Bu davayı ve bu hareketi ayakta tutanlar Medineliler'dir.
Bu davanın en yakınları onlardır. Onlar bu
dava ile vardırlar ve onun için vardırlar. Hz.
Peygamber'i -salât ve selâm üzerine olsun- barındıran,
ona bağlılık andı içenler onlardır.
Yarımada'daki toplumda, bu dinin sağlam temeli
onların varlığında somutlaşmaktadır.
Medine'nin çevresinde yer alıp, da müslüman olmuş
kabileler de öyle... Onlar da temelin dış destekleri
konumundadırlar. Bu yüzden bunlar ve onlar herhangi bir
eylemde, peygamberden geri kalamazlar. Kendilerini ona tercih
edemezler. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ister sıcakta,
ister soğukta, ister zorlukta, ister rahatlıkta, ister
kolaylıkta, ister sıkıntıda olsun, ne zaman
sefere çıkarsa çıksın, bu davanın onlara yüklediği
sorumlulukları ve zorlukları seve seve yüklenmelidirler.
Çünkü bu davaya gönül vermiş Medineliler'in ve
çevrelerindeki taşralı Araplar'ın Hz. Peygamberin
yakınında yer aldıkları halde, Hz. Peygamberin
katlandığı herhangi bir şeyi kendileri için
daha çok istemeleri gerektiğini bilmemekte mazur
sayılamazlar.
Bu nedenle onlar, Allah'dan korkmaları ve seferden geri
kalmayan, geri kalma düşüncesini akıllarına bile
getirmeyen, zor anlarda imanları sarsılmayan ve
yalpalamayan doğrularla beraber olmaları çağrısı
yapılıyor. Bunlar öncü kimselerden ve güzel güzel
onları izleyenlerden oluşan seçkin bir topluluktur!
"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla,
gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz."
Bu çağrıdan sonra ayetlerin akışı,
Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun çıktığı
seferden geri kalma olayının, temelden hoş
karşılanmayacak bir davranış olduğunu
vurgulayarak sürüyor.
"Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan
Bedeviler'e, savaşta Peygamberden geri kalmak ve kendi
canlarının kaygısını onun
canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz."
İfadede gizli bir azarlama var. Peygamberle birlikte
bulunan birine, "Bu adam kendini peygambere tercih ediyor,
onunla beraber ve onun arkadaşı olduğu halde, kendi
can kaygısını peygamberin can
kaygısının önüne çıkarıyor"
denmesinden daha etkin, daha acı bir azar olabilir mi?
Bu ifade ayni zamanda, her nesilden bu davaya
bağlananları aynı noktada birleştirmektedir.
Çünkü hiçbir mü'min, Hz. Peygamber'in göğüs gerdiği
ve katlandığı bir şeye göğüs germekten,
ona katlanmaktan kaçınamaz. Bu davaya mensup olduğunu
iddia etmesine ve Hz. Peygamberi örnek aldığını
ileri sürmesine rağmen, Hz. Peygamber'in
katlandığı hiçbir zorluktan kaçınmak olacak
iş değildir. Bu, mü'min olma iddiası ile çelişmektir.
Bu, yüce Allah'dan gelen emrin gereği olmakla birlikte,
Hz. Peygamber'den duyulan hayatın gerektirdiği bir görevdir
de. Üstelik bu görevi yerine getirmenin mükafatı da,
bitmez-tükenmez bir mükafattır.
"Çünkü Allah yolunda çekecekleri her susuzluk,
katlanacakları her yorgunluk,
karşılaşacakları her açlık, kâfirleri
öfkelendirecek herbir karış toprağa ayak
basmaları, düşmanın zararına
kazanacakları her tür başarı
karşılığında mutlaka hesaplarına iyi
bir amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler
yapanları ödülsüz bırakmaz."
"Yaptıkları küçük büyük bütün maddi
harcamalar ve aştıkları her vadi, mutlaka
hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri
iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin."
Çekilen susuzluğa, katlanılan açlığa,
karşılaşılan yorgunluğa ve kâfirlerin
öfkesini çeken her adıma mükafat vardır. Düşmana
karşı kazanılan her başarı
ödüllendirilecektir. Bütün bunlar, mücahid için iyi amel
olarak yazılır hesaba. Yüce Allah, iyilik severlerin
hesabına geçer bunları. Ve O, iyilik yapanları
ödülsüz bırakmaz.
Yapılan küçük büyük bütün maddi harcamalar karşılık
görecektir. Vadiler aşmak için atılan her adım, mücahidin
hayatta işlediği en iyi amelin
karşılığı gibi ödüllendirilecektir.
Dikkat edin! Allah'a andolsun ki, yüce Allah bize sınırsız
bağışta bulunuyor. Andolsun ki, verilen ödülde
büyük bir hoşgörü ve sınırsız bir
bağış vardır. Bütün bu sınırsız
bağışların, bu büyük ödüllerin, bizim
üstlendiğimiz ve bize emanet edilen bu dava uğruna
Peygamberimizin katlandığı zorlukların
yanında, son derece küçük kalan zorluklara karşılık
olması insanı utandırıyor.
Bu surede, seferden geri kalanları kınayan ayetlerin
inmesi; geride kalanların özellikle dev Medineli ve
çevredeki Bedevi kabilelerine mensup kişilerin
azarlanması üzerine müslümanların, özellikle
Medine'yi çevreleyen, kabilelerin, Peygamberimizin işaretine
anında cevap vermek için Medine'ye birikmeye başladıkları
anlaşılıyor. Bu durum, pratik açıdan açıklamaya
uygun bir zamanda, genel seferberliğin
sınırlarını belirlemeyi gerektirmiştir.
Artık islâm toprakları genişlemiştir. Arap
Yarımadası nerdeyse tümden islâmın
egemenliğine girmiştir. Cihada çıkmaya gücü
yeten insanların sayısı artmıştır.
Tebük seferinde, bütün geride kalanlara rağmen
sayıları otuzbine varmıştı. Daha önce
müslümanların çıktığı hiçbir seferde
bu kadar insan biraraya gelmemişti. Artık
uğraşıları, cihad, yeryüzünü kalkındırmak,
ticaret ve henüz ortaya çıkmış bulunan ümmeti
ayakta tutacak diğer hayat sorunları arsında bölüştürmenin
zamanı gelmiştir. Bu ümmet, basit kabileciliğin
isteklerini aşmıştır. Artık ilkel kabile
toplumunun ihtiyaç duyduğu şeylere ihtiyaç duymamaktadır.
İşte aşağıdaki ayet, bu
sınırları gayet açık bir şekilde gözler
önüne sermektedir: