O |
Tevbe
|
O |
|
123- Ey mü'minler en yakınınızdaki kâfirler
ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve
biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir.
Ayeti kerimenin işaret ettiği cihad stratejisi ise,
şudur:
"Ey mü'minler en yakınınızdaki kâfirler
ile savaşınız."
İslâm fetihleri aşama aşama, bu stratejisi
uyarınca, "islâm yurduna" en yakın olanlara,
islâm yurdunun komşularına yönelmiştir. Arap
Yarımadası müslüman olduktan sonra (ya da Mekke'nin
fethinden sonra, islâm yurdu üzerinde bir tehdit unsuru oluşturmayacak
dağınık grupların dışında büyük
çoğunluğu müslüman olduktan sonra) Bizans topraklarına
yönelik Tebük seferi düzenlenmiştir. Daha sonra islâm
ordularının Bizans ve İran topraklarındaki
ilerlemesi devam etmişti. Fakat arkalarında kesinlikle
bir gedik bırakmamışlardı. İslâm
ülkesinin birliği sağlanmış,
sınırlar birleştirilmişti. Böylece müslüman
toplum her tarafı birbirine bağlı ve birbirine
kenetlenmiş büyük bir kitle haline gelmişti. Bu kitle
parçalanana, aile egemenliğine ya da milliyet esasına
dayalı yapay sınırlar ortaya çıkarılana
kadar, gücünden hiçbir şey kaybetmemişti. Bu durum,
bu dinin düşmanlarının ellerinden geldikçe, bu
dine üstünlük sağlamak için devreye soktukları bir
taktiktir ve halâ aynı taktiği uygulamaktadırlar.
Irkların, dillerin, soyların ve renklerin
farklılığına rağmen bu dinin bir zamanlar,
"islâm yurdunun" sınırları içinde
"tek bir ümmet" haline getirdiği halklar,
dinlerine dönmedikleri, tekrar islâmın sancağı
altında toplanmadıkları, Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- hareket çizgisini izleyip, kendisine zafer,
üstünlük ve egemenlik garantisi verilen ilahi önderliğin
sırlarını kavramadıkları sürece
ezileceklerdir, aşağılanacaklardır.
Bir kez daha yüce Allah'ın şu sözünün üzerinde
duruyoruz.
"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler
ile savayız. Bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki,
Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir."
Burada müslümanlara en yakın olan kâfirlerle savaşma
emri verildiğini görüyoruz. Bu kâfirlerin müslümanlara
ya da islâm yurduna saldırmaları şartı sözkonusu
edilmiyor. O zaman burada başka bir durumun sözkonusu olduğunu
anlıyoruz. Bu dinle birlikte hareket etmeyi, cihad ilkesinin
kaynaklandığı temel olarak öngören bu durumdur.
Medine'de islâm devletinin kurulduğu ilk dönemlerde başvurulan
aşamalı hükümlerde olduğu gibi, sırf "savunma"
durumu da sözkonusu değildir.
Günümüzde, islâmda uluslararası ilişkilere ve islâmda
cihad hükümlerine ilişkin araştırmalar yapan
bazı araştırmacılar, Kur'an'daki cihad
ayetlerini yorumlamaya kalkışan kimi yazarlar, bu nihai
ve son hükmü önceki aşamalara ilişkin hükümlerle sınırlamak
ve bu hükmün uygulanışını kâfirlerden gelen
saldırıya ya da saldırı endişesine
bağlamak istiyorlar. Oysa sözkonusu ayet kesindir ve bu
konuda geçerli olan son hükümdür. Şimdiye kadar, hüküm
koyarken Kur'an'ın başvurduğu ifade yöntemine artık
alışmış bulunuyoruz. Kur'an ifadesi böyle
durumlarda konunun üzerinde son derece titiz davranır. Ele
alınan konunun bir diğer konuyla
karıştırılmamasına özen gösterir.
Böyle bir durumda farklı bir ifade kullanır. Bunun
yanında, aynı hüküm içinde korunması, istisna
edilmesi ve bir şarta bağlanması veya
ayrıcalık tanınması gereken unsur varsa,
bunları da birer birer bilirler.
Onuncu cüzde Tevbe suresini sunarken, müşriklerle ve
ehli Kitap'la savaşmaya ilişkin ayetleri açıklarken,
aşamalı hüküm ve ayetlerin anlamlarını islâmın
hareket stratejisinin özüne uygun olarak ayrıntılı
biçimde açıklamıştık. Orada
yaptığımız açıklamaları bu konuda
yeterli görüyoruz.
Ancak, İslâmda uluslararası ilişkilere ve islâmda
cihadın hükümlerine ilişkin araştırmalar
yapanlar, bu hükümleri içeren ayetleri yorumlamaya kalkışan
yazarlar, islâmın bu hükümleri koymasını
hazmedemiyorlar, dehşete kapılıyorlar. Yüce Allah'ın
mü'minlere, en yakın olan kafirlerle savaşmayı,
yakınlarında kâfir bulunduğu sürece savaşı
sürdürmeyi emretmesini bir türlü anlamıyorlar. İlahi
emrin böyle olması onları dehşete düşürüyor,
hafızaları alınıyor. Bu yüzden kesin olan bu
hükümlere bazı sınırlamalar getirmeye
kalkışıyorlar. Bu sınırlamaları da,
önceki aşamalara ilişkin hükümlerden ediniyorlar.
Ama biz biliyoruz bu adamlar niçin dehşete
kapılıyorlar. Niye hafızaları almıyor bu
hükümleri biz biliyoruz.
Onlar islâmda cihadın, "Allah yolunda" bir
cihad olduğunu unutuyorlar. Allah'ın
ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak,
Allah'ın otoritesini gaspeden tağutları kovalamak,
"insanı" Allah'dan başkasına kul olmaktan
kurtarmak, sadece Allah'a itaat ettiği ve kula kulluktan
kurtulduğu için, güç kullanılarak Allah'ın
dininden döndürme amaçlı baskılardan insanları
uzak tutmak amacına yöneliktir bu cihad... "Fitnenin
kökü kazınana ve Allah'ın dini bütünüyle egemen
olana" kadar sürecek bir cihad... İnsan
yapısı bir ideolojinin, yine insan yapısı bir
başka ideolojiye üstünlük sağlaması için başlatılmış
bir savaş değildir bu. Bu savaş Allah'ın
sistemini, kulların sistemine üstün getirmek için başlatılmıştır.
Bir ulusu diğer bir ulusun egemenliği altına almak
amacı ile girişilen bir savaş değildir bu.
Allah'ın egemenliğini kulların egemenliğinin
üstüne çıkarmaktır, islâmda cihadın amacı.
Bu savaş kulların egemenliğini kurmak için değildir,
yeryüzünde Allah'ın devletini kurmak ve O'nun
egemenliğini sağlamak içindir. Bunun için cihad
hareketinin tüm "yeryüzünde" bütün insanların
özgürlüğü için yaygınlık kazanması,
harekete geçmesi kaçınılmazdır. Bu konuda, islâm
yurdunun sınırlarının içi ile dışı
farketmez. Her taraf "yeryüzüdür", her tarafta
insanlar yaşıyor ve her tarafta kula kulluk vardır,
tağutlar vardır...
İşte bu gerçeği unuttuklarından
dolayı, doğal olarak bir sistemin diğer sistemleri
süpürüp atmak üzere harekete geçmesi ve bir milletin diğer
milletleri boyunduruğu altına alması dehşete
kapılmalarına neden oluyor... Durum böyle olunca da
mesele hazmedilemiyor, Durum bunun aksi olmasaydı, gerçekten
de hazmedilecek gibi değildir. Bugünkü insan yapısı
düzenlerin "bir arada, barış içinde" yaşamaya
imkân vermesi gibi bir durum, islâm için sözkonusu değildir.
Bugünkü düzenlerin tümü insan yapısı düzenlerdir.
Bu yüzden bu düzenlerden hiçbiri, "sadece kendisinin yaşamaya
hakkı olduğunu söyleyemez. Ama insan yapısı
sistemlere karşı koyan, bu düzenleri geçersiz sayan,
bütün insanları kula kulluk zilletinden kurtarmak ve bütün
insanlığı tek ve ortaksız Allah'ın kulu
olmak onuruna erdirmek ve insan yapısı bu sistemleri kökten
yok etmeyi hedefleyen ilahi düzen için bu durum geçerli değildir.
Bu adamların dehşete kapılmalarının ve
bu hükümleri hazmedemeyişlerinin bir nedeni de Haçlılar'ın,
sistematik, iğrenç, art niyetli, pis ve alçakça saldırılarıyla
karşı karşıya kalmalarıdır. Haçlılar
şöyle diyorlar: "İslâm inancı kılıçların
gölgesinde yayılmıştır. Cihad,
başkalarını islâm inancını kabullenmeye
zorlamak ve inanç özgürlüğünü yoketmek amacına yöneliktir.
Mesele bu şekilde algılanınca sindirilecek gibi
değildir. Fakat durum bu nun
tam tersidir...
Kuşkusuz islâm, "Dinde zorlama yoktur, yanlış
ile doğru birbirinden ayrılmıştır" esasına
dayanır. O zaman niçin kılıçla cihada başvurmuştur?
Yüce Allah niçin mü'minlerin canlarını ve
mallarını "Allah yolunda savaşmak, öldürmek
ve öldürülmek" suretiyle, karşılığında
cenneti vermek üzere satın almıştır? Çünkü
islâmda cihad, islâm inancını zorla benimsetme
amacının dışında
bir hedefe yöneliktir.
Daha doğrusu inancı zorla benimsetmeye taban tabana
karşıt bir hedefe yöneliktir cihad. Bu cihad, inanç
özgürlüğünü garantiye almak için başlatılmıştı.
Çünkü islâm, tüm "yeryüzünde" bütün
"insanları" kula kulluktan kurtarmayı
hedefleyen evrensel özgürlük bildirisidir. Bu yüzden her zaman
için, kulları kullara. kul eden tağutlarla
karşı karşıya kalmıştır. Sürekli,
kulun kula kulluğu esasına dayanan düzenlerin karşısına
dikilmiştir. Bu düzenler, devlet güçleri ya da herhangi
bir kurumsal güç tarafından korunmakta ve etkinlik
alanlarının içinde insanların islâm çağrısına
kulak vermelerine engel oluşturmaktadır. Nitekim bu düzenler,
dileyenin dilediği inancı benimsemesine de engel
olurlar. Yâ da çeşitli yöntemlere başvurarak
insanları inançlarından vazgeçirmeye çalışırlar.
En iğrenç şekilleriyle inanç özgürlüğünün
ortadan kaldırılması, bu düzenlerin varlığında
somutlaşmaktadır. İşte bundan dolayı islâm,
bu düzenleri yerle bir etmek ve bu düzenleri koruyan güçleri
ortadan kaldırmak için kılıca sarılır.
Sonra ne olur? Sonra, yani bu düzenleri ortadan kaldırdıktan
sonra, insanları diledikleri inancı benimseme
hakkına sahip özgür kimseler olarak serbest bırakır.
Bu insanlar isterlerse islâma girebilirler. Eğer islâma
girerlerse, müslümanların sahip oldukları tüm haklara
sahip olur, müslümanların yerine getirmek zorunda
oldukları görevlerle yükümlü olurlar. Böylece,
kendilerinden önce müslüman olanların din kardeşi
olurlar. İsterlerse eski inançlarını korur, islâm
çağrısı önünde bir engel oluşturmayacaklarını
ifade etmek kendilerini henüz islâmın egemenliğine
girmemiş güçlerin saldırısından koruyan müslüman
devlete maddi katkılarını yerine getirmek,
aynı şekilde tıpkı müslümanlar gibi
kendilerinden olan kimsesizlerin, düşkünlerin ve hastaların
bakımını garantiye almak için cizye öderler.
İslâm hiç kimseyi inancını
değiştirmeye zorlamamıştır. Nitekim Haçlılar
eskiden Endülüs halkını günümüzde de Zengibar halkını
topluca yok ettikleri gibi, birçok halkı zorla hristiyan
yapmak için kılıçtan geçirmiş, öldürmüş
ve kökten yok etmişlerdir. Kimi zaman bu halkların
hristiyan olmak istemelerini de kabul etmeyip, sırf müslüman
oldukları için yok etmişlerdir. Bazen de kilisenin
resmi mezhebinin dışındaki bir mezhebi
benimsedikleri için, hristiyan olan halkları da
kılıçtan geçirmişlerdir. Örneğin
Mısır hristiyanlarından onbin kişi sırf
Roma kilisesi ile, bazı inanca ilişkin konularda
ayrılığa düştükleri için tutuşturulmuş,
ateşe diri diri atılmak suretiyle barbarca kurban
edilmişlerdi. Bu inanç ayrılıkları, kutsal
ruh'un sadece bir babadan ya da baba oğuldan
kaynaklandığına veya Hz. İsa'nın bir
ilahi ya da hem ilahi, hem de insanı tabiata sahip
olduğuna ilişkin ayrıntı sayılacak
konularla baş göstermişti oysa...
Son olarak, müslümanların kendilerine en yàkın kâfirlere
savaş açmaları şeklinin, ruhsal bozguna
uğramış bu adamları dehşete düşürmesinin,
günümüzde bu gerçeği hazmedemeyişlerinin bir
diğer nedeni de, bu adamların çevrelerindeki realiteyi
ve böyle bir hareketin getirdiği zorlukları görmeleridir.
Evet dehşete kapılmaları buradan
kaynaklanıyor. Bu açıdan bakınca, durum gerçekten
dehşet vericidir. Ama acaba müslüman ismini taşıyan
yeryüzünde yenik duruma düşmüş ya da
uluslararası boyutlarda herhangi bir etkinlikten yoksun bu
haklar mı dini bütünüyle Allah'a özgü kılmak ve
fitnenin kökünü kazımak amacı ile tüm yeryüzünde
bütün milletlere karşı harekete geçecektir? Akıl
almaz böyle bir şeyi, yüce Allah'ın böyle bir
şeyi de emretmesi mümkün değildir zaten.
Ne var ki, bütün bu adamlar bir şeyi gözden kaçırıyorlar.
Bu emrin ne zaman ve hangi şartlarda verildiğini dikkate
almıyorlar. Bu emir, Allah'ın hükmü ile hükmeden bir
islâm devleti kurulduktan, tüm Arap Yarımadası bu
devletin egemenliğini kabul edip Allah'ın dinine
girdikten ve hayatını bu dine göre düzenledikten sonra
verilmişti. Her şeyden önce, gerçek bir alışveriş
sonucu canlarını Allah'a satmış bir müslüman
kitle vardı o gün. Yüce Allah gün be gün, bu kitleye
zafer kazandırmış, ardarda savaşlarda üstün
gelmesini gerçekleştirmişti:
Zaman döndü dolaştı tekrar, yüce Allah'ın Hz.
Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- cahiliye hayatını
yaşayan insanları, "Allah'dan başka ilah
olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi
olduğuna" şahitlik etmeye çağırması
için gönderdiği günkü şeklini
almıştır. O zaman Peygamberimiz =salât ve selâm
üzerine olsun- beraberindeki bir avuç müslümanla birlikte
Medine'de bir müslüman devlet kurana kadar mücadele etmişti.
Savaş emri de böylece son şeklini alana kadar çeşitli
aşama ve hükümlerle gelişmişti. Bugünkü
insanların da bu noktaya gelmeleri için işe,
"Allah'dan başka ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna"
şahitlik etmekle başlamaları gerekir. Sonra bu son
aşamaya -Allah'ın emri ile- varırlar. Ama onlar
kesinlikle şu çeşitli mezhebler, sistemler ve arzular
tarafından parçalanmış, değişik
kavmiyet, ırk ve milliyet bayrakları altında
toplanmış yığınlar olmayacaklardır.
Onlar, `Lâilâhe illallah (Allah'dan başka ilah yoktur)'
sancağını yükselten, bunun yanında başka
hiçbir sancak veya sembol yükseltmeyen, yeryüzünde kul yapısı
hiçbir ideoloji,ve sisteme bağlanmayan, Allah'ın
adı ile ve O'nun bereketi üzere hareket eden tek bir
müslüman kitle olacaklardır.
İnsanlar günümüzde olduğu gibi böylesine
gülünç bir durumdayken kesinlikle bu dinin hükümlerini
kavrayamazlar. Yeryüzüne Allah'ın
ilahlığını egemen kılmayı ve
tağutların ilahlığına karşı
savaşmayı hedefleyen bir harekette cihad edenlerden
başkası bu dinin hükümlerini kavrayamaz.
Bu dinin fıkhını, cihad etmeyen, donuk kitap ve
belgeler arasında ömür tüketenlerden öğrenmek ve
onlardan fıkhi kurallar çıkarmayı beklemek
doğru değildir. Bu dinin fıkhı, hayat, hareket
ve ileriye atılma fıkhıdır. Kitap
sayfaları arasında korunmak, hareketsiz bir ortamda ele
alınmak bu dinin fıkhına yakışmaz. Hiçbir
zaman da yakışmayacaktır.
Son olarak "Ey
mü'minler en yakınızdaki kâfirler ile savaşınız,
bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden
korkanlar ile beraberdir" ayetinin
indiği şartlar burada Bizanslıların
kastedildiğini göstermektedir. Ve bunlar ehli Kitap'tır.
Ama bu surede inanç ve uygulamada işledikleri küfre dikkat
çekilmişti. İnançlarında sapma vardı.
Hayatlarına da kul yapısı yasalar egemendi.
Bu dinin, kitaplarından sapmış, kendi içlerindeki
adamların ortaya koyduğu yasalarla yönetilen ehli
Kitab'a karşı uyguladığı stratejiyi
kavrayabilmemiz için, bu yaklaşım üzerinde biraz
durmamız gerekmektedir. Bu hüküm hangi zamanda ve mekânda
olursa olsun, ellerinde Allah'ın şeriatı ve
Kitabı olduğu halde, aralarında birtakım
adamların koyduğu yasalarla yönetilmeyi kabul eden tüm
Kitap ehlini kapsamaktadır.
Ayrıca yüce Allah, kendilerinde sertlik bulsunlar diye
müslümanlara kendilerine yakın olan kâfirlerle savaşmaları
emrini şu cümleyle bağlamıştır:
"Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir."
Savaş emrinin bu cümleyle bağlanmış
olmasının özel bir anlamı vardır. Çünkü
burada sözkonusu edilen takva... İnsanın Allah
tarafından sevilmesini sağlayan takva... Evet bu takva,
müslümanı kendisine en yakın kâfirlerle savaşmaya,
son derece sert bir tavırla gevşemeden, geri dönmeden
fitnenin kökü kazınana ve din bütünüyle Allah'a özgü kılınana,
O'nun dini tamamen egemen olana kadar savaşa girişmeye yönelten
bir duygudur.
Ne var ki, burada sözkonusu edilen sertliğin sadece -bu
dinin genel davranış kurallarının
sınırları içinde- savaşacak olanların
niteliği olduğunu, bunun hiçbir bağ ve kural
tanımayan bir sertlik olmadığını bilmek
hem bizim, hem de insanlık için gerekli bir husustur.
Savaşmadan önce, karşı tarafa bildirmek
gereklidir. Onları müslüman olmak, cizye vermek veya savaşmaktan
birini tercih etmeye çağırmak fiili savaşta önce
gerekli bir husustur. Ayrıca anlaşmanın
bozulması, şayet bir anlaşma varsa -ihanet
edileceğinden korkulması da gereklidir, savaş
ilanı için. (Nihai hükümler, müslümanlarla marış
yapmayı ve cizye vermeyi kabul etmek üzere zimmet ehline,
müslümanlarla antlaşma imzalama hakkını
tanımaktadır. Bunun dışında herhangi bir
antlaşma sözkonusu değildir. Ancak müslümanlar zayıf
bir durumdaysa, benzeri durumlarda başvurulan
aşamalı hüküm onlar için de yeterli olur.)
Aşağıdakiler Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- bütün savaşlarda uyulmasını
istediği kurallardır:
Büreyde -Allah ondan razı olsun- şöyle der:
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- orduya veya bir
müfrezeye birini komuta etmek üzere görevlendirdiğinde,
kendisi hakkımda Allah'dan korkmasını,
beraberindeki müslümanlara da iyilikle muamele etmesini tavsiye
eder. Sonra şöyle derdi: "Allah'ın adı ile
Allah yolunda savaşa çıkın. Savaşın,
Allah'a inanmayan kafirlerle. Savaşın ama
aşırı gitmeyin, yakıp yıkmayın,
ölülerin uzuvlarını kesmeyin, çocukları
öldürmeyin. Müşrik düşmanlarınla
karşılaştığın zaman onları
şu üç şıktan birini kabul etmeye çağır,
kabul ederlerse, sen de kabul et ve vazgeç onlardan. Sonra, onları
yurtlarını bırakıp Muhacirler'in yurduna
taşınmaya çağır. Bunu yapacak olurlarsa,
Muhacirler'in sahip oldukları haklara onların da sahip
olacaklarını, Muhacirler'in yükümlü oldukları
şeylerden onların da sorumlu olacaklarını
bildir. Yurtlarından taşınmayı kabul etmeyecek
olurlarsa, müslüman olmuş taşralı Araplar gibi
olacaklarım, mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümlerinin
onlara da uygulanacağını ve müslümanlarla
birlikte savaşa çıkmadıkları sürece
ganimetten bir pay alamayacaklarını bildir. Bunu kabul
etmezlerse, onlardan cizye iste... Kabul ederlerse, sen. de kabul
et ve vazgeç onlardan. Yüz çevirirlerse, Allah'dan yardım
iste ve onlarla savaş."
Abdullah b. Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle
der: Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- savaşlarından
birinde öldürülmüş bir kadın bulundu. Bunun üzerine
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kadınların
ve çocukların öldürülmesini yasakladı.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Muaz b. Cebel'i
-Allah ondan razı olsun- Yemen'e halka islâmı öğretmek
üzere gönderdiği zaman, ona şöyle tavsiye etmişti:
"Sen ehli Kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları,
`Allah'dan başka ilah olmadığına ve benim
Allah'ın peygamberi olduğuma' şahitlik etmeye çağır.
Buna uyacak olurlarsa, yüce Allah'ın her gün ve gecede
onlara beş vakit namaz kılmayı farz
kıldığını bildir. Bunu kabul edecek
olurlarsa, yüce Allah'ın zenginlerden alınıp
fakirlerine verilmek üzere onlara malı bir sorumluluk
(sadaka) yüklediğini bildir. Buna uyacak olurlarsa,
artık malları dokunulmazdır. Bir de mazlumun
bedduasından sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile
Allah arasında perde yoktur."
Ebu Davud, Cuheyne kabilesinden bir adama dayanarak şöyle
rivayet eder: Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bir kavim
ile savaşır ve onlara üstün gelirsiniz, onlar da
canlarını ve çocuklarını korumak için mallarını
verir, sizinle barış yapmak isterlerse, bunun
dışında bir şey istemeyin onlardan. Bu sizin için
iyi olmaz."
Urbad b. Sariye diyor ki, "Peygamberimizle -salât ve
selâm üzerine olsun birlikte Hayber kalesine inmiştik.
Yanında bu sefere katılmış müslümanlar vardı.
Kalenin yöneticisi inatçı ve kibirli bir insandı.
Peygamberimize doğru şöyle seslendi, `Ey Muhammed,
hayvanlarımızı kesmek mi istiyorsunuz,
meyvelerimizi yemek ve kadınlarımızı esir mi
almak istiyorsunuz? Bunun üzerine Peygamberimiz öfkelendi ve,
`Ey Avf'ın oğlu, kalk atına bin ve `Cennet ancak mü'minler
içindir, namaz için toplanın' diye bağır dedi. Müslümanlar
toplandı, Peygamberimiz namazı kıldırdı,
sonra kalkıp şöyle dedi: `Bazılarınız
koltuklarına yaslanıp yüce Allah'ın, Kur'an'da
bildirdiklerinin dışında herhangi bir şey
haram kılmadığını mı sanıyor?
Dikkat edin ben en az Kur'an kadar veya ondan daha fazla
şeyler va'z ettim. Bazı şeyler emredip
bazılarını da yasakladım. Yüce Allah, onların
izni olmadıkça ehli Kitap'tan olan kimselerin evlerine
girmenizi, kadınlarını esir almanızı ve
üzerlerine düşeni yerine getirdikten sonra meyvelerini
yemenizi helâl kılmamıştır."
Savaşlarından birinde saflar arasında
öldürülmüş çocuk cesetleri Peygamberimize gösterildi.
Büyük bir üzüntüye kapıldı, bunun üzerine bazıları,
"Niye üzülüyorsun, ya Resulallah, bunlar müşriklerin
çocukları değil mi? "Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- bu sözlere öfkelendi ve "Bu da ne
demek? Bunlar sizden daha iyidirler, çünkü bunlar islâm fıtratı
üzeredirler. Hem sizler de müşriklerin çocukları
değil misiniz? Sakın çocukları öldürmeyesiniz...
Sakın çocukları öldürmeyesiniz..." dedi.
Peygamberimizden sonra yerine geçen Halifeler de
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu direktifleri
doğrultusunda hareket ettiler.
İmam Malik, Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı olsun-
şöyle dediğini rivayet eder: "Kendilerini Allah'a
adadıklarını sanan Araplar'la
karşılaşacaksınız. Onları kendi
hallerine bırakın. Kadınları, çocukları,
kocamış ihtiyarları öldürmeyin."
Zeyd b. Vehb, Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun-
kendilerine bir mektup gönderdiğini ve mektupta
şunların yazıldığını
anlatır: "Aşırı gitmeyin,
haksızlık etmeyin, çocukları öldürmeyin,
çiftçiler konusunda Allah'dan korkun."
Şunları da o tavsiye etmiştir:
"İhtiyarları, kadınları ve çocukları
öldürmeyin. İki ordu birbirine girdiği zaman
baskınlar düzenlendiği zaman bunları öldürmemeye
dikkat edin."
Düşmanlarla giriştiği savaşlarda,
sergilediği örnek davranışlara ve insanın
saygınlığını gözetmesine ilişkin
islâm hareket metodunun düzeyini gayet açık bir
şekilde ortaya koyan genel hareket çizgisine ilişkin bu
tür haberler elinizde çokçadır. İslâmın,
savaşı; kula kulluktan kurtulup tek ve ortaksız
Allah'a kul olmak isteyen insanlara engel olan maddi güçlere
özgü kılması, kendi düşmanlarına
karşı bile son derece yumuşak davranması bu
dinin yükseldiği yüce ufukları göstermektedir.
Sertlik ise savaşta gerekli olan haşmet ve
katılıktır. Kesinlikle çocuklara, yaşlılara
düşkünlere karşı vahşi ve saldırgan
olmak anlamında değildir. Günümüzde uygar olduklarını
iddia eden barbarların yaptıkları gibi, düşmanların
cesetlerini, uzuvlarını kesmek, parçalamak değildir.
İslâm, savaşmayanların korunmasına,
ayrıca savaşçıların
insanlıklarının da dokunulmazlığına
ilişkin birçok emir ve hüküm içermektedir. Sertlikten
maksat, savaşın çığırından çıkmasını
önleyen savaşa bir ciddilik kazandıran görkemdir,
kararlılıktır. Defalarca ve üzerine basa basa
merhametli ve yumuşak olmakla emrolunan bir toplum için
böyle bir emir zorunluydu. Düşmana azap etmeden,
uzuvlarını kesmeden ve işkence etmeden savaş
durumunun gerektirdiği kadar, savaş anında sert
davranmak bu yüzden istisna edilmiştir.
Münafıklardan uzunca söz eden bu sure bitmek üzereyken,
münafıkların Allah'ın ayetlerini nasıl
algıladıklarını, görünüşte kabul
ettikleri inancın onlara yüklediği sorumlulukları
ne şekilde karşıladıklarını tasvir
eden ayetler yer alıyor. Öte yandan mü'minlerin bir
portresi ve Kur'an'ı algılayışları gözler
önüne seriliyor.
|
|
O |
|
O |
|