28- Ey müminler. Allah'a ortak koşanlar birer somut
pisliktirler. Bundan dolayı bu yıldan sonra bir daha
Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer (ziyaretçi
sayısının azalması yüzünden) yoksul düşeceğinizden
korkuyorsanız, biliniz ki, Allah eğer dilerse
yakında kendi lûtfu ile sizi zengin edecektir. Hiç şüphesiz
Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
"Müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) birer somut
pisliktirler." Bu ifade müşriklerin
ruhlarının pisliğini somutlaştırıyor,
bu pisliği onların mahiyetleri ve özleri olarak sunuyor.
Onlar tüm varlıkları ve özleri ile insan duygularının
tiksindikleri temizlerin uzak durmaya özen gösterecekleri bir
pisliktirler. Sözkonusu olan pislik "maddi" bir pislik
değil, "manevi" bir pisliktir. Çünkü onların
vücutları organizmaları öz olarak pislik değildir.
Burada Kur'ân gerçekleri somutlaştırarak ifade etme
örneklerinden biri ile karşı karşıyayız.
Evet;
"Müşrikler somut pisliktirler. Bundan dolayı bu
yıldan sonra bir daha Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar."
Müşriklerin Mescid-i Haram'da bulunmalarının
yasaklık gerekçesi, bu hükmün amacı budur. Bu gerekçe
ile onların Mescid-i Haram'a yaklaşmaları bile
yasaklanıyor. Sebep onların pis ve oranın temiz
olmasıdır.
Fakat Mekke halkının dört gözle beklediği
ekonomik kazanç sezonu, Yarımada'da yaşayanların
çoğunluğunun hayat damarı olan ticaret
fırsatı, sosyal hayatın neredeyse temel ekseni olan
güneye ve kuzeye yönelik kış ve yaz seferleri, bütün
bu faaliyetler, müşriklere Kâbe'yi ziyaret etmenin
yasaklanması ve onlara karşı topyekün savaş
ilân edilmesi dolayısıyla durma ve ortadan kalma
akıbetine uğrayacaklardır.
Evet, öyle. Fakat burada inanç sistemi sözkonusudur. Yüce
Allah, kalplerin tümü ile bu inanç sistemine bağlanmalarını,
onun dışında hiçbir ihtimali umursamamalarını
istiyor.
Bundan sonrasına gelince yüce Allah, rızık
meselesini bizzat üstleniyor, müslümanların geçimini
bilinen ve alışıla gelen yollar
dışında başka yollardan
sağlayacağını garanti ediyor. Okuyalım:
"Eğer (ziyaretçi sayısının
azalması yüzünden) yoksul düşeceğinizden
korkuyorsanız, biliniz ki, Allah eğer dilerse sizi
yakında kendi lûtfu ile zengin edecektir."
Yüce Allah dileyince bilinen sebepleri ortadan kaldırarak
onların yerine başka sebepler getirir. O dilerse bir
kapıyı kapatır, fakat yerine birden çok kapı
açar. Çünkü;
"Hiç
şüphesiz Allah; herşeyi bilir ve her
yaptığı yerindedir."
Herşeyi bilgiye, gerekçeye, ön tasarıya ve hesaba
dayalı olarak plânlayıp yürürlüğe koyar.
Kur'ân yöntemi, Mekke fethinden sonra ortaya çıkan ve
çeşitli kesimleri arasında, inanç düzeyi bakımından,
henüz uyum sağlayamamış olan o günkü İslâm
toplumunda fonksiyonunu yürütüyordu.
Biz bu kesitte yeralan âyetlerde bu toplumun görüntüsünü
gölgeleyen bazı gedikleri gördüğümüz gibi, Kur'ân
yönteminin bu gedikleri kapatmaya yönelik işlevini,
benzersiz Kur'ân yönteminin bu ümmeti eğitmek için harcadığı
yoğun ve uzun soluklu çabayı da gözlüyoruz.
Kur'ân-ı Kerim'in bu ümmeti tırmandırmaya çalıştığı
doruk yüce Allah'a bağlanma, O'nun dinine sıkı
sıkı sarılma doruğudur; inanç esasına
dayalı olarak tüm akrabalık bağlarını, tüm
dünya, dünya hazlarının bağlarını kesme
doruğudur. Bu amaç, Kur'ân yönteminin kafalara aşıladığı
bilincin ışığı altında adım
adım gerçekleşiyordu. Bu bilinç sayesinde tüm insanlığı
tek Allah'a kul yapan ilâhi sistem ile insanları biribirine
kul yapan cahiliye sistemi arasındaki çelişik
farklılıkların özü kavranabiliyordu. Bunlar
biribirleri ile bağdaşması mümkün olmayan, barış
içinde birarada yaşamaları düşünülemeyecek karşıt
sistemlerdi.
İnsan bu dinin tabiatına ve özü ile cahiliye
sisteminin tabiatına ve özüne ilişkin bu kaçınılmaz
bilince ermedikçe ne insanlar arasındaki ilişkileri ve
ne de müslüman blok ile öbür karşıt bloklar
arasındaki ilişkileri belirleyen İslâmî
hükümleri gerektiği gibi değerlendiremez.
MÜSLÜMANLARLA EHLİ KİTAP ARASINDAKİ HUKUK
Bilindiği gibi sûrenin ilk kesitinde müslüman toplum
ile Arap yarımadasında yaşayan müşrikler
arasındaki ilişkilerin belirlenmesi amaçlanmıştı.
Şimdi bu ikinci kesitte ise müslüman toplum ile yahudi ve hıristiyanlar,
yani kitap ehli arasındaki ilişkiler belirlenmek
isteniyor.
Yalnız birinci kesitte yeralan âyetler, sözleri ve
özleri ile, O günün Arap yarımadasında yaşanan
somut pratiğe karşılık veriyordu, orada
yaşayan müşriklerden sözediyor, doğrudan
doğruya onlarla ilgili olan sıfatları,
olayları ve olguları gündeme getirirken şimdiki
inceleme konumuz olan ikinci kesitin yahudi ve
hıristiyanlardan (kitap ehlinden) sözeden âyetleri sözleri
ve özleri bakımından genel-geçerlidirler. Yanî gerek
Yarımada'da yaşayanları ve gerekse dünyanın
başka yerlerinde oturanları ile tüm yahudi ve hıristiyanları
kapsarlar.
İnceleyeceğimiz âyetler kesitinde yeralan nihaî
hükümler, müslüman toplum ile yahudi ve hıristiyanlar
arasında geçerli olan o güne kadarki ilişkilerin
dayandığı kurallarda köklü değişiklikler
öngörüyor. Bu hüküm özellikle hıristiyanlar için daha
çok geçerlidir. Çünkü o güne kadar yahudilere ilişkin
bir takım olaylar yaşanmıştı, ama o ana
kadar hıristiyanlar ile müslümanlar arasında hiçbir
olay meydana gelmemişti.
Bu yeni hükümlerde öngörülen en belirgin değişiklik,
yüce Allah'ın dininden sapmış olan yahudi ve
hıristiyanlar ile, bunlar müslümanlara boyun eğerek
kendi elleri ile "cizye" verinceye dek
savaşılmasına ilişkin kesin emirdir. Onlardan
gelecek barış ve antlaşma önerileri ancak bu
şartı, yani gönüllü olarak cizye verme
şartını yerine getirmelerinden sonra kabul
edilecekti. Bu durumda onlar için anlaşmalı zimmi (güvenli
yurttaş) hukuku gerçekleşir, müslümanlarla arasında
barış ilişkisi kurulurdu. Ama eğer onlar
İslâmî, inanç sistemi olarak onaylayıp benimserler
ise o zaman müslümanlar arasına katılırlardı.
Yahudiler ile hıristiyanlar (kitap ehli) İslâm
dinini kabul etmeye zorlanamazdı. Bu durumlarda geçerli olan
kabul
"Dinde
zorlama yoktur" hükmü
idi. Fakat "cizye" verdikçe ve bu esasa dayalı
olarak İslâm toplumu ile aralarında antlaşma
yapılmadıkça dinlerinde serbestte bırakılamazlardı.
İslâm toplumu ile yahudi ve hıristiyanlar arası
ilişkileri düzenleyen kurallarda öngörülen bu son değişikliğin
özünü iyi kavrayabilmek için bir yandan yüce Allah'ın
sistemi ile cahiliye sistemleri arasındaki ilişkilerin
kaçınılmaz karakterine ışık tutan bir
bilince öte yandan da İslâm'ın hareket yönteminin
karakteristik özelliğine, bu yöntemin farklı
aşamalarına, yine bu yöntemin değişken insan
pratiği ile uyumlu olarak yenilenen araçlarına
ilişkin bir bilince sahip olmak gerekir.
Daha önce de vurguladığımız gibi yüce
Allah'ın sistemi ile cahiliye sistemleri arasındaki
ilişkilerin "kaçınılmaz" özelliği,
özel durumları ve geçici şartlar
dışında bu iki kutup arasında barış
içinde birarada yaşamanın mümkün olmayışıdır.
Bu ilişkinin dayandığı temel kural şudur:
İslâm'ın, insanı kula kulluktan kurtarıp tek
Allah'ın kulluğuna yüceltme amacına ilişkin
genel bildirisinin önüne yeryüzünde hiçbir maddi engel,
hiçbir devlet gücü, hiçbir rejim otoritesi ve hiçbir sosyal
pratik dikilmemelidir. Çünkü yüce Allah'ın sistemi,
insanı kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp tek
Allah'a kul olmanın özgürlüğüne kavuşturmak için-
ki İslâm'ın evrensel bildirisinin içeriği de
budur- egemenlik yetkisine sahip olmak isterken cahiliye
sistemleri, varlıklarını koruyabilmek için yüce
Allah'ın sistemine dayanan akımı yeryüzünden
silmek, bu hareketin varlığına tamamen son vermek
isterler.
İslâmî hareket yönteminin özelliği,
değişik aşamalarda kullanacağı yenilenen
araçlarla bu evrensel sosyal pratiğe ya denklik ya da
üstünlük sağlayıcı uygulamalarla karşı
koymaktır. İşte İslâm toplumu ile cahiliye
toplumları arasındaki ilişkilere ilişkin gerek
geçici ve gerekse nihai hükümler sözkonusu aşamalarda
kullanılacak uygun araçları oluştururlar.
Sûrenin bu kesitinde yeralan âyetler, bu ilişkilerin
özelliğini belirleyebilmek için önce yahudiler ile hıristiyanların
inanç sisteminin mahiyetini belirliyorlar; bu amaçla bu inanç
sisteminin "müşriklik" "kâfirlik" ve
"eğriyol (batıl)" olduğunu vurguluyorlar.
Ayrıca bu âyetler, bu hükme dayanak olan realiteleri,
olguları gözönüne seriyorlar. Bu realitelere hem yahudiler
ile hıristiyanların "daha önceki kâfirler"in
sapık düşüncelerine benzeyen inanç sistemlerinde hem
de pratik hayatlarındaki davranış ve
uygulamalarından alınmış örnekler
gösterilmektedir.
İnceleyeceğimiz âyetler, bu konuda, şu gerçekleri
belirliyorlar:
1- Yahudiler ile hıristiyanlar yüce Allah'a ve Ahiret
gününe inanmazlar
2- Her iki grup da yüce Allah'ın ve Peygamber'inin haram
ilân ettiği şeyleri haram saymazlar.
3- Bu grupların her ikisi de dine inanmazlar.
4- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve
hıristiyanlar "İsa, Allah'ın
oğludur" diyorlar. Bunlar bu sözleri ile kendilerindeki
önceki dönemlerin kâfirleri ile, ya putperest eski Yunanlılar'la,
Romalılar'la, Hindular'la, Firavunlar döneminin Mısırlıları
ile ya da diğer kâfir milletler ile benzeşiyorlar,
onlarla ayni görüşü paylaşmış oluyorlar.
(İleride hıristiyanlarca savunulan üçlü ilâh
(teslis) inancının ve gerek hıristiyanlarca gerek
Yahudilerce ileri sürülen Allah'ın oğlu olduğu
iddiasının aslında eski putperest inançlardan alındığını,
yahudiliğin ve hıristiyanlığın özünden
kaynaklanmadığını ayrıntılı biçimde
anlatacağız.)
5- Hıristiyanlar, nasıl Hz. İsa'yı ilâh
edindilerse, tıpkı bunun gibi yahudiler ile birlikte
hahamlarını papazlarını ve rahiplerini -Allah
dışında- ilâh edindiler. Onlar sapıklıkları
ile kendilerine verilen Allah'ı bir bilme ve sadece O bir
Allah'a inanma emrine ters düştüler. Ve bu nitelikleri ile
' müşriktirler."
6- Kitap ehlinin bu her iki kesimi de yüce Allah'ın dini
ile sürekli savaş halindedirler. "Yüce Allah'ın
nurunu ağızlarının soluğu ile söndürmek
isterler." (Saff, 8)
7- Onların papazlarının, rahiplerinin ve
hahamlarının çoğu halkın malını
eğri yollar kullanarak yerler, yolsuzluk yaparlar ve
insanların Allah yoluna girmelerine engel olurlar.
İşte kitap ehli ile yüce Allah'ın dinine inanan
ve O'nun sistemine bağlı olan müslümanlar arasındaki
ilişkileri düzenleyen bu nihaî hükümler, onların bu
nitelikleri ve inançlarının özüne ilişkin bu
belirlemeler gözönünde bulundurularak alınmıştır.
İlk bakışta kitap ehlinin inançlarının
özüne ilişkin bu belirlemelerin sürpriz, hatta Kur'ân'ın
bu konu ile ilgili daha önceki belirlemelerine aykırı
olduğu sanılabilir. Nitekim müsteşrikler,
misyonerliğin öncüleri ve onların çömezleri böyle
demeye can atarlar. Onlara göre Peygamberimiz- salât ve selâm
üzerine olsun- yahudilere ve hıristiyanlara karşı
kendini güçlü ve üstün görünce onlara ilişkin sözlerini
ve hükümlerini değiştirmiştir.
Yalnız Kur'ân'ın gerek Mekke dönemindeki ve gerekse
Medine dönemindeki yahudilere ve hıristiyanlara ilişkin
değerlendirmeleri objektif bir bakışla gözden
geçirildiği takdirde İslâm'ın, bu grupların
geleneksel inançları ile ilgili görüşünün özü
itibarı ile hiçbir değişiklik göstermediği açıkça
görülür. İslâm, ilk günlerinden itibaren yahudiler ile hıristiyanların
inançlarının sapık olduğunu, eğri
(batıl) olduğunu, bu inançları savunanların yüce
Allah'ın gerçek dini karşısında "müşrik"
ve "kâfir" olduklarını, hatta kendilerine
inmiş olan gerçek mesajı ve gerçek dininden vaktiyle
kendilerine verilmiş olan payı bile inkâr ettiklerini
sürekli biçimde vurgulamıştır.
Değişiklik ise sadece onlar ile kurulan
ilişkilerin yönteminde meydana gelmiştir. Daha önce
bir çok kez vurguladığımız gibi, bu
ilişkilerin yöntemini sürekli biçimde değişen
pratik şartlarla, özel durumlar belirlemiştir. Yoksa bu
ilişkilere dayanak oluşturan temel realiteye- ki bu
yahudiler ile hıristiyanların inançlarının
mahiyetidir- ilişkin bakış açısı yüce
Allah'ın hükmünde, ilk günden beri, hep değişmez
kalmıştır.
Şimdi aşağıda Kur'an-ı Kerim'in kitap
ehline ve savundukları inançlara ilişkin
belirlemelerinden bazı örnekler sunacağız.
Arkasından da onların İslâm ve müslümanlar karşısında
takınmış oldukları pratik tutumları gözden
geçireceğiz. Zaten onlarla ilişkileri belirleyen bu
nihaî hükümlere vardıran sebep, İslâm'a ve
müslümanlara karşı takınmış
oldukları bu tutumlardır.
Mekke'de ne yahudilerin ve ne de hıristiyanların
sayıca ya da prestij bakımından toplumsal
ağırlığı olan örgütlü cemaatleri
yoktu. Sadece yahudiliğe ve hıristiyanlığa
bağlı tek-tük kişiler vardı. Kur'an-ı
Kerim'den aldığımız bilgilere göre bu bağımsız
"fert"ler İslâm'a yönelik yeni çağrıyı
sevinçle, onayla ve kabul ile karşılayarak İslâm'a
girdiler. İslâm'ın ve Peygamberimiz'in, ellerindeki
kutsal kitabı onaylayan bir gerçek olduğuna
tanıklık ettiler. Bu yahudi ve hıristiyan fertler
mutlaka tek Allah (tevhid) ilkesine
bağlılıklarını sürdüren ve yüce Allah
tarafından indirilmiş kutsal kitapların bazı
orijinal kalıntılarının metinlerini okuma imkânını
bulmuş kimseler olmalıdır. İşte
aşağıda örneklerini okuyacağımız
âyetler bu tür kimseler hakkında indi:
"Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz buna inanırlar.
Bu Kur'ân onlara okunduğunda `O'na inandık, O
Rabbi'miz tarafından gönderilmiş bir gerçektir, biz
zaten daha önce de müslümandık' derler." (Kasas,
52-53)
"De ki; `Siz bu Kur'ân'a ister inanınız, ister
inanmayınız o daha önce kendilerine bilgi verilmiş
olanlara okunduğunda o kimseler çeneleri üzerine secdeye
kapanırlar.
"Ve `Rabbimiz'in şanı yücedir, O'nun verdiği
söz kesinlikle yerine gelecektir' derler.
Ağlayarak çeneleri üzerine secdeye kapanırlar, Kur'ân
onların ürpertili saygısını
arttırır. (isra, 107-109)
"De ki; `Hiç düşündünüz mü? Eğer bu Kur'ân
Allah tarafından gönderilmiş olduğu halde onu inkâr
ediyorsanız İsrailoğulları'ndan biri bunun
benzerine tanıklık edip inândığı halde
siz burun kıvırarak ona inanmaya
yanaşmamış iseniz durumunuz nice olur? Allah
zalimler güruhunu doğruyola iletmez." (Ahkaf, 10)
"İşte sana. böyle bir kitap indirdik.
Kendilerine daha önce kitap verdiklerimiz ona inanırlar.
Şu müşriklerden de ona inananlar vardır. Kâfirlerden
başka hiç kimse bizim âyetlerimizi inkâr etmez. (Ankebut,
47)
"Allah, size ayrıntılı açıklamalar içeren
kitabı indirmişken ben onun dışında bir
hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz,
Kur'ân gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından
indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya
kapılanlardan olma." (En'am, 114)
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana
indirilen bu Kur'an karşısında sevinç duyarlar.
Fakat İslâm'a karşı komplo kuran gruplara
bağlı kimi kişiler onun bazı âyetlerini
inkâr ederler. Onlara de ki; `Bana yalnız Allah'a kulluk
etmem, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi. Ben
O'na çağırırım, dönüşüm de O'nadır."
(Ra'd, 36)
Bu olumlu karşılama ve "onaylama" tutumu
Medine'deki bazı bağımsız fertler
tarafından da tekrarlandı. Kur'ân-ı Kerim,
onların bu tür bazı olumlu
tutumları
hakkında Medine'de inen surelerde bize bilgi vermiştir.
Bu âyetlerin bazılarında bu olumlu tutumu takınan
fertlerin hıristiyanlar arasından çıktıkları
belirtilmiştir. Çünkü Medine yahudileri, İslâm'ın
kendileri için tehlike oluşturduğunu sezdikleri andan
itibaren, bu dine karşı Mekke'deki
bağımsız fertlerininkinden farklı bir tutum
takınmışlardır. Şimdi de bu tür
âyetlere birkaç örnek veriyoruz:
"Kuşkusuz kitap ehlinden Allah'a, size indirilen ve
kendilerine indirilmiş olan mesaja, Allah korkusu içinde,
inananlar; Allah'ın âyetlerini birkaç paraya satmayanlar
vardır. Bunlar Rabb'leri katında ödüllerini alacaklar.
Hiç şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek
çabuktur." (Al-i İmran, 199)
"İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman
olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar
olduğunu göreceksin. Buna karşılık müminlere
en çok sempati duyanların `Biz hıristiyanız'
diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü hıristiyanlar
arasında Allah'a bağlı bilginler ve din
adamları vardır. Ve onlar büyüklük tasla
mazlar.
Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı işitince gerçeği
tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar
akarken onların şöyle dediklerini görürsün: `Ey
Rabb'imiz, inandık, bizi de gerçeğe şahid olanlar
arasında yaz!
"Rabb'imizin bizi iyi kulları arasına
katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe
inanmayalım?'
"Allah, onları bu sözlerinden dolay, altlarından
ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları
cennetler ile ödüllendirdi. Bu iyi kulların mükâfatıdır."
(Maide, 82-85)
Fakat bu az sayıdaki bağımsız fertlerin
tutumu, Arap yarımadasında yaşayan ezici ehl-i
kitap çoğunluğunun- özellikle yahudi kanadının-
tutumunu temsil etmez. Kitap ehli, ezici çoğunluğu ile,
İslâm'ın varlıklarına yönelik bir tehlike
kaynağı olduğunu anladıkları andan
itibaren Medine'de bu dine karşı sinsi bir savaş
başlatmışlar ve Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli
âyetlerinde bize anlattığı gibi bu savaşta
her türlü araç ve yöntemi kullanmışlardır.
Bunun yanısıra bunlar doğallıkla, İslâm'a
girmeyi de reddettiler. Kendi kitaplarının
Peygamberimizin geleceğini müjdeleyen haberlerini kabul
etmeye yanaşmadıkları gibi Kur'ân-ı Kerim'in
ellerindeki bu kitaplarda bulunan gerçek ilâhi mesaj kalıntılarını
onaylamasını da umursamamışlardır. Oysa sözünü
ettiğimiz saflığını yitirmemiş
bağımsız fertler bu gerçekleri kabul ediyorlar,
onaylıyorlar, onları kendi dinlerine mensup inkârcıların
yüzdelerine karşı açık açık dile
getiriyorlardı. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'in
Mekke'de inen bölümünün onların bu inkârcılığını
dile getirmeye, tescil etmeye, savundukları inancın
sapık, bozuk ve eğri niteliğini, çeşitli sürelerde,
ortaya koymaya yöneldiğini görüyoruz. Fakat unutmamak
gerekir ki, Kur'ân'ın Mekke bölümü de onların inançlarının
bozukluğunu belirtmeyi asla ihmal etmemiştir. Şimdi
bunun örneklerini okuyalım:
"İsa açık belgelerle gelince `Ben size hikmet
dolu kitapla ve anlaşmazlığa düştüğünüz
bazı meseleleri açıklayayım diye geldim. Allah'tan
korkunuz ve bana itaat ediniz."
`Allah, benim de sizin de Rabb'inizdir, o halde O'na kulluk
ediniz, dosdoğru
yol budur'
Fakat hıristiyanların ve yahudilerin aralarından
çıkan partiler uzlaşmazlığa düştüler.
Kendilerini bekleyen acı günün azabından dolayı
vay gele zalimlerin başına!' (Zuhruf- 63-65)
"Hani onlara denmişti ki; "Şu kasabada
oturunuz, orada ne isterseniz yiyiniz, kasabanın
kapısından girerken başlarınızı
eğerek `Bağışla bizi' deyiniz ki, günahlarınızı
affedelim ve iyilik edenlerin mükâfatını
attıralım."
Fakat yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine söylenmeyen
başka bir sözle değiştirdiler. Biz de
zalimliklerinden ötürü o zalimlere gökten ağır bir
azap indirdik.
Onlara deniz kıyısındaki kasabanın
halkının yaptığını sor. Hani onlar
cumartesi yasağını çiğniyorlardı.
Çünkü cumartesi yasağına uydukları gün onlara
akın akın balık geliyordu, fakat cumartesi
yasağını çiğnedikleri gün onlara için balık
gelmiyordu, Öteden beri fasık oldukları için biz onları
böylece sınavdan geçiriyorduk." (Araf 161-163)
"Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin
en ağırını tattıracak zorbaları
Kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına
musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbim çabuk cezalandırandır
ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı
ve merhametlidir. (Araf-169)
Kur'an-ı Kerim'in Medine'de inen bölümü ise kitap
ehlinin savundukları sapık inanç hakkında son sözü
söylüyor. Onların bu dine ve bağlılarına
karşı giriştikleri savaşda
kullandıkları en iğrenç yolları ve en sinsi yöntemleri
anlatır. Biz bu açıklamaları Ali-i İmran,
Nisa sûrelerinde ve diğer Medine inişli sûrelerde uzun
bölümler halinde okuyabilirsiniz. Yalnız onlara
ilişkin en son söz Tevbe sûresinde söylenmiştir.
Aşağıda Kur'an-ı Kerim'in bu çok sayıdaki
açıklamalarına birkaç örnek vermekle yetineceğiz:
"Şimdi siz onların size inanacaklarını
mı umuyorsunuz? Oysa bunlar arasında öyle bir grup var
ki, Allah'ın kelâmını işitirler ve
anlamına akılları yattıktan sonra onu bile
bile değiştirirlerdi.
Onlar müminler ile karşılaştıklarında
"inandık" derler. Fakat biribirleri ile
başbaşa kaldıkları zaman "Rabbiniz
katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi
Allah'ın size açıkladıklarını onlara
anlatıyorsunuz? Bunun yanlış olduğuna
aklınız ermiyor mu?" derler.
"Acaba onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların
gizli tuttukları ve açığa vurdukları
herşeyi bilir."
"Onların içinde bir de ümmiler (okuma-yazma
bilmeyenler) vardır ki, kitabı bilmezler. Bütün
bildikleri bir takım asılsız kuruntulardır.
Onlar sırf zanlara (saplantılara)
kapılmışlardır."
"Kendi elleri ile kitabı yazdıktan sonra
karşılığında bir kaç para elde etmek
amacı ile "Bu Allah katından geldi" diyenlerin
vay haline! Ellerinin yazdığından ötürü vay gele
başlarına! Kazandıkları paradan ötürü de
vay gele başlarına!"
"Andolsun ki, Musa'ya kitabı verdik ve
arkasından ardarda çok sayıda peygamber gönderdik.
Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve
kendisini Ruhul Kuds ile destekledik. Ne zaman herhangi bir
peygamber size canınızın istemediği bir
şey getirdi ise büyüklük kompleksine kapılarak kimini
öldürüp kimini yalanlamadınız mı?"
"Yahudiler "Kalblerimiz
kılıflıdır" dediler. Hayır,
yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah
onları lânetledi. Onların pek azı iman eder."
"Onlara Allah katından elleri altındaki
Tevratı onaylayan bir kitap (Kur'ân) gelince ki, daha önce
kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde
öteden beri bilip durdukları bu hak kitap kendilerine
gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin
üzerinedir."
"Onlar, Allah'ın kendi bağışı
olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun
indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü
şey karşılığında sattılar da
katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı
bir azap beklemektedir."
"Onlara "Allah'ın indirdiğine
inanınız" denildiği zaman "Biz sadece
bize indirilene inanırız" derler ve ellerindeki
Tevrat'ı doğrulayıcı hak bir kitap olduğu
halde Tevrat'tan ötesine inanmazlar. Onlara de ki; "Madem
ki; inanıyor idiniz, niye daha önce Allah'ın
peygamberini öldürdünüz" Bakara, 75-91()
"De ki: `Ey kitap ehli, Allah neler yaptığınızı,
görüp dururken niye O'nun âyetlerini inkâr ediyorsunuz?'
De ki; `Ey kitap ehli, niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye
yeltenerek inananları o yoldan döndürmeye çalışıyorsunuz?
Allah yaptıklarınızdan kesinlikle habersiz
değildir." (Al-i İmran, 98-99)
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor
musunnz? Bunlar puta ve Tağut'a (şeytana) inanırlar
ve kâfirler için `Bunların yolu müminlerin yolundan daha
doğrudur' derler."
"Bunlar Allah'ın lânetine uğramış
kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek hiç
kimse bulamazsın."
"Allah, Meryemoğlu Mesih (İsa)dır' diyenler
kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti
ki; `Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabb'iniz
olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allan
ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun
varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım
edeni yoktur.
`Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle
kâfir olmuşlardır. Tek Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezler ise
onların arasındaki kâfirlerin başlarına
acıklı bir azap gelecektir."
Onlar Allah'a tevbe etseler, O'ndan af dileseler olmaz mı?
Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
Meryemoğlu Mesih (İsa) sadece bir peygamberdir.
O'ndan önce de birçok peygamber gelip geçmiştir. Annesi de
özü-sözü doğru bir kadındı. Her ikisi de (öbür
insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara âyetlerimizi nasıl
açık açık anlatıyoruz ve sonra bak onlar bu
âyetleri nasıl çarpıtıyorlar!"
Gerek bunlar ve gerekse bunların benzeri olan Kur'an
âyetleri- ki bunlar hem Mekke ve hem de Medine inişli Kur'ân
bölümlerinde sayıca çokturlar- gözden geçirildikleri
takdirde açıkça görülür ki, kitap ehlinin yüce Allah'ın
doğru dininden sapmış oldukları biçimindeki
yaklaşıma, incelemekte olduğumuz sûrenin âyetleri
herhangi bir değişiklik eklememiştir. Onların
kâfirlikle, sapıklıkla, yoldan çıkmışlıkla
ve müşriklikle damgalanmaları yeni bir
yaklaşıma yer verilmemektedir. Şunu da hiç
unutmamak gerekir ki, Kur'an-ı Kerim, doğru yoldan çıkmamış
ve orijinal saflığını yitirmemiş yahudi
ve hıristiyanların doğru yolda
olduklarını ve bozulmamış
kaldıklarını sürekli biçimde tescil etmektedir.
Nitekim yüce Allah, bu bozulmamış yahudi ve
hıristiyanların haklarını teslim etmek üzere
şöyle buyuruyor:
"Musa'nın soydaşlarından insanları
hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir grup vardı."
(A'raf, 159)
"Kitap ehlinden öylesi var ki, eğer yanına yüklü
bir emanet bıraksan onu sana geri verir, öylesi de var ki, eğer
kendisine bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde
dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmilere (dinimizden
olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur'
dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah
adına yalan söylerler." (Al-i İmran, 75)
"Nerede olsalar onlara aşağılık
damgası vurulmuştur. Yalnız Allah'ın ipine ve
insanlar ile yaptıkları antlaşmalara
bağlı kalanlar müstesna. Onlar Allah'ın
gazabına uğradılar, alınlarına
perişanlık damgası vuruldu. Bu, onların
Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve sebepsiz yere
peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah'a
başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir.
Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde
geceleri ayakta durup Allah'ın âyetlerini okuyan ve secdeye
kapanan bir kesim vardır.
Bunlar Allah'a ve Ahiret gününe inanırlar, iyiliğe
emrederek kötülükten sakındırırlar,
hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi
kullardandırlar.
Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız
kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah kötülükten sakınanların
kimler olduğunu bilir." (Al-i İmran, 112-115)
Bu konuda gerçekten değişikliğe uğrayan
taraf, kitap ehline karşı takınılacak tutumu düzenleyen
hükümlerdir. Bu hükümler dönemden döneme, aşamadan
aşamaya, olaydan olaya değişmiştir. Bu
değişiklikler, kitap ehlinin müslümanlara karşı
takındıkları politikaların,
davranışların ve tutumların
ışığı altında bu dinin gerçekçi
hareket yöntemi uyarınca meydana gelmiştir. Bu ilke
uyarınca zaman gelmiş, müslümanlara şöyle
buyurulmuştur.
"Zalimleri dışında kalan kitap ehli ile
mutlaka en güzel sözleri kullanarak tartışınız.
Onlara `hem bize hem de size indirilen kitaba inandık, bizim
ve sizin ilâhımız birdir, biz O'na teslim
olanlarız' deyiniz." (Ankebut, 46)
"Onlara deyiniz ki; "Biz Allah'a, bize indirilene;
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve
torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve
diğer peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene
inanırız. onlar arasında ayırım
yapmayız. Biz Allah'a teslim olanlarız."
"Eğer onlar sizin
inandıklarınızın aynisine inanırlarsa
doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer bu inanca arka dönerlerse
mutlaka çatışmaya ve çıkmaza düşerler.
Onlara karşı Allah sana yetecektir. O işitendir,
bilendir." (Bakara, 136)
"Deki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan
şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir
şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı
bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim." (Al-i
İmran, 64)
"Kitap ehlinin çoğu, gerçeğin ne olduğunu
kesinlikle öğrendikten sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan
dolayı sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek
isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara
aldırış etmeyiniz, yaptıklarını
hoş görünüz. Hiç kuşkusuz Allah herşeye
kadirdir." (Bakara, 109)
Sonra yüce Allah, müminler aracılığı ile
gerçekleştirdiği iradesini yürürlüğe koydu.
Bunun sonucunda olaylar oldu, hükümler değişti ve
İslâm'ın gerçekçi ve yapıcı hareket yöntemi
yolunda ilerledi. Sonunda bu surede yeralan nihaî hükümler
yukarda gördüğünüz şekilde ortaya çıktı.
Dediğimiz gibi bu dinin, kitap ehlinin inanç sistemine,
bu sistemin bozuk olduğuna, Allah'a ortak koşma ve kâfirlik
temeline dayandığına ilişkin bakış açısı
hiç değişmemiştir. Değişiklik, kitap
ehli ile ilişkilerin kuralında görülmüştür. Bu
kural değişikliğini, sürenin bu kesitinin giriş
kısmında anlattığımız prensip yönlendirmektedir.
O yazımızın bu prensipten sözeden paragrafını
tekrarlıyoruz:
"İslâm toplumu ile yahudi ve hıristiyan
arası ilişkileri düzenleyen kurallarda öngörülen bu
son değişikliğin özünü iyi kavrayabilmek için
bir yandan yüce Allah'ın sistemi ile cahiliye sistemleri
arasındaki ilişkilerin kaçınılmaz karakterine
ışık tutan bir bilince, öteyandan da İslâm'ın
hareket yönteminin karakteristik özelliğine, bu yöntemin
farklı aşamalarına, yine bu yöntemin değişken
insan pratiği ile uyumlu olarak yenilenen araçlarına
ilişkin bir bilimce sahip olmak gerekir."
Şimdi de müslüman toplum ile yahudiler ve hıristiyanlar,
yani kitap ehli arasındaki durumu kısaca gözden
geçireceğiz. Bu gözden geçirmeyi hem değişmez
objektif kriterler ve pratik tarihi gelişmeler açısından
yapacağız. Çünkü bu suredeki nihaî hükümlere
yolaçan temel faktörler bunlardır.
Müslüman toplum ile yahudiler ve hıristiyanlar
arasındaki temel ilişkilerin tabiatını şu
iki kriterin ışığı altında
değerlendirmeliyiz.
1- Yüce Allah'ın bu konuya ilişkin açıklaması:
Bu açıklamaları değerlendirirken onların ne
sağdan ne soldan ne önden ve ne de arkadan gelebilecek olan
yanılma ihtimallerine açık olmayan nihaî gerçekler
olduklarını, yüce Allah tarafından ortaya
kondukları için insanların içtihatlarının ve
akıl yürütmelerinin içerebilecekleri hatalardan arınmış
olduklarını gözönünde bulundurmalıyız.
2- Bu değerlendirmeyi yaparken
dayanacağımız bir başka kaynak, yüce Allah'ın
bu konudaki açıklamalarını doğrulayan tarihi
gelişmelerdir.
Yüce Allah, kitap ehlinin müslümanlara karşı
takındığı tutumu Kur'ân-ı Kerim'in birçok
yerinde açıklıyor. Kimi yerlerde sırf kitap
ehlinden sözederken kimi yerlerde de kitap ehli ile müşrik
kâfirleri aynı kategoriye koyarak gündeme getiriyor. Bunun
gerekçesi şudur: Çünkü sözkonusu durumlarda ehli
kitaptan olan kâfirler ile müşrik kâfirler arasında
amaç birliği vardır. Kimi âyetlerde de İslâm'a
ve müslümanlara yönelik amaç ve strateji ortaklığını
ortaya koyan pratik tutumlar gözler önüne serilir. Bu
gerçekleri açıklayan âyetler öylesine açık ve
öylesine kesin ifadelidirler ki, bizim ayrıca onları açıklamaya
kalkışmamıza gerek yoktur. Şimdi bu âyetlerin
bazı örneklerini birlikte okuyalım:
-Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de puta tapanlar Rabbinizden
size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini
dilediğine tahsis eder. Allah büyük lûtuf sahibidir."
(Bakara sûresi: 105)
"Kitap ehlinin çoğu gerçeğin ne olduğunu
kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan
ötürü sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek
isterler." (Bakara sûresi: 109)
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar
senden asla hoşlanmayacaklardır. (Bakara, 120)
"Kitap ehlinden bir grup, size yoldan çıkarma
sevdasına kapıldı." (Al-i İmran, 69)
"Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere inen mesaja
günün başlangıcında inanınız, fakat günün
sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından
dönerler.
Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına
sakın inanmayız." (İmran 72-73) "Ey müminler,
eğer kendilerine kitap verilenlerin bir grubuna
uyarsanız, bunlar sizi iman ettikten sonra geriye döndürüp
kâfir yaparlar." (Al-i İmran, 100)
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor
musun? Bunlar sapıklığı satın
alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı
istiyorlar.
Allah, düşmanlarınızı çok iyi
bilir." (Nisa, 44-45)
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor
musun? Bunlar puta ve tağut'a (şeytana) inanırlar
ve kâfirler hakkında `Bunların yolu müminlerin
yolundan daha doğrudur derler." (Nisa, 51)
Sırf bu örnek âyetler bile kitap ehlinin, müslümanlara
karşı hangi tutumu takındıkları son
derece açık bir biçimde ortaya koyuyor. Bu âyetlerin bize
açıkladıklarına göre yahudiler ile hıristiyanlar,
müslümanları inançlarından döndürüp tekrar kâfir
yapma sevdasındadırlar. Bunu gerçeğin ne
olduğunu açıkça ortaya çıktıktan sonra
sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü yapıyorlar.
Onların aralarında belirlenmiş, kesin
tutumları, müslümanları yahudi ya da hıristiyan
yapma amacına dönük ödünsüz bir ısrardır. Bu
amaçları gerçekleşmedikçe müslümanlardan hoşnut
olmaları, onlarla barışçı ilişkilerine
girmeleri mümkün değildir. Bu amaçlarının gerçekleşebilmesi
için müslümanların inançlarını kesinlikle
terketmeleri gerekir. Çünkü onlar puta tapar müşriklerin
yolunun, müslümanların yolundan daha doğru
olduğuna tanıklık ediyorlar.
Şimdi de müşriklerin, müslümanlara yönelik nihaî
amaçlarını açıklayan bir kaç âyeti birlikte
okuyalım:
"Müşrikler, yapabilseler, sizi dininizden döndürünceye
kadar sizinle savaşmaya devam ederler." (Bakara, 217)
"Çünkü müşrikler isterler ki, silâhlarınızı
ve teçhizatınızı aklınızdan çıkarırsınız
da ansızın üzerinize baskın düzenlesinler."
(Nisa, 102)
"Müşrikler sizi ele geçirseler size düşman
kesilirler, size kötü amaçla el ve dil uzatırlar, kâfir
olmanızı isterler." (Mumtehine, 2)
"Müşrikler, eğer size karşı üstün
gelseler ne and ne de yükümlülük gözetirler." (Tevbe, 8)
"Müşrikler, bir mümine karşı ne and ve ne
de yükümlülük gözetirler." (Tevbe, 10)
Müşriklerin tutumlarına ilişkin bu âyetleri
gözden geçirdiğimizde görürüz ki, onların müslümanlara
yönelik tutumları yahudiler ile hıristiyanların müslümanlar
karşısındaki tutumlarının
tıpatıp aynisidir, hatta bu ortak tutumu açıklayan
sözleri bile aşağı yukarı biribirinin
tıpkısıdır. Bu da kitap ehli ile müşriklerin
müslümanlar karşısında ortak bir tutum
takındıklarını kesinlikle kanıtlar.
Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken bir nokta da
şudur: Gerek kitap ehli hakkında ve gerekse müşrikler
hakkındaki âyetlerde sözkonusu tutumların
kesinliği ve sürekliliği vurgulanıyor. Bu
tutumların geçici olmadığı, tersine
devamlılık ifade ettiği kesin bir dille
belirtiliyor. Meselâ müşriklerin tutumları açıklanırken
şöyle buyuruluyor:
"Müşrikler, yapabilseler, sizi dininizden döndürünceye
kadar sizinle savaşmaya devam ederler."
Bunun yanısıra kitap ehlinin müslümanlara yönelik
tutumu açıklanırken de şöyle buyuruluyor:
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar
senden asla hoşlanmayacaklardır. (Bakara, 120)
Bu gerçeği gözönünde bulundurduğumuzda
okuduğumuz âyetleri herhangi bir yoruma tabi tutma gereğini
tutmaksızın bu âyetlerin gelip geçici bir özelliğe
değinmediklerini, tersine kitap ehli ve müşrikler ile
aradaki ilişkilerin sürekli ve köklü tabiatını
belirlediklerini açıkça anlarız.
Bunun yanısıra eğer yahudiler ile
hıristiyanların tutumlarında somut örneğini
bulan bu ilişkilerin tarihi akışına göz
gezdirirsek okuduğumuz âyetlerin, incelediğimiz bu gerçekçi
ilâhi açıklamaların ne anlama geldiklerini kolayca
kavrarız. Bu âyetlerde değişmez ve sürekli bir
yapısal karakteristiğin vurgulandığına,
gelip geçici bir durumun tanıtılmadığına
kesinlikle karar veririz.
Yalnız durumları farklı olan bazı yahudi ve
hristiyan fertler ile kimi küçük yahudi ve hristiyan gruplar
vardır. Bunlara hem Kur'ân'ın bazı âyetleri arasında
hem de tarihin somut olayları içinde rastlıyoruz.
Bunlar İslâm'a ve müslümanlara sempati duymuşlar,
gerek Peygamberimiz'in ve gerekse bu dinin doğruluğuna
inanmışlar, arkasından bu dini benimseyerek müslüman
toplumun saflarına katılmışlardır.
Fakat bu durumlar yukarda değindiğimiz gibi birer
istisna niteliğindedirler. Bu kişisel ya da
sınırlı küçük gruplara ilişkin
tutumların ötesine geçtiğimizde görebildiğimiz
tek realite, inatçı düşmanlıktan,
ardı-arkası gelmez entrikalardan yüzyıllar boyunca
hiç ateşi sönmeyen amasız bir savaştan
oluşmuş bir tarih birikimidir.
Meselâ yahudileri ele alalım. Kur'ân-f Kerim'in birçok
sûresi bunların olumsuz tutumlarını, kirli
marifetlerini, hilelerini, entrikalarını ve müslümanlara
yöneltilmiş savaşlarını anlatan âyetlerle
doludur. Âyetlerde anlatılan bu olumsuz tutumların
somut kanıtları, pratik olaylar halinde, tarihin
sayfalarına da yansımıştır. Bu olumsuz
tutum İslâm'ın. Medine'de yahudilerle
karşılaştığı ilk günden itibaren
kendisini göstermeye başlamış ve şu ana kadar
varlığını kesintisiz bir biçimde sürdürmüştür.
Elinizdeki tefsir kitabının sayfaları, bu uzun
tarihin olaylarını anlatmanın yeri değildir.
Fakat biz burada tarih boyunca yahudilerin İslâm'a ve
müslümanlara yönelttikleri amansız savaşın birkaç
kilometre taşına değinmeden geçemeyeceğiz.
Yahudiler, semavi bir dinin mensupları olarak gerçek bir
Peygamber olduklarını bildikleri Peygamberlerimiz'i ve
yine gerçek olduğunu bildikleri dinini düşünülebilecek
en olumsuz bir tutumla karşılamışlardır.
Onlar gerek Peygamberimiz'i ve gerekse dinini Medine'de
entrikalarla, yalanlarla, müslümanlar arasına ektikleri
fitne ve kuşku tohumları ile
karşıladılar. Bu amaçla ustası oldukları
bütün kaypak ve hilekâr yöntemleri kullandılar. Gerçek
bir Peygamber olduğunu bildikleri halde Peygamberimiz'in
Peygamberliği hakkında kuşku uyandırmaya çalıştılar.
Münafıklara kanat gerdiler, ortalığa
yaydıkları kuşkularla, asılsız söylentilerle
onları desteklediler. Gerek kıble değişimi
olayı sırasında gerek Peygamberimiz'in eşi Hz.
Ayşe'nin uğradığı iftira olayı
sırasında ve gerekse ellerine geçen ilk fırsatta
yaptıkları kötülükler, takındıkları
olumsuz tutumlar bu alçak hilekârlıklarının
sadece birer örneğini oluşturur. İşte Bakara
sûresinin, Al-i İmran sûresinin, Nisa sûresinin, Tevbe
sûresinin ve daha birçok surenin yahudilere ilişkin
âyetleri hep onların bu iğrenç faaliyetlerini gözler
önüne sererek müslümanları uyarmak için inmiştir.
Şimdi bu âyetlerin bir bölümünü birlikte okuyalım:
"Onlara Allah katından elleri altındaki
Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince- ki, daha önce
kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde
öteden beri bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince-
onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin
üzerinedir."
"Onlar Allah'ın kendi bağışı
olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun
indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü
şey karşılığında sattılar da
katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı
bir azap beklemektedir." (Bakara sûresi: 89-90)
"Onlara Allah katından ellerindeki kitabı
onaylayıcı bir Peygamber gelince, kendilerine kitap
verilenler bir kesimi, Allah'ın kitabını hiç
bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar."
(Bakara, 1
01)
"İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları daha
önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?'
diyecekler. Onlara de ki; `Doğu da batı da
Allah'ındır. O dilediğini doğru yola
iletir." (Bakara, 142)
"Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın
âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Ey kitap ehli, niye gerçeğin
üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği
saklıyorsunuz?" (AI-i İmran, 70-71)
"Kitap ehlinin bir kanadı dedi ki; `Müminlere
indirilen mesaja günün başlangıcında
inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece
belki onlar da inançlarından dönerler." (Al-i
İmran, 72)
"Onların içinde öyleleri var ki, kutsal kitabı,
kelimeleri ağız boşluklarında
dalgalandırarak okurlar, böylece okuduklarının
Allah'ın kitabından olduğunu sanmanızı
sağlamaya çalışırlar. Oysa bu okudukları
şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah
katındandır' derler. Oysa Allah katından
değildir. Böylece bile bile Allah adına yalan söylerler."
(Al-i İmran, 78)
"Kitap ehli, senden kendilerine gökten kitap indirmeni
isterler. Onlar vaktiyle Musa'dan bundan daha büyüğünü
isteyerek `Bize Allah'ı açıkça göster' demişlerdi.
Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım
çarpmıştı. Arkasından kendilerine açık
belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar..."
(Nisa, 153)
"Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek
istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu
kesinlikle tamama erdirmek ister." (Tevbe, 32
)
Bunun yanısıra tarih yahudilerin,
yaptıkları antlaşmaları ârdarda bozduklarının
ve müslümanlara karşı kalleşçe davrandıklarının
şahididir. Beni Kaynuka, Beni Nadr, Beni Kurayda ve Hayber
olayları onların bu kalleşliklerinin sonucudur.
Yine tarih, Ahzap savaşında yahudilerin, müşrikleri
birleştirip müslümanlara saldırtmasının da
şahididir. Yahudilerin bu olaydaki rolü meşhurdur.
Yahudiler, o tarihten itibaren İslâm'a yönelik komplolarını
hep sürdürmüşlerdir. Onlar Hz. Osman'ın
öldürülmesi ve arkasından İslâm birliğinin büyük
oranda sarsılması ile sonuçlanan büyük kargaşanın
çıkarılmasında başrolü oynamışlardır.
Onlar Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki acı
olayların da çıban bayı, başta gelen
kışkırtıcı unsurunu
oluşturmuşlardır. Bunların yanısıra
hadislerin, İslâm tarihinin, ilmî ve tarihî belgeleri
nakleden rivayet zincirlerinin ve tefsir araştırmalarının
arasına asılsız uydurmalar
karıştırma kampanyasının da baş aktörleridirler.
Moğollar'ın Bağdat'a saldırarak İslâmî
halifelik rejimini yıkmalarının arkasında da
yahudilerin kirli parmağı vardır.
Yakın tarihte ise yahudi, yeryüzünün her tarafında
müslümanların başına çöken felâketin arkasındır.
Modern İslâmî dirilişin öncülerini ezen her
komplonun arkasında yahudiler vardır. İslâm
dünyasının her tarafında bu komploları yürüten
kukla rejimlerin baş koruyucusu yahudilerdir!
İşte yahudilerin, İslâm karşısındaki
sürekli tutumları budur. Kitap ehlinin öbür kanadını
oluşturan hıristiyanların tutumuna gelince bu da
ısrarlı düşmanlık ve sürekli saldırganlık
açısından yahudilerden hiç de aşağı
kalmaz.
Bizanslılar ile eski İranlılar (persler)
arasında yüzyıllarca süren derin bir düşmanlık
vardı. Fakat Arap Yarımadası'nda İslâm ortaya
çıkınca kilise, bu gerçek dini kendi eli ile uydurup
adına "Hıristiyanlık" dediği düzmece
dini için tehlike olarak gördü. Bu düzmece din, klâsik
putperestliğin tortularından, kilisenin saçma doğmalarından,
Hz. İsa'nın çarpıtma girişimlerinden
kurtulabilmiş kimi sözlerinin kalıntılarından
ve bu inanç sisteminin tarihinden oluşmuş bir
karmaşa idi. İşte İslâm'ın ortaya çıkışı
ile gerek Bizanslılar'ın ve gerekse eski
İranlılar'ın o eski, tarihî çatışmalarını,
o köklü ve kanlı düşmanlıklarını
unutarak bu yeni dine karşı ortaklaşa cephe
aldıklarını görürüz.
Bizanslılar, yandaşları Gassaniler ile birlikte
kuzeyde askerî yığınak yapmaya giriştiler.
Amaçları bu yeni dinin kökünü kazımaktı. Bu
hazırlıklardan bir süre önce Bizanslılarca atanan
Basra valisine Peygamberimiz tarafından elçi olarak
gönderilen Haris b. Umeyr Ezdi'yi öldürmüşlerdi. Müslümanlar
yabancı elçilere güvenlik sağladıkları halde
hıristiyanlar Peygamberimiz'in elçisini kalleşçe
öldürmüşlerdi. Bu olay üzerine Peygamberimiz Zeyd b.
Harise, Cafer b. Ebu Talip ve Abdullah b. Revahe'nin ortak komutasındaki
bir orduyu Bizanslılar üzerine gönderdi. Her üçü de savaşta
şehit olan bu komutanların yönetimindeki ordu
"Muta"da Bizanslılar ile
karşılaştı. Müslüman savaşçılar,
karşılarında büyük bir Bizans ordusu buldular.
Tarihçilerin verdikleri gibi bu ordu yüzbin kişisi
Bizanslı ve yüzbin kişisi Bizanslılar'ın
Şam dolaylarındaki hıristiyan arap kabilelerden
olmak üzere toplam olarak ikiyüzbin kişiden
oluşuyordu. İslâm ordusunun mevcudu ise üç bin savaşçıyı
geçmiyordu. Bu savaş Hicri sekizinci yılın Cemaziyülevvel
ayında meydana gelmişti.
Sonra bu sûrenin ağırlıklı konusunu
oluşturan Tebük savaşı meydana geldi.
-İnşaallah ileride yeri gelince bu savaşı
ayrıntılı biçimde anlatacağız.- Sonra
Usame b. Zeyd komutasında Bizanslılar ile
karşılaşan ordunun oluşturduğu olayla
karşılaşıyoruz. Bu orduyu Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- ölümüne yakın günlerde sefere
hazırlamıştı. Ölümünden sonra onu raşid
halife Hz. Ebu Bekir sefere gönderdi. Şam dolayları
üzerine yürüyen bu ordu, oralarda bu yeni dini ortadan kaldırmak
amacı ile askerî yığınak yapan Bizans güçleri
ile karşılaştı.
Daha sonra neler oldu? Müslümanların zaferi ile sonuçlanmış
olan Yermük savaşından itibaren
hıristiyanların kïn dolu kazanı, günden güne
hararetini artırarak kaynamaya devam etti. Yermük zaferi
Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarındaki
Roma İmparatorluğu'na ait müstemlekeleri kurtarmanın
başlangıç noktasını, ilk
adımını oluşturdu. Bütün bu fetihler
zincirinin sonunda ise Endülüs'te sağlam bir İslâm
üssünün temelinin atılması mümkün oldu.
"Haçlı savaşları" -ki tarihe bu adla
geçmişlerdir. hıristiyan kilisesinin İslâm'a karşı
giriştiği tek savaş zinciri değildi.
Hıristiyanlığın İslâm'a karşı
giriştiği savaşların tarihi çok daha eskilere
dayanır Bu savaşlar aslında Bizanslıların
eski İranlılar ile aralarındaki tarihi düşmanlığı
unutmaya karar vermeleri ile başladı. Bu tarihten
itibaren hıristiyanların, eski İranlıları
Arap yarımadasının güneyinde müslamanlara karşı
desteklediklerini görürüz. Bu hıristiyan
saldırganlığı daha sonra "Muta" ve müslümanların
kesin zaferi ile sonuçlanan "Yermük" savaşları
ile devam etti. Daha sonraki yıllarda Endülüs'te vahşetinin
ve acımasızlığının doruğuna
ulaştı. Hıristiyanlar, İslâm'ın
Avrupa'daki bu üssüne saldırıp orayı ele geçirdiklerinde
milyonlarca müslümanlara karşı tarihte o güne kadar
bir başka benzeri görülmemiş bir işkence ve
soykırımı vahşetinin soğukkanlı
uygulamasını gerçekleştirdiler. Ayni
acımasız saldırganlık doğudaki haçlı
savaşlarında da sahneye kondu. Bu tüyler ürpertici
saldırganlık hiçbir endişe ve hiçbir vicdani
sorumluluk tanımadı, müslümanlara karşı hiçbir
antlaşma ve hiçbir insanı yükümlülük gözetmedi.
Nitekim hıristiyan bir Fransız yazar olan Güstave le
Bonne "Arap uygarlığı" adlı eserinin
bir yerinde bu konuda şöyle diyor:
"İngiliz komutan Rıcardos'un ilk işi zorluk
çıkarmaksızın teslim alan üç bin müslüman
esiri İslâm ordusunun karargâhı önünde öldürmek
oldu. Oysa bu esirlere teslim olurlarken canlarına
dokunmayacağına dair söz vermişti. Sonra ipin
ucunu iyice kaçırarak yoğun öldürme ve yağmalama
eylemlerine girişti. Bu durum Kudüs hıristiyanlarına
karşı iyi davranmış, onlara hiçbir zarar
dokundurmamış ve eline esir düşmüş olan
Philip ile Arslan yürekli Ricard'a hastalıkları
sırasında yiyecek ve ilâç yardımı
yapmış olan soylu Selâhaddin- Eyyûbî'yi çok
öfkelendirmişti."
Başka bir hıristiyan yazar olan Gerogıa da
aynı konuda şunları söylüyor:
"Haçlılar, Kudüs'e son derece çirkin işler
yaparak girmişlerdi. Bir kısım hıristiyan
ziyaretçiler ele geçirdikleri köylerdeki insanları
öldürüyorlardı. Acımasızlıkta o kadar ileri
gittiler ki, insanların karınlarını
deşerek bağırsaklarda para aramaya giriştiler!
Oysa Selâhaddin-i Eyyûbî, Kudüs'ü geri alınca
hristiyanlara can güvenliği verdi, yaptığı bütün
antlaşmalara bağlı kaldı. Müslümanlar, düşmanlarına
karşı iyi davrandılar, altlarına merhamet döşeği
serdiler. Hatta Sultan'ın kardeşi olan adıl Melik
esirlerden bin köleyi serbest bıraktı. Ermeni cemaate
hiç ilişmedi. Kilisenin haçını ve süs eşyasını
alıp götürmek üzere Patrik'e izin verdi. Kraliçenin ve
prenseslerin hocalarını ziyaret etmeleri serbest
kılındı."
"Haçlı Savaşları"nın tarih
boyunca uzayan uzun çizgisini gözden geçirmeye elinizdeki
tefsir kitabının sayfaları yetmez. Biz sadece
şu kadarını söylemekle yetiniyoruz: Bu savaşlar
hiçbir zaman hızlarını ve etkilerini yitirmediler.
Hıristiyanlar bu savaşların içerdiği
saldırganlık ruhunu ve yıkım geleneğini
hep sürdürmüşlerdir. Yakın yıllarda Zengibar'da
olup bitenleri hatırlamamız yeterlidir. Orada müslümanlar
soy kırımına uğradılar. On iki bin
kişisi öldürüldü ve önce bir adaya sürülmüş olan
geriye kalan dört bir kişisi denize döküldü. Hatırlayacağımız
diğer bir olay Kıbrıs müslümanların
başına gelen faciadır. Üstad Ali, Ali Mansur tarafından
kaleme alınan "İslâm Şeriatı ve
Milletlerarası Genel Hukuk" adlı eserden. Bu
adanın müslüman kesimine besin maddeleri sokulmadı, su
verilmedi, böylece orada kalabilen müslümanların açlıktan
ve susuzluktan ölmeleri plânlandı. Bu vahşet onlara
çeşitli öldürme, toplu kıyım ve sürgün
eylemlerine ek olarak reva görülmüştü. Bunların
yanısıra Habeşlilerin gerek Eritre'de ve gerekse
Habeşistan'ın (Etopya'nın) ortasında
yaşayan müslümanlara karşı işledikleri
vahşilikleri hatırlamalıyız. Ayrıca
Kenya'da yüz bin müslümana karşı işlenen
cinayetleri düşüncemizde canlandıralım.
Somalı kökenli olan bù müslümanların Somali'deki
soydaşlarına katılma yönündeki isteklerinin nasıl
acımasızca bastırıldığını
araştıralım. Son olarak da güney Sudan'da yaşayan
hıristiyanların müslüman komşularına
karşı ne gibi zulümler yapma girişiminde
olduklarını öğrenelim.
Hıristiyanların, müslümanlara nasıl bir gözle
baktıklarını öğrenmek için Avrupalı bir
yazarın 1944 yılında
yayınladığı bir kitaptan
aşağıdaki parağrafı okumamız
yeterlidir.
"Biz Avrupalılar şimdiye kadar çeşitli
milletlerden korktuk. Fakat tecrübelerimiz sonunda bu korkularımızın
gerekçesiz olduğunu gördük. Eskiden "yahudi"
tehlikesinden, "sarı ırk" tehlikesinden ve
"Komünizm" tehlikesinden korkardık. Fakat bu bütün
korkuların hayalimizde
canlandırdığımız gibi
olmadıklarını belirledik. Yahudilerin
dostlarımız olduklarını gördük. Buna göre
onlara yöneltilen her tür baskı inatçı bir
saldırganlıktır. Sonra komünistlerin de
müttefiklerimiz olduklarını yaşayarak gördük.
"Sarı ırk"tan milletlere gelince onlara
karşı duran büyük demokratik devletler vardır.
Fakat önümüzdeki gerçek tehlike İslâm düzeninde, onun
yayılma ve boyun eğdirme gücünde, onun dinamizminde
gizlidir. Avrupa sömürgeciliğinin yolunu kesen tek set,
İslâmdır."
Hıristiyanlık dünyasının İslâm'a karşı
açtığı ve günümüzde de yürüttüğü bu
vahşi savaşın tarihini gözler önüne sermek için
daha çok ayrıntıya girmeyi uygun görmüyoruz. Bu
tefsirin daha önceki cildlerinde; bu konuya ilişkin birçok
âyeti incelerken bu uzùn savaşın tabiatından,
problemlerinden ve çıkmazlarından birçok kere sözetmiştik.
Şimdi burada yaptığımız bu kısa
özetleme ile yetinerek daha ayrıntılı bilgi edinme
isteklerini yakın yıllarda yayınlanmış
diğer
kaynaklara
havale ediyoruz.
Eğer bu hızlandırılmış gözden
geçirmenin sonuçları değerlendirme süzgecinden
geçirirsek ve bu sonuçlara daha önce İslâm'ın
evrensel kurtuluş bildirisinin özelliği hakkındaki
açıklamalarımızı eklersek ve son olarak bu
evrensel bildiriyi taşıyan ve onu tüm dünyaya yaymak
için yola çıkan İslâm'ı hareketi ezmek
amacını herşeyin üstünde tutan milletlerarası
cahiliye kutbunun duyarlığını gözönünde
bulundurursak açıkça görürüz ki; bu surede yeralan nihai
hükümler, tüm bu gerçeklerin toplamının doğal
gereği olarak ortaya çıkmışlardır,
bunlar belirli bir zamanla ya da belli bir durumla
sınırlanmış hükümler değildirler;
Aynı zamanda bu hükümler kendilerinden geçici hükümleri
hukuki anlamda yürürlükten kaldırmazlar, yani bu geçici
hükümlerin inişleri sırasında varolan sosyal ve
siyasi şartların benzerleri ile tekrar
karşılaşıldığı takdirde bu hükümler
uygulanabilir. Biz bu durumlarda ve her zaman İslâm'ın
stratejisi ile, İslâm'ın uygulanmaya dönük yöntemi
ile karşı karşıyayız. Bu strateji insan
pratiğini değişik aşamalarda, yenilenen yöntemlerde
gerçekçi biçimde karşılar.
Bu surede yeralan nihaî hükümlerin o günün Arap yarımadasında
varolan özel bir duruma karşılık oldukları
doğrudur. Gerçekten bu hükümler Tebük savaşında
somutlaşan İslâmi stratejinin hukukî alt-yapısını
oluşturmuşlardır. Tebük savaşı, İslâm'ı
ve müslümanları ortadan kaldırmak amacı ile
Yarımada'nın kuzey sınırlarında müttefikleri
ile birlikte askeri yığınak yapan Bizans güçlerini
göğüslemek için plânlanmıştı. -Sözkonusu
savaş, bu surenin ana eksenini oluşturur.- Fakat kitap
ehlinin, müslümanlara karşı
takındıkları tutum sadece belirli bir tarihi
aşamanın ürünü değildi, tersine sürekli ve kalıcı
bir realitenin ürünü idi. Tıpkı bunun gibi kitap
ehlinin İslâm'a ve müslümanlara açtıkları
savaş da sadece belirli bir tarihî dönemin ürünü değildi,
tersine bu savaş şimdiye kadar hep sürdüğü gibi
bundan böyle de hep sürüp gidecektir. Sona ermesinin tek
şartı müslümanların dinlerinden tamamen çıkmalarıdır!
Bu savaş çeşitli yöntemlerle geçmiş ve gelecek tüm
tarih çağları boyunca tüm amansız,
ısrarlı ve inatçı temposu ile sürmüş ve sürecektir.
Bundan dolayı bu surede yeralan nihaî hükümler köklü,
zaman ve yer şartları ile sınırlı
olmayan, geniş kapsamlı hükümlerdir. Fakat bu
hükümleri uygulamak İslâm stratejisinin, İslâm'ın
uygulama yönteminin çerçevesi içinde gerçekleştirilebilir.
Fakat bu hükümlerin kendileri hakkında ileri-geri
konuşmadan önce sadece adları "müslüman"
olan bu günkü müslüman kuşakların karamsarlık
aşılayıcı pratiklerini,
zayıflıklarını ve hayâl kırıklıklarını
yüce Allah'ın güçlü, sağlam dinine yansıtmadan
yüklemeden önce bu stratejiyi, bu uygulama yöntemini iyi
kavramak gerekir.
İslâm fıkhının (hukukunun) hükümleri
eskiden de, şimdi de, her zaman da İslâm yöntemi uyarınca
gerçekleşecek hareketin ürünüdür. Kur'ân'ın
ayetleri ancak bu gerçeğin eşliğinde,
ışığı altında kavranabilir.
Kur'an-ın ayetlerine boşlukta asılı
kalıplarmış gibi bakmakla onları İslâm
yöntemine göre gerçekleşecek bir hareketlilik biçiminde
algılamak arasında dağlar kadar fark vardır.
Fakat "İslâm yöntemine göre gerçekleşecek bir
hareketlilik" şartını kesinlikle akıldan
çıkarmamak gerekir. Çünkü sözkonusu olan
"hareket" mutlak anlamlı, sistem
dışı bir hareket değildir. O zaman
"sosyal pratik" temel faktör olarak kabul edilir. Bu
sosyal pratiği meydana getiren hareket (eylem) ne olursa
olsun, farketmez olur. Fakat bu sosyal pratik islami sistemin,
İslâmi yöntemin ürünü olduğu takdirde
fıkıh hükümlerinin temel unsuru olur.
Bu kuralın ışığında kitap ehli
ile müslüman toplum arasında öngörülen bu nihaî
hükümleri görmek kolaylaşır. Bu kurallar İslâm'ın
hareketli, pratiğe dönük, aksiyoner ve geniş
kapsamlı yöntemi uyarınca pratik alanında
canlı biçimde hareket ederler.
HARAMI HELAL SAYANLARLA SAVAŞ
Şimdilik bu zihinleri hazırlayıcı kısa
açıklama ile yetinerek bu bilginin
ışığı altında sûrenin bu kesitini
oluşturan âyetlerin ayrıntılı açıklamasına
geçiyoruz.