KAHROLSUN YAHUDİ VE HIRİSTİYANLAR
30- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur"
dediler. Hıristiyanlar da "Mesih (İsa)
Allah'ın oğludur"dediler. Bunlar, onların
ağızları ile geveledikleri dayanaksız sözlerdir.
Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar.
Allah kahretsin onları. Nasıl gerçeklerden sapıyorlar?
Yüce Allah, müslümanlara kitap ehli ile "kendi elleri
ile, boyun eğerek cizye verene dek" savaşmayı
emrettiği günlerde Medine'deki islâm toplumunun daha önce
gerek bu sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse sûrenin
ilk kesitini oluşturan âyetlerin girişinde anlatmaya
çalıştığımız- bir takım özel
şartları vardı. Bu özel şartlar bu emri
pekiştirmeyi, vurgulamayı, bu emri kaçınılmaz
kılan sebepleri ve faktörleri aydınlatmayı, bu
emir karşısında bazı vicdanlarda doğan
kuşkuları ve iç engelleri bertaraf etmeyi
gerektiriyorlardı. Özellikle bu emre itaat etmenin Şam
dolaylarındaki Bizans orduları ile
karşılaşmayı zorunlu
kıldığı o günlerde bu gereklilik daha
güçlü bir biçimde ağırlığını
hissettiriyordu.
Sebebine gelince Bizanslılar, İslâm'dan önce,
arapları yıldırmışlardı, uzun
yıllardan beri Yarımada'nın kuzey kesimini
egemenlikleri altında tutuyorlardı. arap kabileleri
arasında kuklaları vardı ve nüfuzları
altındaki Gassaniler yönetimi yörede iktidarda idi.
Aslında bu savaş, (Tebük savaşı) müslümanların
Bizanslılara karşı girişecekleri ilk
savaş değildi. Yüce Allah arapları islâm dini ile
onurlandırdıktan sonra onları Bizanslılara ve
Farslılara karşı koyarak şerefli bir ümmete
dönüştürmüştü. Oysa islâm öncesi arapları,
Bizanslılar'la ve Farslılar'la çatışmaya
cesaret etmeyi düşünemeyecek derecede dağınık
ve yılgın kabilelerden ibarettiler. O dönemin arapları
bütün kahramanlıklarını biribirini yemekte,
yağmacılıkta, kan dâvalarında, soygunlarda ve
yol kesiciliklerde gösteriyorlardı!
Fakat Bizans korkusunun kalıntıları halâ bazı
vicdanlarda varlığını pişmemiş,
soylu islâm potasında henüz yeterince kazanmamış
gönüllerde bu fobinin tortuları daha da etkili idi.
Üstelik müslümanlar ile Bizanslılar arasındaki en son
çatışma olan "Mute" savaşı müslümanların
lehine sonuçlanmamıştı. O savaşta
Bizanslılar, kuklaları olan hıristiyan araplarla
birlikte iki yüz bin kişi olarak tahmin edilen büyük bir
orduyu cepheye sürmüşlerdi.
Gerek o dönemdeki islâm toplumunun bileşiminden ve
gerekse Bizans fobisinin, onlarla karşılaşma
ürküntüsünün ruhlardaki kalıntılarından
kaynaklanan bütün bu özel şartlara bir de
savaşın kendisinin spesifik şartlarını
eklemek gerekir.- İlerde anlatacağımız
bazı spesifik şartlar yüzünden bu savaşa "zorluk
savaşı" adı verilmişti.- Bütün bunların
dışında müslümanların vicdanlarında
Bizanslılar ile hıristiyan araplardan oluşmuş
kuklalarının "kitap ehli"
olmalarının doğurduğu kuşkular vardı.
Bütün bu özel şartlar daha geniş açıklamalar
yapılmasını, daha vurgulayıcı telkinlere
girişilmesini gerektirmişti. Amaç bu ilâhi emrin kaçınılmazlığını
zihinlere işlemek, ruhlardaki kuşkuları ve iç-engelleri
bertaraf etmek, bu kaçınılmazlığın
sebeplerini ve etkenlerini belirginliğe
kavuşturmaktır.
Bu âyette sözkonusu "kitap ehli"nin inançlarının
sapık olduğu açıklanıyor, onlar
tarafından savunulan bu sapık inançla gerek müşrik
arapların ve gerekse puta tapıcı eski
Romalıların ve diğer putperest milletlerin
sapık inançları arasındaki sıkı
benzerliğe dikkat çekiliyor; kutsal kitaplarının
önerdiği doğru inanca bağlı
kalmadıkları, buna göre onların "kitap ehli"
olmalarının hiçbir anlam taşımadığı,
sebebine gelince kutsal kitaplarının öğrettiği
doğru inancın dayandığı temel ilkeye ters
düştükleri vurgulanıyor. Bu âyette yahudilerden
sözedilmesi ve onların "Uzeyr, Allah'ın
oğludur" şeklindeki sapık sözlerinin gündeme
getirilmesi ilginçtir. Çünkü âyetlerin asıl amacı müslümanları,
Bizanslılar ile onların yandaşları olan
hıristiyan araplar ile karşılaşmaya
hazırlamak, yöneltmektir. Görüşümüze göre burada
yahudilere değinilmesi şu iki sebepten ileri geliyor:
1- Okuduğumuz âyetin ifadesi geneldir, ehli kitapla,
bunlar "Müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile
cizye verene dek" savaşılmasına ilişkin
emir geneldir. Bu yüzden bir bölüm olarak kitap ehline ilişkin
bu genel emrin dayandığı inanç temelinin açıklanması
gerekli görülmüş ve bu bütünlük zihinlere yerleşsin
diye kitap ehlinin iki kanadından birini oluşturan
yahudilere hıristiyanların yanı başında
yer verilmiştir.
2- Yahudiler Medine'den Şam dolaylarına göçetmişlerdi.
Bu göçler, Peygamberimizin- salât ve selâm üzerine olsun-
Medine'ye gelişinden itibaren başlayıp
yıllarca süren trajik yahudi-müslüman atışmalarının
sonucunda meydana gelmişti. Bu acı çatışmaların
arkasından Beni Kaynuka ve Beni Nadr adlı yahudi
kabileleri Beni Kuray'da adındaki yahudi kabilesinin bir bölümü
Şam dolaylarına sürülmüştü. Bu o demektir ki,
yahudiler o günlerde İslâm'ın, Şam
dolaylarına varacak yolu üzerinde bulunuyorlardı. Bu yüzden
onlarda bu ilâhi emrin kapsamına alınmışlar,
bu açıklamanın içeriğine
katılmışlardır.
Hıristiyanların "Mesîh (İsa),
Allah'ın oğludur" şeklindeki sözleri meşhurdur,
herkesin bildiği birşeydir. Hz. İsa'nın
getirdiği gerçek dinin Saint Paul tarafından tahrif
edildiği ve arkasından- ilerde
anlatacağımız üzere- bu "tahrif"
eyleminin Kilise konsülleri tarafından doruğa çıkarıldığı
günden beri hıristiyanlar bu sapık inancı savuna
gelmişlerdir. Fakat yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın
oğludur" şeklindeki sözleri yaygın
değildir, günümüzde bileni yoktur. Elimizdeki tedvin
edilmiş yahudi kitaplarında "Azra"
başlıklı bir bölüm yeralır. Bu
başlıklardaki "Azra"dan maksat "Uzeyr"dır.
Bu kitaplarda Uzeyr, Tevratın yazımı
sırasında emeği geçmiş uzman bir katip olarak
ve kalbini "Rabb'in şeriatini aramaya adamış
biri sıfatı ile övülür.
Fakat Kur'ân'da bu sözün yahudilerin ağzından
nakledilmesi, en azından yahudilerin bir bölümünün-
özellikle Medine'li yahudilerin- bu asılsız inancı
savunduklarının, bu saplantının
aralarında yaygın olduğunun kesin delilidir.
Kur'anı Kerim, yahudilerle ve hıristiyanlarla fiilen yüzyüze
geliyor, onlarla pratik düzeyde karşılaşıyordu.
Eğer onların sözlerini naklederken aslı olmayan
bir sözü kendilerine mal etmiş olsa bu durum,
Peygamberimizin açıkladığı ilâhi mesajlarını
yalanlamaları için bir gerekçe oluşturur ve bu kozu en
geniş çapta kullanmaktan geri kalmazlardı.
Merhum Şeyh Reşid Rıza, "Menar"
adlı tefsir kitabının onuncu cildinde (385-386.
sayfalarında) "Azra'nın yahudi tarihindeki konumuna
ilişkin yararlı bir özet yapmış ve bu özet
bilgiye yine yararlı olan bir değerlendirme
eklemiştir. Yahudilerin bu konudaki inançlarını
kısaca açıklayabilmek için bu özetin ve değerlendirmenin
birkaç paragrafını aynen aşağıya
alıyoruz:
"1903 baskılı Yahudi Ansiklopedisinde verilen
bilgiye göre `Azra'nın dönemi, milli yahudi tarihinin
çiçek açan ve gül kokuları saçan ilkbahar dönemidir. Eğer
yahudi şeriatını getiren kişi Musa
olmasaydı, (Talmud 21. Bab) Azra bu şeriatın
yayıcısı (asıl metne göre `yüklenicisi' ya
da `taşıyıcısı') sayılmaya lâyıktı
çünkü bu şeriat sonraları unutuldu (İngilizce
tercümesine göre "şeriat
taşıyıcısı" deyimi, "şeriat
yayıcısı" deyimine göre daha uygundur.),
fakat Azra onu yeniden ortaya koydu, ihya etti. Eğer
yahudilerin mucizeleri onun zamanında da göreceklerdi. Bu
ansiklopedinin belirttiğine göre O, şeriata
ilişkin kitapları Asur alfabesi ile yazdı.
Kuşkulandığı kelimelerin üzerlerine işaret
koyardı. Yahudi tarihinin başlangıcı onun
zamanına dayanır.
Dr. George Poust, "Kitab-ı Mukaddes sözlüğü"
adlı eserinde bu konuda şöyle der; `Azra (Aun) bir
yahudi kahini ve ünlü bir kitaptır. Kral "Artahaşaşta"
döneminde uzun süre Babil'de kaldı. Bu kral hükümdarlığının
yedinci yılında Azra'nın oldukça çok sayıda
yahudiyi alıp Urşelim'e (Kudüs'e) götürmesine izin
verdi. Dört ay süren bu yolculuk yaklaşık olarak M.Ö.
457 yılında gerçekleşti.
Yahudi geleneğinde Azra, Musa ile İlya'nın
tuttukları yerle
karşılaştırılabilecek bir yer işgal
eder. Onun büyük akademi kurduğunu, kutsal kitabın bölümlerini
biraraya getirdiğini, eski İbrani alfabesinin yerine
Keldani alfabesini geçirdiğini; "günler" "Azra"
ve "Nahmıya" bölümlerini kaleme aldığını
söylerler.
"Azra" bölümünün 4: 6-8: 19. ve 7: 1-8 sayfaları
Keldanicedir. Yahudi halkı sürgün dönüşünde
Keldanice'yi, İbranice'den daha kolay anlıyordu!
Ben derim ki; Yahudi tarihçiler de dahil olmak üzere bütün
dünya tarihçilerinin ortak görüşlerine göre Hz. Musa'nın
yazıp "emanetler sandukasına" ya da bu
sandukanın yan tarafına koymuş olduğu Tevrat,
Hz. Süleyman döneminden önce kayboldu; Hz. Süleyman,
hükümdarlık döneminde bu sandukayı açtığında
içinde sadece üzerlerinde "on öğüt"ün yazılı
olduğu iki levha vardı (Bu konu ile ilgili olarak Kur'ân'da
şöyle buyuruluyor: "Talut'un hükümdarlığının
belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir
sandukanın gelmesidir. Bu sandukada Rabb'inizden size yönelik
bir huzur ile birlikte Musa ve Harun ailelerinin geride bıraktıkları
bazı önemli eşyalar vardır." -Bakara süresi,
248). Nitekim bunun böyle olduğunu "ilk krallar" bölümünde
de görebilirsin. Sözü edilen Azra, Tevratı ve diğer
kutsal metinleri sürgün dönüşünde Keldani alfabesi ile
yahudi halkının büyük oranda unutulmuş
olduğu İbranice ile karışık bir Keldanice
ile yazmıştır. Yahudi tarihçiler "Azra,
Tevrat'ı Allah'dan gelen vahiy ile ya da ilham ile eski
orijinali gibi yazdı" derler. Onların bu
iddialarını kendilerinden başka hiç bir tarihçi
onaylamıyor. Bu görüşe karşı birçok
itirazlar yapılmıştır. Bunlar bu konuya
ilişkin kitaplarda, hatta telif eserlerde
yeralmıştır. Katoliklere ait "Akılların
Hazinesi" adlı kitap gibi. Aslı Fransızca olan
bu kitabın on birinci ve on ikinci bölümleri, Tevrat'ın
beş bölümünün Hz. Musa'dan kalma olduğuna yönelik
çeşitli itirazlara ayrılmıştır.
Nitekim "Azra" bölümünde (4 f. 14 sayı 21)
kutsal kitabın bütün bölümlerinin Nabukadnezzar
döneminde ateşte yakıldığı
yazılıdır. Bu yüzden O `Ateş,
şeriatını ortadan kaldırdı, artık hiç
kimse neler yaptığını öğrenme imkânı
bulamayacak' diye yazdı (Biz de deriz ki, en doğrusunu
Kur'ân söylüyor: Kur'ân'da belirtildiğine göre geride
sadece bazı kalıntılar vardır) Buna ek olarak
Azra'nın ateşte yakılmış olan kutsal
kitap bölümlerini, Ruh-ul Kudüs'ün vahyi ile yeniden yazdığı
ve bu işte kendisine zamanının beş katibinin
yardımcı olduğu belirtilir. Bundan dolayı
Tartulyanus'un, aziz İrinaus'un, aziz İronimos'un, aziz
Yuhanna Zehebi'nin, aziz Basilius'un ve diğer bazı
azizlerin Azra'yı, yahudilerce bilinen kutsal kitap bölümlerini
yeniden düzenleyen adam olarak andıklarını görürsün."
Reşid Rıza sözlerine devam ederek şöyle diyor:
"Bu açıklamayı burada noktalıyoruz. Bu açıklamadan
biz şu iki maksadı güdüyoruz:
1- Bütün kitap ehli (yahudiler) dinlerinin dayanağı
ve kutsal kitaplarının aslı konusunda her
şeylerini sözü geçen Uzeyr'e borçludurlar.
2- Bu dayanak unutkanlığın
yıpratıcılığına
uğramış, direkleri sallantılı bir
dayanaktır. Bunu özgür düşünceli Batılı
bilginler ortaya koymuşlardır (Elinizdeki tefsir
kitabında "Özgür düşünceli bilginler" gibi
deyimlerin Şeyh Muhammed Abduh'un ve öğrencilerinin
ekolünde ne anlama geldiklerine ilişkin bir uyan
yapmamız gerekir, Bu ekol tümü ile saf İslâm düşünce
sistemine yabancı, Batılı sistemlerin ve düşüncelerin
etkisi altında kalınıştır. Bu ekolün
taraftarları sözünü ettiğimiz etkilenmenin sonucu
olarak Özgür düşünceyi destekleyerek hristiyan kilisesine
karşı çıkan yazarlar ile Batı demokrasisi ve
özgürlükten yana olan yazarlara ve bunun yanısıra
Batılı sosyal kurumlara sıcak bakarlar. Yine bu
etkilenmenin doğal sonucu olarak kendi deyimleri ile "Bu
düşüncelerin ve kurumların yararlı
olanlarının" alınması gerektiğini
savunurlar. Bu yaklaşım, Lord Crommer ve benzeri gibi
hristiyan pek hoşlandıkları tehlikeli bir
kaymadır! Mesele, daha derin, daha kapsamlı bir
bakış açısına, İslàm sistemi ile
yetinen bağımsız bir perspektife muhtaçtır.)
Nitekim Ansiklopedi Britannic'de Azra'nın hayatı
anlatılırken gerek kendi adını
taşıyan bölümde ve gerekse "Nahmiya"
bölümünde onun şeriatı yazıya geçiren kişi
olduğu belirtildiği hatırlatıldıktan
sonra şöyle deniyor; `Diğer bazı yeni rivayetlere
göre Azra, yahudiler için sadece ateşte
yakılmış olan şeriat metinlerini yeniden
kaleme almamıştı, ortadan kaybolan bütün
İbranice bölümleri yeniden yazıya geçirmişti, bu
arada yetmiş tane yasal olmayan bölümü yeniden ortaya çıkarmıştı
(Ebu Kureyf)'. Azra'ya art biyografinin yazarı sözlerini
şöyle sürdürür; `Adı geçen Azra'ya ilişkin
masallar, bazı tarihçiler tarafından kendilerinden
kaynaklanarak yazıldığına,
yazılarını kaleme alırken başka bir
yazara dayanmadıklarına göre çağımızın
yazarları, bu masalın sözkonusu rivayetçiler tarafından
düzülmüş bir uydurma olduğu
kanısındadırlar.' (Bak Ansiklopedi Britannica, 1929
tarihli on dördüncü baskı, C. 9,5.14)
Kısacası, yahudiler adı geçen Azra'yı
eskiden olduğu gibi günümüzde de kutsal bir kişi
sayıyorlar. Hatta bazıları O'nu "Allah'ın
oğlu" lakabını takmışlardır.
Ona takılan bu lakap, acaba Hz. Musa. Hz. Davud ve diğer
uluları için kullandıkları saygınlık
belirtici anlamda mıdır, yoksa az aşağıda
yer vereceğimiz filozofu "Filo'nun açıklamalarındaki
anlamda mıdır, bilmiyoruz. Bu yahudi filozofu
hıristiyanlık inancının
kaynağını oluşturan putperest Hind felsefesine
yakın düşünceleri olan bir kişidir. (Bizim görüşümüze
göre bu tereddütlü ifade, bu kuşku yersizdir. Çünkü
okuduğumuz Kur'ân âyeti, yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın
oğludur" biçimindeki sözleri, hıristiyanların
"İsa, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözlerinin
bir benzeridir ve her ikisi de eski putperest kâfirlerin benzer
sözleri ile aynı anlama gelmektedir. Bu anlam, söyleyenini
gerçek dinden çıkararak kâfirler ve müşrikler
arasına katan "yüce Allah'a evlâd yakıştırma"
sapıklığıdır.) Tefsir bilginlerinin ortak
görüşlerine göre bu sözü söyleyenler yahudilerin bir
bölümüdür, hepsi değildir.
Bu sözü söyleyenler Medineli yahudilerin bir bölümüdür.
Bunlar hakkında yüce Allah
"Yahudiler
`Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Bu sözlerinden
ötürü elleri bağlansın..." buyurmuştur.
(Maide, 64) Ayrıca yine Kur'ân-ı Kerim'e göre onlar,
yüce Allah'ın `Kimdir o ki, Allah'a
karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da
bu borcu ona kat kat fazlası ile öder.' buyruğuna (Bakara,
245) "Allah
fakir, biz ise zenginiz.' biçiminde
alayca bir karşılık vermiş olan kimselerdir.
(Al-i İmran, 181) Belki de bu sözü onlardan önce söylemiş
olan Yahudiler olmuştur da onlara ilişkin bilgi bize
gelmemiştir.
İbn-i İshak'ın, İbn-i Cerir'in, İbn-i
Ebu Hatem'in, Ebu Şeyh'in ve İbn-i Murdeveyhin
bildirdiklerine göre Abdullah b. Abbas şöyle diyor; `Selâm
b. Müşküm, Numan b. Evfa, Ebu Enes, Sas b. Kays ve Malik b.
Sayf adlı Medineli yahudiler bir gün peygamberimize gelerek
"sana nasıl uyalım, sen bizim kıblemizi
bıraktın, ayrıca Uzeyr'in Allah'ın oğlu
olduğunu onaylamıyorsun" dediler.
"İsa, Allah'ın oğludur" diyen
bazı hıristiyanların yahudi kökenli oldukları
bilinmektedir. Nitekim Hz. İsa'nın çağdaşı
olan yahudi filozofu Filo "Allah'ın oğlu
vardır. O O'nun somut sözüdür, varlıkları onun
aracılığı ile yaratmıştır"
diyor. Buna göre Peygamberimizin döneminden önce yaşamış
bazı yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur"
demiş olmaları uzak bir ihtimal değildir."
Kur'ân-ı Kerim'in neden yahudilerin bu sözünü,
âyetlerin akışının bu noktasında
naklettiği bu açıklama sayesinde ortaya çıkıyor.
Amaç, kitap ehlinin bir bölümünün inanç bozukluklarının
içyüzünü belirtmektir. Bu bozuk inançla ne yüce Allah'a
inanmaları ve ne de gerçek dini benimsemeleri bağdaşmaz.
İşte kitap ehli ile savaşma hükmüne dayanak oluşturan
onlara ilişkin temel nitelik budur. Fakat onlarla
savaşmanın amacı kendilerini müslümanlığı
kabul etmeye zorlamak değildir, İslâm'ın önüne
dikilmelerine yolaçan nüfuzlarını kırmak ve
İslâm'ın otoritesine boyun eğmelerini
sağlamaktır. Onlar İslâm'a boyun eğsinler ki,
tek tek insanlar iradelerini sınırlayan
baskıların etkisinden kurtularak ne o tarafın ve ne
de bu tarafın zorlamaları altında
kalmaksızın gerçek dini özgür iradesi ile
seçebilsinler.
Hıristiyanların "İsa, Allah'ın
oğludur" ve "Allah, üç ilâhın
üçüncüsüdür" şeklindeki sözleri -dediğimiz
gibi- yaygındır, çoğu kimse tarafından
bilinir. Bütün hıristiyan mezhepleri bu görüşleri
paylaşır. Saint Paul'un, diğer semavi dinler gibi
aslında Allah'ın birliği ilkesine dayanan Hz.
İsa'nın mesajını tahrif ettiği günden
beri bu saçma inançlar hıristiyanlarca savunula
gelmiştir. Sonraları kutsal kilise konsülleri, bu
tahrif işlemini doruğa erdirmiş ve Allah'ın
birliği ilkesini kökünden ortadan kaldırmışlardır.
Burada da Şeyh Muhammed Reşid Rıza'nın
"Menar" adlı tefsirinden hıristiyan
inancına ilişkin özet niteliğindeki yararlı
bir bölümü nakletmekle yetineceğiz. Yazar "Teslis,
Trinite" başlığı altında
şunları yazıyor:
"Trinite `(teslis)' hıristiyanlar arasında
İlâh'ın, baba, oğul ve kutsal ruh
adlarını taşıyan üç unsurun birlikteliğinden
oluştuğunu ifade eden bir terimdir. Bu doğma
katolik kilisesi ile doğu-ortodoks kilisesinin ve çok az bir
bölümü dışında protestan kilisesinin ortak
doğmalarındandır. Bu doğmanın
bağlıları, onun kutsal kitabın metinlerine
uygun olduğu görüşündedirler. İlâhiyat bu doğmaya
eski kilise konsüllerinin öğretilerinden ve ünlü kilise
sahiplerinin kitaplarından alınmış bir
takım açıklamalar eklerler. Bu açıklamalar ikinci
unsurun nasıl doğduğundan, üçüncü unsurun nasıl
sızarak meydana çıktığından, bu üç
unsur arasındaki ilişkinin türünden ve üç unsurun
nitelikleri ile lâkaplarından sözederler.
Kutsal kitapta Trinite (teslis) teriminin bulunmamasına,
eski Ahitte (Tevrat'ta) bu doğmayı açıkça ifade
eden bir kanıta rastlanmamasına rağmen eski
hıristiyan yazarlar ilâhın birleşik bir
varlığa sahip olduğuna işaret eden çok sayıda
kutsal metni iktibas edip delil olarak göstermişlerdir.
Fakat değişik biçimde yorumlanmaya elverişli olan
bu metinler Teslis doğmasının kesin delilleri
olarak gösterilemezler, olsa olsa Yeni Ahitte (İncil'de)
yeraldığına inandıkları açık ve
kesin vahye sembolik atıflarda bulunan birer işaret
olarak kabul edilebilirler. Bu doğmayı isbatlamak
amacı ile yeni Ahitten bu konuda iki büyük metin grubu
iktibas edilmiştir. Bu metinlerden birinde baba, oğul ve
kutsal ruh birarada anılmaktadır. Öbüründe ise bu
unsur ayrı ayrı zikredilmekte, bunun yanısıra
bazı kendilerine özgü nitelikleri ile aralarındaki
ilişkileri içermektedir.
İlâh'ın hangi unsurlardan oluştuğu
konusundaki tartışmalar daha "Peygamber dönemi"nde
başladı. Bu tartışmalar çoğunlukla heylânı
ve agnostik felsefecilerin öğretilerinden kaynaklandı.
Antakya patriği Teofilos, ikinci yüzyılda eski Yunanca
"Tiryas" terimini kullandı. Sonraları
Tartulyanus, bu sözcüğün anlam dışı olan ve
teslim anlamına gelen "Trinatas" sözcüğünü
kullanan ilk hıristiyan yetkili oldu. İznik konsülüne
yakın günlerde bu doğma, özellikle doğuda sürekli
tartışma konusu olmuştu. Kilise, bu konudaki birçok
görüşün uydurma (eratikit) olduğuna karar
vermiştir. Bu uydurma damgası yiyen görüşler
arasında Hz. İsa'nın sadece bir insan olduğuna
inanan Abyunîlerin görüşü; Baba'nın, Oğul'un ve
kutsal ruhun Allah'ın kendini insanlara açıklamasına
yarayan değişik kalıplar olduklarına inanan
Sabililerin görüşü; Oğul'un Baba gibi ezeli
olmadığına, onun evrenden önce yaratıldığına,
buna göre Baba'dan daha aşağı düzeyde ve ona
boyun eğmiş olduğuna inanan Aryusîlerin görüşü
ve kutsal ruhun İlâhî oluşturan unsurlardan biri
olduğunu reddeden Makedonyalıların görüşü
de vardı.
Bu konudaki kilise öğretisini ise 325 yılında
toplanan İznik konsülü ile 381 yılında toplanan
Kostantınıyyel (İstanbul) konsülleri belirlemişti.
Bu konsüllerin kararlarına göre oğul ve kutsal ruh,
İlâh'ı oluşturmada Baba'ya eşit
konumdadırlar. Oğul, ezelde Baba'dan doğmuş ve
kutsal ruh da Baba'dan dışarı
sızmıştır. 589 yılında toplanan
Tuleytula konsülü ise kutsal ruhun, Baba'nın
yanısıra Oğul'dan da dışa
sızmış olduğunu kararlaştırdı.
Lâtin kilisesi tümüyle bu ek açıklamayı kabul ederek
ona bağlandı. Fakat Yunan kilisesi ilk başlarda bu
eklemeye karşı çıkmayıp suskun kalmayı
tercih etmesine rağmen sonradan ona karşı delil göstererek
bunun bir uydurma olduğunu ileri sürdü
"Oğul'dan da.." ifadesi, hâlâ Yunan kilisesi
ile Katolik kilisesinin birleşmelerini önleyen en büyük
engellerden biridir. Lûter'ciler ile reformcu kiliselerin
kitapları Katolik kilisesinin teslis ile ilgili
doğmasını değiştirmeksizin, olduğu
gibi onaylamışlardır
Bununla birlikte on üçüncü yüzyıldan itibaren çok
sayıda ilâhiyatçı ve susıniyaniler, Germenler,
muvahhitler ve genelciler gibi bir çok yeni hıristiyan
cemaat kutsal kitaba ve mantığa aykırı
olduğu gerekçesi ile bu doğmaya karşı çıktılar.
Sevid Teyrak ise Teslis terimini Mesih (İsa) unsurunu ifade
edecek şekilde yorumlamış, onun teslis ile
bilindiğini söylemiştir. Fakat bu teslis,
unsurların teslisi değil, bir tek unsurun teslisi idi.
Onun görüşüne göre Mesih'in doğasındaki ilâhi
unsur. Baba'dır; Mesih'in ilâhi unsuru ile birleşen
ruhani unsur Oğul'dur ve O'ndan dışarı
sızan ilâhı unsurda kutsal ruhtur.
Akılcılık (rasyonalizm) akımından Lûter'ci
ve reformcu kilisileri etkilemesi ile Alman ilâhiyatçıları
arasında bir süre Teslis doğmasını
zayıflatmıştır
Kant'a göre Baba, oğul ve kutsal ruh, İlâh'ın
üç temel sıfatını temsil ederler. Bu
sıfatlar güçlülük, bilgelik ve sevgi sıfatlarıdır.
Ya da bu üç unsur yaratma, koruma ve denetim altında
bulundurmadan oluşan üç yüce etkinliği temsil ederler.
Higgıns ve Schanlıg, Teslis doğmasını hayâli
bir temele oturtmaya girişmişlerdir. Son dönem Allan
İlahiyatçıları da onların yolunu izleyerek
Teslis doğmasını hayalilik ve ilâhilik temellerine
dayanan yollarla savunmaya girişmişlerdir. Vahye dayanan
bazı teologlarda yaptıkları incelemeler sonunda
İznik ve Kostantanıyye (İstanbul) konsüllerinde
belirlenen kilise görüşünü onaylamıyorlar. Son günlerde
özellikle Sabililerin görüşlerini savunan birçok kimseler
ortaya çıkmıştır."
Bu kısa ve yararlı açıklamadan
anlaşılıyor ki, resmi kiliselere bağlı bütün
hıristiyan mezhepler ve gruplar yüce Allah'ın
birliği, hiç birşeyin O'nun benzeri
olmadığı ve O'nun varlığından hiç
kimsenin dışarıya sızmadığı
ilkelerine dayanan gerçek (hak) dine bağlı
değildirler.
Çoğu kere "Aryusiler" diye anılan
hıristiyanların yüce Allah'ın birliği
ilkesini onaylayan "muvahhitler" olduğu söylenir.
Bu terimi bu şekilde kullanmak
yanıltıcıdır. Çünkü sözü edilen "Aryusîler"
yüce Allah'ın gerçek dinin öngördüğü anlamda
Allah'ın birliğini dile getirmiyorlar, bunun yerine
işin içine başka hatlar
karıştırılıyorlar! Sebebine gelince bu
adamlar Hz. İsa'nın yüce Allah gibi ezeli bir varlık
olmadığını söylüyorlar ki: bu doğrudur.
Fakat bunun yanısıra Hz. İsa'nın "oğul"
olduğunu ve henüz evren yokken "Baba"dan yaratılmış
olduğunu ileri sürüyorlar ki, bu saplantılar, asla gerçek
anlamda yüce Allah'ın birliği ilkesinin (tevhidin)
kapsamına girmezler.
Yüce Allah "İsa, Allah'ın oğludur",
"İsa, Allah'dır" ve "Allah, üç ilâhın
üçüncüsüdür" diyenlerin kâfir olduklarına
ilişkin hükmünü açıklamıştır. Buna göre
ayni inanç sisteminde hem "küfür" hem de "iman"
sıfatları biraraya gelemeyeceği gibi bu iki
sıfat ayni kalpte de biraraya gelemez. Çünkü bunlar
biribirleri ile taban tabana zıt olgulardır.
Kur'an-ı Kerim'in gerek yahudilerin "Uzeyr,
Allah'ın oğludur" ve gerekse
hıristiyanların "İsa, Allah'ın
oğludur" şeklindeki sözlerine ilişkin
değerlendirmesinde yahudiler ile hıristiyanların bu
sözlerinin, daha önceki dönemlerde yaşamış kâfirlerin
sözlerine inançlarına ve düşüncelerine
benzediklerini belirliyor. Okuyoruz.
"Bunlar onların ağızları ile
geveledikleri dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha
önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar."
"Bu ifade, herşeyden önce bu sözlerin doğrudan
doğruya onların ağızlarından çıktıklarını,
yoksa başkalarının onlara
dayandırdıkları bir yakıştırma
olmadıklarını kanıtlıyor. Bu anlamı
vermek için "ağızları ile" deyimi
kullanılıyor, Kur'an-ı Kerim'in bilinen ifade yöntemi
uyarınca objektif ve somut bir tablo gözler önüne
seriliyor. Sebebine gelince adamların sözlerimin ağızlarından
çıktığı belli birşeydir. Fakat burada
"ağız" sözcüğünün kullanılmış
olması boşuna, ya da gereksiz bir uzatma değildir.
Yüce Allah'ı bu tür eylemlerden tenzih ederiz. Bu Kur'an'ın,
tasvir ağırlıklı ifade yönteminin gereğidir.
Bu ïfade sözün tablosunu gözler önünde canlandırıyor,
ona işitiliyormuş, hatta görülüyormuş gibi bir
"gerçek"likle donatıyor.
Üstelik bu şekli ile bu ifade tabloyu gözler önünde
canlandırma ve somutlaştırma fonksiyonun
yanında başka bir açıklayıcı anlam daha
taşıyor. O anlam da şudur: Bu sözün objektif
dünyada, gerçekler âleminde hiçbir aslı, hiçbir dayanağı
yoktur. Bu sadece ağızların gevelediği bir söz
dizisidir; arkasında ne "gerçek" ve ne de "kavram
kalıbı" vardır.
Sonra Kur'an'ın kaynağının ilâhiliğine
delil oluşturan vecizlik niteliğinin bir başka yönüne
geliyoruz. Bu ilginç özellik, yüce Allah'ın şu sözünde
dikkatimizi çekiyor:
"Böyle demekle daha önceki kâfirlere özeniyorlar.
Klâsik tefsir bilginleri âyetin bu kısmını
şöyle açıklamışlardır; "Bu ilâhi
ifadenin anlamı, `Yahudilerin ve hıristiyanların yüce
Allah'a oğul yakıştıran sözleri, müşrik
arapların, O'na kız çocuğu
yakıştıran sözlerinin bir benzeridir
şeklindedir." Bu açıklama doğrudur. Fakat bu
ilâhı cümlenin içeriği, daha geniş boyutludur.
Bu ileri boyut yakın yıllarda farkedilebildi; ancak
Hind, eski Mısır ve eski Yunan putperestlerinin inançlarına
ilişkin bilimsel bulgular ortaya çıktıktan sonra
anlaşılabildi. Bu araştırmalar sayesinde kitap
ehlinin özellikle hıristiyanların tahrifata
uğramış inançlarının kaynağına
inildi. Sözkonusu putperest inançlarda yeralan kimi saplantıların
önce aziz "Saint Paul" eli ile, arkasından da sözde
kutsal kilise konsülleri aracılığı ile
hıristiyan doğmalarına sızdıkları
belirlendi
Eski Mısır inancında Oziris, İzis ve
Ouris'den oluşan üçlü ilâh (teslis) dogması
Firavunlar dönemi putperestliğinin temelini meydana
getiriyordu, bu üçlü ilâh dogmasında Oziris Baba'yı
ve Ouris' "Oğul"u temsil ediyordu.
Hz. İsa'dan yıllarca önce İskenderiye'de
okutulan teoloji (ilâhiyat) derslerinde "kelimenin
(sözün), ikinci ilâh" olduğu ve "Allah'ın
ilk oğlu" ünvanını
taşıdığı öğretiliyordu.
Hind putperestleri de üç unsurdan, ya da üç
"durum"dan oluşmuş bir ilâh kavramına
inanırlardı. Onlara göre asıl ilâh bu üç
unsurda ya da üç halde tecelli ederdi. "Brahma" ilâhın
yaratma ve yoktan varetme durumundaki, "Vişnu"
koruma ve gözetme durumundaki, "Sifa" ise yoketme ve
ortadan kaldırma durumundaki yansımaları
(tecellileri) idi. Bu sapık inanca göre "Vişnu",
"Brahma"da yoğunlaşan ilâhlıktan
sızmış ve dönüşüme uğramış
"oğul"du.
Asurlar da "kelime"nin (sözün) kutsallığına
inanırlar, ona "Merduh" adını verirlerdi.
İnançlarına göre bu merduh ilâhın ilk oğlu
idi!
Eski Yunanlılar üç unsurlu ilâh kavramına
inanırlardı. Nitekim bu üçlü ilâh doğmasının
belirtisi olarak kâhinleri ilâhlara kurban keserken kesilecek
hayvanın üzerine üç kere kutsal su serperler, üç kere
buhurdanlıktan buhur alıp etrafa saçarlar ve yine üç
kere kesim yerinde toplanan halkın üzerine kutsal su
serperlerdi. İşte kilise bu putperest törenleri, arka
plânlarındaki inançlarla birlikte alarak hıristiyanlığa
katmış, böylece eski kâfirlerin görüşlerini
taklit etmiştir.
İşte Kur'ân-ı Kerim'in indiği günlerde
bilinmeyen bu eski putperest inançlar
"Onlar
böyle demekle daha önceki kâfirlere özeniyorlar" âyeti
ile birlikte gözden geçirildiklerinde kutsal kitabımızın
vecizliğinin bir
örneğidir.
Bu örnek bize Kur'an'ın ilahi kaynaktan geldiğini ve
bu yüce kitabın
"Alim
ve Habir olan Allah" tarafından
gönderildiğinin yinelenerek duyurulmasıdır.
Bu açıklama ve tesbitden sonra yüce Allah, Kitap
ehlinin, kâfirlik ve müşriklik içerikli sapıklıklarının
özüne ilişkin sözlerini şöyle noktalıyor.
"Allah kahretsin onları! Nasıl gerçeklerden sapıyorlar?"
Evet, evet... Allah kahretsin onları, canlarını
alsın? Nasıl bu apaçık, bu yalın gerçeği
bırakarak ne akılla ve ne de vicdanların
sağduyusu ile bağdaşmayan bu karmaşık, bu
içinden çıkılmaz putperest düzmecelerine sapıyorlar?
SOMUTLAŞAN SAPIKLIK
Bir sonraki ayette Kitap ehlinin
sapıklıklarının bir başka
aşamasına, bir diğer belirtisine geçiliyor. Bu
defa ele alınacak olan sapıklık sadece sözlere ve
inançlara yansıyan bir sapıklık değil, bozuk
inanç sistemlerine dayanan pratikte somutlaşmış
bir sapıklıktır. Önce ayeti okuyalım.