Bir kuyumcu sandığı üzerinde oturuyordu. Vücudun
bazı kemikleri dışarıya
uğramıştı, buna rağmen savaşa
katılmak istiyordu. Kendisine `Amcacığım, yüce
Allah seni bu işten mazur gördü' dedim. Bana `Bize Beus
(mücahidleri coşturan) sure geldi.'
karşılığını verdi. (Elimizdeki
belgelere göre "Tevbe" suresi çeşitli bir adlarla
anılır: Bu adlardan bazıları
şunlardır: Münafıkların gizil
duygularını açığa çıkardığı
gerekçesi ile "Fadıha", kalplerdeki kötü
niyetlerden nefret ettirdiği için "Muneffire",
yine kalplerdeki saklı duyguları deştiği gerekçesi
ile "Mubasıra", yine gönüllerin barındırdığı
sırları meydana çıkardığı için
"Muahbire", mü'minlerin duygularını
alevlendiren özelliği yüzünden "Musıre", mü'min
savaşçılara coşku
aşıladığı için "Beus". Bunların
yanısıra, bu surenin "Mudemmire (kahredici)",
"Muhziye (rezil edici)", "Munekkile (cezaya çarptırıcı)",
"Muşerride (perişan edici)" gibi adlarına
da rastlanmıştır.) Bu sözü ile Tevbe suresindeki `Kolayınıza
da gelse, zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız'
diye başlayan ayeti kasdediyordu."
Yine İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre, Hayyan b.
Zeyd Şarabî şöyle diyor: "Humus valisi Safvan b.
Amr ile birlikte bir sefere katılmıştık. Bu
zat daha sonra halkı cercemelerden oluşan Efsus
şehrinin valiliğine atanmıştı. Sefer
sırasında çok yaşlı bir ihtiyarla
karşılaştım,
yaşlılığın erittiği vücudu
küçülmüştü, kaşları gözlerinin üzerine inmişti,
Demek (Şam)'li idi, cepheden yeni dönmüştü, henüz
binek hayvanından yere inmeye fırsat
bulamamıştı. Yanına yaklaşarak
`Amcacığım, Allah seni bu işten mazur tuttu'
demem üzerin bana şu karşılığı
verdi:
`Yeğenim, yüce Allah "zorumuza da gitse, kolayımıza
da gelse" bizi savaşa katılmaya çağırdı.
Haberin olsun, Allah kimi severse onun başına belâ
verir sonra da onu belânın içinden çıkararak afiyete
erdirir. Allah şükreden, sabreden, Rabbini hatırından
çıkarmayan ve O'ndan başka hiç kimseye kulluk etmeyen
kullarını belâ sınavından geçirir."
İşte yüce Allah'ın sözlerini böylesine bir
ciddiyetle tutup uygulayan kahramanların fedakâr gayretleri
sayesinde islâm dünyanın her tarafına yayılarak
insanları kula kulluğun tutsaklığından
kurtarıp ortaksız Allah'ın kulu olmanın
özgürlüğüne kavuşturdu. Yine bu ciddi
bağlılığın sürekli coşkusu
sayesinde tarihte okuduğumuz o olağanüstü ve eşsiz
kurtuluş zaferleri gerçekleşti.
KİŞİLİGİNİ MENFAATLE
YOĞURANLAR
Burada toplumun zaaf olan unsurlarından söz edilmektedir.
Safların yarılmasına neden olan gruplardan ve
özellikle de münafıklardan bahsedilmektedir. Bunlar, islâmın
üstün gelip yayılmasından sonra, islâm adını
maske olarak kullanarak müslümanların safları
arasına sızmışlardır. Sürekli güven
içinde yaşamayı ve kazanç elde etmeyi planladıkları
için onları, bu planları islâma baş eğmeye
zorladı. Müslümanların saflarına karşı
dışardan düzenledikleri oyunlar, hileler etkisiz kaldıktan
sonra, bu sefer içeriden onlara karşı hileler, tuzaklar
kurmaya başladılar.
Bu bölümde, surenin giriş kısmında kendisinden
söz ettiğimiz olayların hepsini Kur'an'ın
üslubunun tasvir ettiği biçimde göreceğiz. Daha önce
giriş kısmında yaptığımız açıklamanın
ışığı altında meselenin net bir
şekilde anlaşılacağını
sanıyorum:
|
|
O |
|
O |
|