Bu ve bundan sonraki âyetler, zihinleri Tebük savaşına
hazırlıyorlar, Bizanslılar ile yandaşları
olan müşrik araplara, yani Gassanilere yöneliktirler.
Çünkü burada âyetlerdè yeralan sıfatların,
kendileri ile bu savaşta karşılaşılacak
olan kavmin taşıdığı sıfatlar
olduklarını, bu âyetlerde varolan sıfatları
ile pratik bir durumun gözler önüne serildiği izlenimi
alıyoruz. Bu tür yerlerde âyetlerin akışı,
Kur'ân-ı Kerim'in okuyucularına hep bu izlenimi verir.
Çünkü bu sıfatlar burada kitap ehli ile
savaşmanın ön şartları olarak gündeme
getirilmiyorlar. Bunun yerine bu sıfatlar bu kavimlerin inançlarında
ve pratik hayatlarında varolan olgular olarak
anılıyor, bu sıfatlar o kavimlerde savaşmaya yönelik
ilâhi emrin gerekçeleri ve itici faktörleri olarak sayılıyor.
Buna göre hangi toplumun inancı ve pratik hayatı
âyette sözü edilen kavimlerin inançları ve hayat
tarzları gibi olursa buradaki hüküm onlar için de aynen
geçerli olur.
Âyette bu sıfatlar şöyle belirleniyor.
1- Bu kavimler, Allah'a ve Ahiret gününe inanmazlar.
2- Allah'ın ve Peygamber'in haram
kıldığı şeyleri haram saymazlar. 3- Gerçek
dinî benimsemezler.
Daha sonraki âyetlerde ise bu kavimlerin nasıl Allah'a ve
Ahiret gününe inanmadıkları, nasıl Allah'ın
ve din haram kıldığı şeyleri. haram
saymadıkları ve nasıl gerçek dinî benimsememiş
kabul edildikleri açıklanıyor. Bu hükümler şu
gerekçelere dayanıyorlar:
1- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve
hıristiyanlar "Mesih (İsa), Allah'ın
oğludur" diyorlar. Onların bu sözleri
kendilerinden önce gelip-geçen puta tapıcı kâfirlerin
sözlerine benziyor. Buna göre gerek yahudiler ve gerekse
hristiyanlar, eski putperest kavimler ile benzer inancı
paylaşıyorlar ki, böyle bir inancın sahipleri
Allah'a ve Ahiret gününe inanmamış sayılır-
Böyle bir inancı savunanların nasıl Ahiret gününe
inanmadıklarını mantık açısından
yeri gelince anlatacağız.
2- Onlar, yüce Allah'ın dışında
hahamlarını, rahiplerini ve Hz. İsa'yı ilâh
edinmişlerdir. Bu inanç gerçek dine ters düşer, gerçek
dinle bağdaşmaz. Gerçek dinin şartı, tek
Allah'a inanmak, O'na hiç birşeyi ortak
koşmamaktır. Buna göre bu inançları ile gerçek
dinî benimsememiş olan müşriklerdir.
3- Onlar yüce Allah'ın nurunu (ışığını)
ağızlarının soluğu ile söndürmek
istiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın dini ile savaş
halindedirler. Oysa Allah'a ve Ahiret gününe inanan, gerçek
dini benimsemiş olan hiç kimsenin Allah'ın dini ile
savaşa girmesi asla düşünülemez.
4- Onların çoğu hahamları ve rahipleri
yolsuzluk yapanlar, yani halkın mallarını gayri
meşru biçimde yerler. Buna göre onlar yüce Allah'ın
ve Peygamberleri'nin haram kıldığı
şeyleri haram saymıyorlar demektir. Buradaki "Peygamberler"den
maksat yahudiler ile hıristiyanların kendi
Peygamberler'i olabileceği gibi bizim Peygamberimiz de
olabilir.
Kilise konsülleri Hz. İsa'nın getirdiği dini
tahrif ederek Hz. İsa'nın, Allah'ın oğlu
olduğunu ve "üçlü ilâh (teslis)" doğmasının
geçerliliğini ortaya attıkları günden günümüze
kadar geçen tarih süreci içinde bu sıfatlar hem Şam yöresi
hırıstiyanları ve Bizanslılar için ve hem de
diğer hıristiyanlar için geçerli olmuştur.
-Gerçi çeşitli hıristiyana mezhepleri arasında
birçok inanç farklılıkları vardır, ama hepsi
"Üçlü ilâh (teslis)" doğmasında
buluşurlar.
Buna göre bu âyette dile getirilen emir geneldir, hıristiyan
arapların ve hıristiyan Bizanslıların
taşıdıkları bu sıfatları
üzerlerinde bulunduran tüm kitap ehli ile aradaki ilişkilerin
nasıl düzenlenmesi gerektiğini belirten mutlak bir
kuraldır. Peygamberleri'mizin belirli bazı fertleri ve zümreleri
savaş dışı tutmaya yönelik emri bu ilâhi
buyruğun genellik karakteri ile çelişmez.
Bilindiği gibi Peygamberimiz, müslüman savaşçılara,
savaş sırasında çocuklara, yaşlılara,
eli silâh tutmayan güçsüzlere ve manastır köşelerine
kapanmış keşislere ilişmemelerini
emretmiştir. Çünkü bunlar savaşçı
değillerdi ve İslâm hangi dinden olurlarsa olsunlar,
savaşçı olmayanlara saldırmayı
yasaklamıştı.
Fakat dikkat etmek gerekir ki, bu kişiler ve zümreler
müslümanlara fiilen saldırmıyorlar gerekçesi ile
Peygamberimiz tarafından savaş-dışı
tutulmuyorlardı. Fakat saldırgan olmayı
sağlayan özelliklerden aslında yoksun oldukları için
savaş hedefleri dışında
tutulmuşlardır. O halde "bu âyette sadece fiilen
saldırıda bulunan hitap ehli kasdedilmiştir"
diyerek aslında genel-geçerli olan bu ilâhi emre sınırlama
getirmek yersizdir. -Nitekim İslâm'a yöneltilen saldırganlık
suçlamasını savmaya kalkışan ruhi bozguna
uğramış bazı müslümanlar böyle diyorlar-
"saldırganlık" eylemi işin
başında vardır. Bu da yüce Allah'ın
ortaksız "ilâhlığına yönelik saldırganlıktır,
buna bağlı olarak insanları yüce Allah'tan başkasına
kul etmek suretiyle kulları da saldırı yöneltilmektedir.
İslâm yüce Allah'ın ilâlılığını
ve yeryüzünde yaşayan tüm insanların onurunu,
saygın konumunu savunmak amacı ile harekete geçince
cahiliye sistemlerinin direnişi, savaşı ve
saldırısı ile yüzyüze gelmekten kurtulamaz.
Nesnelerin doğası ile karşılaşmaktan
kurtuluş yoktur.
Bu âyet müslümanlara "Allah'a ve Ahiret gününe
inanmayan" kitap ehli ile savaşmayı emrediyor.
"Uzeyr, Allah'ın oğludur" ya da "İsa,
Allah'ın oğludur" diyenlerin Allah'a
inandıklarını söylemek mümkün değildir.
"Allah Meryemoğlu İsa'dır" veya
"Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" ya da
"Allah, İsa'nın kılığında görünmüştür,
İsa'nın kişiliğinde ete ve kemiğe bürünmüştür
diyenler ve aralarındaki bir sürü görüş
ayrılığına rağmen bu tür doğmaları
ortaya atan kilise konsüllerinin çeşitli hurafelerini
benimseyenler de bu kategoriye girerler. Bunların
yanısıra "ne günah işlersek işleyelim,
cehennem ateşi bize birkaç sayılı gün dışında
dokunmaz, çünkü biz Allah'ın evlâtları,
sevdikleriyiz O'nun tarafından seçilmiş bir halk
topluluğuyuz" diyenlerin de Allah'a
inandıkları söylenemez. Bunlara ek olarak "İsa
ile bütünleşmekle, kutsal yemekten yemekle bütün
günahların bağışlanacağını,
bunun dışında başka bir
bağışlanma yolunun olmadığını"
iddia edenlerin, gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin, Ahiret
gününe inanan kimseler oldukları da söylenemez.
Bu âyet sözünü ettiğimiz kitap ehlini "Allah'ın
ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri
haram saymazlar" diye tanımlıyor. Buradaki "Peygamber"den
ister yahudilere ve hristiyanlara gönderilen Peygamberler
kasdedilmiş olsun, isterse bizim Peygamberimiz
kasdedilmiş olsun işin özü değişmez çünkü
bunun arkasından gelen âyetler bu ifadeyi "onlar halkın
malını eğri yollarla, gayri meşru yöntemlerle
yerler" şeklinde açıklamıştır.
İnsanların mallarını gayri meşru yollarla
yemek her Peygamber'lik misyonu ve her Peygamber tarafından
yasaklanmış bir eylemdir insanların
mallarını gayri meşru biçimde yeme eyleminin faize
dayalı alış-verişler, faizi içeren ekonomik
ilişkilerdir. Oysa kilise yetkililerinin para ya da mal
karşılığında "Bağışlama
belgesi" satmaları aslında bir tür faize dayalı
alış-veriştir! Bu da insanları Allah'ın
dininden alıkoymaktan, kuvvet kullanarak bu dinin yolunu
kesmekten, müminleri dinlerinden döndürme çabasından
başka nedir ki? Bu davranış insanları yüce
Allah'tan başkasına kul etmek, onları yüce Allah'ın
indirmediği hükümlere ve yasalara boyun eğmek zorunda
bırakmak değil de nedir? Bütün bu eylemler "Allah'ın
ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri
haram saymazlar" hükmünün kapsamına girer, o günün
kitap ehli nasıl ki, bu niteliklerin tümünü taşıyor
idi ise, bu günün kitap ehlide bu nitelikleri tümü ile taşımaktadır.
Okuduğumuz yahudiler ile hıristiyanlara yönelik bir
başka tanımlayıcı cümlesi "onlar gerçek
dini din edinmezler" cümlesidir. Bu cümlenin ne demek
istediği şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan
açıkça bellidir. Sebebine gelince yüce Allah ile birlikte
bir başkasının ilâh olduğuna inanmak "gerçek
din" değildir. İnsanlar arası ilişkileri
yüce Allah'ın şeriatı dışında bir
başka hukuk sistemine göre düzenlemek, yüce Allah dışındaki
başka bir kaynaktan hüküm almak, yüce Allah'ın
otoritesi dışındaki başka bir otoriteye boyun
eğmek de "gerçek din" değildir. Oysa bütün
bu nitelikleri hem o günün kitap ehli ve em de günümüzün
kitap ehli taşımaktadırlar.
Kitap ehli ile savaşmaya son vermek için âyetin koştuğu
şart bu adamların müslüman olmaları değildir.
Çünkü "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 256)
Onlarla savaşmaktan el çekmenin şartı "müslümanlara
boyun eğerek kendi elleri ile cizye vermeleri"dir. Bu
şartın hikmeti nedir? Niye bu şart,
savaşın önüne geçemeyeceği, bulunduğu yerde
savaş eylemini noktalayan bir amaç sayılmıştır?
Kitap ehli, sözü edilen sıfatları sebebi ile inanç ve
davranış plânında yüce Allah'ın dinine yöneltilmiş
somut bir savaştırlar; Ayrıca- incelediğimiz
âyetlerde anlatıldığı gibi- onların inançlarında
ve pratik hayatlarında somutlaşan cahiliye sistemi ile
ilâhi sistem arasında varolan çatışmanın ve
bağdaşmazlığın doğal sonucu olarak
da kitap ehli müslüman toplumu hedef almış somut bir
savaştır. Nitekim yaşanan tarihin realitesi bu çatışmanın
özünü, bu bağdaşmazlığın karekterini
ortaya koymuş, bu iki sistemin barış içinde bir
arada yaşayamayacağını
kanıtlamıştır. Çünkü kitap ehli yüce
Allah'ın dininin yoluna fiilen dikilmiş, islâm
tarihinin gerek bu âyetin inişinden önceki kısa döneminde
ve gerekse bu âyetin inişinden itibaren günümüze kadar
süren uzun yüzyıllar boyunca bu dine ve
bağlılarına karşı kesintisiz bir
savaş sürdürmüştür.
İslâm- yeryüzünün tek gerçek dini olması
sıfatı ile önüne dikilen maddi engelleri kaldırmak
ve insanı gerçek dinin dışındaki düzmece
dinlerin boyunduruklarından kurtarmak amacı ile mutlaka
harekete geçmelidir. Yalnız herkese inancını seçme
özgürlüğü tanıması şarttır. Hiç
kimse ne kendisi tarafından inanç değiştirmeye
zorlanacak ve sözünü ettiğimiz maddi güçlerin baskısı
altında kalan kişiler herhangi bir inancın zoraki
bağlıları olarak görüleceklerdir.
Durum böyle olunca hem o maddi engelleri kaldırmayı
ve hem de islâmı zorla benimsetmeye
kalkışmamayı sağlama bağlamanın
pratik yolu gerçek dinin dışındaki temellere
dayanan otoritelerin nüfuzunu kırarak teslim
almalarını sağlamak ve fiilen cizye vergisi
vermelerini kendilerine kabul ettirerek bu teslim
oluşlarını açığa vurmalarını
somutlaştırmaktır.
O zaman insanlığı kurtarma amacı gerçekleşmiş
olur. O zaman aklı yatan her kişiye hak dini seçme
özgürlüğü garantiye bağlanmış olur.
Eğer adamın aklı
yatmazsa eski
dine bağlı kalmaya devam ederek cizye vergisi verir.
Ondan bu cizye vergisini almanın birkaç amacı var.
Başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1- Adam cizye vermekle islâmi otoriteye teslim olduğunu,
yüce Allah'ın gerçek dinine yönelik çağrıyı
maddi güç kullanarak karşı
koymayacağını ilân etmiş olur.
2- Adam canının, malının,
ırzının ve diğer dokunulmaz temel insan
haklarının savunulması için yapılacak
masraflara katkıda bulunmuş olur. İslâm, cizye
vererek müslümanların koruyucu kanatları altına
giren gayri müslim vatandaşlarının bu
haklarını ve dokunulmazlıklarını
korumayı üzerine alır. Gerek dışardan ve
gerekse içerden gelebilecek olan saldırılara
karşı müslüman mücahidler eliyle bu hakları ve
dokunulmazlıkları savunur.
3- Adam, çalışamayacak durumdaki
vatandaşların geçimini ve bakımını güvenceye
bağlayan islâmi devlet hazinesinin gelir fonlarına
katkıda bulunmuş olur. Çünkü devlet hazinesinin bu
sosyal yardım görevi, gayri müslim vatandaşları
da kapsamına alır, onlar ile zekât vermekle görevli
müslümanlar arasında ayının yapmaz.
Şimdi bu konuda şu tür fıkhi
tartışmalara dalmak istemiyoruz. Cizye kimlerden
alınır, kimlerden alınmaz? Bu verginin miktarı,
oranı nedir? Nasıl ve nerelerde harcanır? Bu
tartışmalara girmek istemiyoruz. Çünkü bu mesele,
tümü ile, bu gün karşımızda olan, çözmek
zorunda olduğumuz bir gündelik mesele değildir. Oysa bu
mesele hakkında fetva vermiş olan, görüş
belirtmek için ilmi çalışma yapmış olan
fıkıh bilginlerinin zamanında bu konu pratik ve günceldi.
Günümüzde ise bu mesele "pratik" ve "gündelik
bir mesele değil "tarihi" bir meseledir. Çünkü
günümüzde müslümanlar "cihad" etmiyorlar. Sebebine
gelince günümüzde müslümanlar yokturlar, ortalıkta görünmüyorlar.
Buna göre günümüzün çözüm bekleyen asıl meselesi, islâmı
ve müslümanları "var hale getirme", "ortaya
çıkarma" meselesidir.
Daha önce birçok kere söylediğimiz gibi islâm sistemi
gerçekçi ve ciddi bir sistemdir. Boşlukta asılı
duran meseleleri tartışmaktan hoşlanmaz, pratik dünyada
uygulanmayan fıkhi tartışmalara dönüştürülmeyi
reddeder- çünkü pratik dünyada yüce Allah'ın
şeriatına göre yönetilen, gündelik hayatını
islâm fıkhına göre yönlendiren bir müslüman toplum
yoktur- Bu sistem gerek kendilerini ve gerekse insanları
fiilen varolmayan bu tür meselelerin tartışmaları
ile oyalayanları küçümser onları "Eğer
şöyle şöyle olsa acaba hükmü ne olur?" diyen
konuşan "acabacılar" olarak
adlandırır.
Günümüze işe başlama noktası, insanların
islâm mesajı ile karşılaştıkları
ilk günkü başlama noktasıdır. Herşeyden
önce yeryüzünün herhangi bir yöresinde bu gerçek dini
benimseyen, Allah'tan başka ilâh olmadığına
ve Hz. Muhammed'in, O'nun peygamberi olduğuna
tanıklık eden bir grup insan olacak sonra bu insanlar
sırf o Allah'a bağlanacaklar; O'nun egemenliğini,
otoritesini ve yasa koyma yetkisini ortaksız olarak kabul
edecekler; bu kabullerini pratik hayatta uygulayacaklar.
Arkasından bu evrensel çağrının
sancağını ellerine alarak tüm insanlığı
kurtarmak amacı ile yeryüzünde harekete geçecekler.
İşte o zaman- ve ancak o zaman- islâm toplumu ile diğer
toplumlar arasındaki ilişkilere ilişkin Kur'ân
âyetleri ve islâm hükümleri uygulama alanına
kavuşacaklardır. İşte o zaman- ve yalnız
o zaman- bu tür meselelerin tartışmalarına dalmak,
bu meseleleri hükümlere bağlamaya çalışmak, islâmın
fiilen karşılaştığı pratik durumlar
için kanunlar koymak yerinde olur. Yoksa teorik bir dünyada boşuna
nefes tüketmiş oluruz.
Gerçi biz- ilke ve prensip bazında- bu âyetin tefsirine
daldık. Fakat biz, bu âyet inanç sistemi meselesi ile yakından
ilgili olduğu için onu açıklama çabasına
giriştik. bu sınırda dururuz. Bu
sınırı aşarak ayrıntılı
fıkıh tartışmalarına dalmayız.
Çünkü islâm sisteminin ciddiliğine, gerçekçiliğine,
pratiğe dönüklüğüne ve yukarda değindiğimiz
türden maskaralıklardan uzak oluşuna saygı
duyuyoruz.