uyaracak grubun
kimliğine ilişkin birçok rivayet vardır. Bize göre
ayeti şu şekilde yorumlamak en doğrusudur: Mü'minler
hep birlikte seferberliğe katılacak değildirler.
Her topluluktan birer grup katılacaktır. Ama sefere çıkanlarla,
geride kalanlar, bu işi dönüşümlü yapacaklardır.
Savaşa çıkan grup, seferberlik, yolculuk, cihad ve bu
inanç uyarınca harekete geçme sayesinde dinin özünü
kavrayacak, döndüğü zaman da, cihad ve hareket esnasında
bu dinin özüne ilişkin gördüğü ve kavradığı
gerçeklerle kavminden geride kalanları uyaracak, onlara bu
gerçekleri anlatacaktır.
Bizi bu sonuca götüren etken -bu görüş temelde,
İbn-i Abbas'ın yorumuna, Hasan Basri'nin tefsirine,
İbn-i Cerir'in tercihine ve İbn-i Kesir'in görüşüne
dayanmaktadır- bu dinin harekete dönük bir hayat sistemi
oluşudur. Bu dinin özünü, onunla birlikte hareket
etmeyenler kavrayamaz. Dolayısıyla bu din uğruna
cihad edenler, insanlar arasında bu dinin özünü en iyi
şekilde kavrama imkânına sahip kimselerdir. Çünkü bu
dinle birlikte, hareket esnasında dinin sırları ve
derin anlamları ortaya çıkar. Olağanüstü olayları
ve pratik uygulamaları gözleriyle görürler. Geride
kalanlara gelince, bunlar harekete katılanlara başvurmak
zorundadırlar. Çünkü savaşa çıkanların gördükleri
gerçekleri görmemişlerdir. Onların
kavradığı gibi kavrayamamışlardır
dinin özünü. Bu dinle birlikte harekete geçenlerin farkına
vardıkları sırları görememişlerdir.
Özellikle sefere çıkanlar arasında Allah'ın
Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bulunuyorsa... Genel
olarak savaşa çıkma, dini anlamanın ve dinin
özünü kavramanın en uygun yoludur.
Bu görüş, ilk başta akla gelen seferden, cihattan
ve hareketten geri kalanların dinin özünü kavramak üzere
ayrıldıkları düşüncesine ters gelebilir. Ama
savaştan geri kalanların, dinin özünü kavramak üzere
ayrıldıkları düşüncesi dayanaksız bir
kuruntudur. Bu dinin tabiatına terstir. Bu dinin
dayanağı harekettir. Bu yüzden, onunla birlikte hareket
eden insanların pratik hayatına onu egemen kılmak için
cihad eden, yaşamaya dönük hareket aracılığı
ile, cahiliyeye karşı üstünlük sağlayandan
başkası bu dinin özünü kavrayamaz.
Deneyimler kanıtlamıştır ki, bu dinle
birlikte harekete geçmeyenler, bu dini harekete dönük bir
sistem olarak yaşamayanlar, uzun süre kitaplar arasında
donuk incelemeler ve araştırmalarla uğraşsalar
bile, dinin özüne ilişkin olarak hiçbir şey
kavrayamazlar. Gerçekleri gün yüzüne çıkaran
aydınlık, bu dini insanların hayatına egemen
kılmak için hareket eden, cihad hareketine katılan
kimselere görünebilir. Kitapların safları
arasında boğularak incelemeye girişenlere
değil.
Bu dinin fıkhı, ancak hareket yurdunda ortaya çıkabilir,
gelişebilir. Dinin özü, harekete dönük bir hayat biçimi
olarak yaşaması gerekirken, yerinde oturan bir
fıkıhçıdan alınamaz, öğrenilemez. Günümüzde
islâm fıkhını, "yenilemek" ya da -Haçlı
oryantalistlerin dediği gibi- "geliştirmek"
amacıyla fıkhi hükümler çıkarmak için kitapların,
sayfaların arasında incelemeye dalanlar... Evet
insanları kula kulluktan kurtarmaktan ve sadece Allah'ın
şeriatını egemen kılmak ve
tağutların yasalarını hayattan
uzaklaştırmak suretiyle, insanları Allah'a kul
yapmayı hedefleyen hareketten çok uzak olan bu adamlar, bu
dinin tabiatını kavrayamazlar. Bu yüzden, dinin fıkhını
düzenlemeleri ve fıkhi kurallar koymaları doğru
değildir.
İslâm fıkhi, islâmi hareketin ürünüdür: Önce
din ortaya çıkmış, sonra fıkıh... Bunun
tersi kesinlikle doğru değildir. Önce tek başına
Allah'a boyun eğme olayı gerçekleşmiştir...
Önce sadece Allah'a itaat edilmesi gerektiğini kabul eden,
cahiliye yasalarını, gelenek ve göreneklerini bir
kenara bırakan, insan aklının ürünü yasaların
hayatın herhangi bir yönüne egemen olmasına imkân
vermeyen bir toplum oluşmuştur. Sonra bu toplum,
şeriatın özünden kaynaklanan ayrıntılara
ilişkin hükümlerin yanında, şeriatın genel
ilkeleri doğrultusunda pratik olarak yaşamaya
başlamıştır. Bu toplum, Allah'ın tek ve
ortaksız egemenliğinin öngördüğü şekilde,
sadece O'nun şeriatını hayata geçirmek, yani O'nun
dininin egemenliğini gerçekleştirmek için pratik hayatını
sürdürürken, pratik hayatında yenilenen durumların
etkisiyle ortaya çıkan ayrıntıya ilişkin
sorunlarla da karşılaşmıştır.
İşte sadece bundan dolayı fıkhi hükümler çıkarmaya
çalışmıştır. İslâm fıkhının
gelişmesi bu noktadan başlamıştır.
İşte bu fıkhı ortaya çıkaran etken, bu
dinle birlikte hareket etme olayıdır. Gelişmeyi
sağlayan bu harekettir. Bu fıkıh, hiçbir zaman
pratik hayatın sıcaklığından uzak bir
şekilde donuk sayfalar arasından çıkarılan
bir fıkıh olmamıştır. Bu yüzden, dinin
özünü kavramış fıkıhçıların
oluşturdukları fıkıh; onların bu dinle
birlikte hareket etmelerinin ve bu dini yaşayan ve onun
uğruna cihad eden, pratik hayatın hareketi ile ortaya çıkarak,
fıkhı uygulayan canlı müslüman toplumun pratik
hayatı ile içiçe oluşlarının ürünüdür.
Peki bugün durum nasıldır?.. Allah'ın tek ve
ortaksız egemenliğini ilan eden herhangi bir kulun
egemenliğini fiilen reddeden, Allah'ın
şeriatını yasa edinen ve bu yetkili kaynaktan
gelmeyen tüm yetkisiz yasaları pratik olarak reddeden o müslüman
toplum nerede?..
Hiç kimse bu toplumun şu anda var olduğunu iddia
edemez. Bunun için islâmi bilen, daha baştan bu
fıkhın hayatına yön veren tek yasa olması
gerektiğini kabul etmeyen toplumların içinde yaşarken,
islâm fıkhını geliştirmeye ya da "yenilemeye"
veya "çağdaşlaştırmaya" yeltenemez.
Ciddi bir müslüman öncelikle, sadece Allah'a itaat edilmesini,
O'nun dininin egemen olmasını sağlamaya çalışır.
Hakimiyet Allah'a itaat edilmesini sağlamak için yasama ve
kanun koymanın sırf O'nun şeriatından
kaynaklanmasını gerçekleştirmeye çalışır.
Bazı kimselerin islâm fıkhını uygulayan,
hayatlarını bu fıkha dayandırmayan bir
toplumda, islam fıkhının gelişmesinin ya da
"yenilenmesi" yahut "çağdaşlaşması"
ile uğraşmaları bu dinin ciddiyetine
yakışmayan boş ve komik bir çabadır.
Aynı şekilde bir insanın yerinde oturup soğuk
kitap ve sayfalar arasında kaybolup, donuk fıkhi
kalıplardan fıkhi kurallar edinmek suretiyle dinin
özünü kavrayacağı düşüncesinde olması da,
bu dinin tabiatını bilmemesinin yüz kızartıcı
ifadesidir. Çünkü islâm, yoluna devam eden hayatın
akışına egemen olmadıkça ve realite dünyasında
bu din ile birlikte hareket edilmedikçe, şeriattan
fıkhi kurallar çıkarmak mümkün olmayacaktır.
İslâm toplumunu doğuran etken, Allah'ın dinini
din edinme ve sadece O'nun dinini hükümran kılma
olayıdır. İslâm toplumu da, "İslâm fıkhını"
oluşturmuştur. Bu sıralama kaçınılmazdır.
Sadece Allah'a itaat etmenin, O'nun dinini hükümran kılmanın
ortaya çıkardığı ve sırf Allah'ın
şeriatını uygulamaya kararlı bir müslüman
toplumun varlığı kaçınılmazdır.
Bundan sonra -ama kesinlikle önce değil- kendisini ortaya çıkaran
toplumun boyuna göre, ayrıntılı bir islâm fıkhı
oluşur. Ama kesinlikle önceden hazırlanmış
bir "giysi" olarak değil. Çünkü her fıkhi hüküm
-tabiatı itibariyle- genel şeriatın, belli bir
oranda, belli bir kalıpta ve belli koşullarda pratik
durumlara uygulanışının
kurallaşmış ifadesidir. Bu durumları islâm
çerçevesinde -uzağında değil- ortaya çıkaran
oranını, şeklini ve koşullarını
belirleyen hayatın akışıdır. Bunun için
derhal bu durumların "boyuna" uygun, "ayrıntılı"
hüküm belirlenir. Kitapların sayfaları arasındaki
kalıplaşmış hükümlere gelince, bunlar,
pratik olarak islâm şeriatının egemenliği
esasına dayalı olarak süren islâmi hayatın
varolduğu dönemlerde ortaya çıkan belli durumlar için
belirlenmiş, ayrıntılı biçimde konulmuş
kurallardır. Ortaya çıktıkları dönemde donuk
ve "kalıplaşmış" kurallar
değildiler. O zaman canlı ve hayat dolu kurallardı
bunlar. Bizim de karşımıza çıkan yeni
durumlar için ayrıntılı kurallar belirlememiz
gerekir, ama bundan önce, toplumsal yasalarına Allah'dan
başkasına boyun eğmeyen, yasamaya ilişkin hükümleri
sırf O'nun şeriatından edinen müslüman bir
toplumun varlığı şarttır...
Ancak bu şekilde uğraşırlar; ciddi ve sonuç
alıcı, dolayısıyla da bu dinin
ciddiliğine yakışır olabilir. Bunun için yapılır
basiretleri açan ve dinin özünü işte bu amaç doğrultusunda,
basireti açan ve dinin özünü gerçek anlamda kavramayı
sağlayan cihad yapılır. Bunun
dışındaki tüm uğraşılar, bu dinin
önünde ters, komik ve boş uğraşılardır.
Bu uğraşılar, "islâm fıkhını
yenileme" ya da "geliştirme" maskesi
altında, gerçek cihad yükümlülüğünden kaçmanın
belirtisidir. Oysa zayıflığı ve eksikliği
itiraf etmek, geride kalıp oturanlarla birlikte cihada çıkmamakla
işlenen günah için, Allah'dan bağışlanma
dilemek böyle bir kaçıştan daha iyidir.
Bundan sonra ayet, cihad hareketinin stratejisini ve boyutunu
belirlemeye koyuluyor. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- ve bütün halifeler bu strateji ve bu boyuta
göre hareket etmişlerdir. Birtakım pratik gereklerin
ortaya çıkardığı durumların
dışında bunlardan
ayrılmamışlardır: