O |
Tevbe
|
O |
|
117- Allah, Peygamber'in ve o zor anda onun peşinden giden
muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada
onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine
gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul
etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli
ve merhametlidir.
118- Allah, hükümleri ertelenen o üç kişinin de
tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine
rağmen onlara dar geldi, can
sıkıntısından patlayacak gibi oldular,
Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan
başka bir çıkar yolu olmadığını
anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini
kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah,
tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir.
Yüce Allah'ın Peygamberinin -salât ve selâm üzerine
olsun- tevbesini kabul etmesi olayı, savaşta başgösteren
olaylar bir bütün olarak ele alındığı zaman
anlaşılabilir. Bu konunun, geçen ayetlerde yüce Allah'ın
peygamberine açıkladığı olayla ilgili
olduğu ortadadır: "Allah
affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri belli oluncaya ve
kimlerin yalancı olduklarını belirleyinceye kadar
onlara niçin izin verdin."
Bu durum, birtakım kimselerin basit mazeretler ileri sürerek
savaşa katılmama konusunda Peygamberimizden izin
istemeleri, Peygamberimizin de izin vermesi üzerine gerçekleşmişti.
Kuşkusuz yüce Allah, Peygamberimizi -salât ve selâm
üzerine olsun- bu içtihadından dolayı affediyor. Ama,
özür bildirirken doğru söyleyenler ile yanıltıcı
açıklamalar getiren yalancıların açığa
çıkması için, bir süre beklemenin daha doğru
olacağı uyarısında da bulunuyor.
Ele aldığımız bu ayette, işaret edilen
yüce Allah'ın Muhacir ve Ensar'ın tevbesini kabul
etmesine gelince, "O zor anda onun peşinden giden
Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada
onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine
gelmişti." İleride açıklayacağımız
gibi bunlardan bazısı savaşa çıkma konusunda
ağır davranmış, ama sonra kafileye
katılmıştı.. Bunlar samimi mü'minlerdendiler.
Bazısı da, Bizansla karşılaşmanın
korkusuyla sarsılan münafıklara aldanmış,
fakat yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmış
ve böylece tereddütlerini yenip yola devam etmişlerdi.
Yüce Allah'ın, "zor
an" olarak
nitelendirdiği o ortamı yeniden yaşamamış
için, savaşta yaşanan bazı koşulları ve
başgösteren tepkilerin ve bazı
davranışların mahiyetini kavramamız için, bir
zorunluluktur bu. (Bunları, İbn-i Hişam'ın
siretinden, Makrizi'nin `İmta'el-Esma" adlı
kitabından, İbn-i Kesir'in, "El Bidaye ven-Nihaye"
adlı eserinden, yine İbn-i Kesir'in tefsirinden
özetleyeceğiz.)
"Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram
saymayan ve gerçek dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile,
size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek
savaşınız" ayeti inince Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına Bizans ile
savaşmaya hazırlanmaları emrini verdi. (Bizans ile
müslümanların karşı karşıya gelmeleri
bu ayetlerin inişinden önce Mute savaşında gerçekleştiği
düşünülebilir. Ancak Kur'an'ın en son inen
kısmında yeralan bu emir, sürekli ve değişmez
bir stratejiyi belirginleştirmektedir). Bu emir, müslümanların
son derece zor anlar yaşadıkları bir döneme
rastlamıştı. Dayanılmaz bir sıcaklık
vardı. Kurak bir mevsim geçiriyorlardı. Meyvelerin
olgunlaşmaya başladığı bir dönemdi bu.
Halk, meyvelerinin başında ve gölgesinde durmayı
istiyordu. O zaman içinde bulundukları durumun
dışında bir şeyle
karşılaşmayı istemiyorlardı. O zamana
kadar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- herhangi bir
savaşa çıkacağı zaman bunu açıkça
belirtmezdi. Tasarladığı hedefin
dışında bir yöne gideceğini haber verirdi.
Fakat Tebük seferinde böyle yapmadı. Çekilecek sıkıntıların
ağırlığından ve zor bir ana denk
gelmesinden, ayrıca karşı çıkılan düşmanın
kalabalık oluşundan dolayı nereyi
hedeflediğini müslümanlara açıkça söyledi.
Müslümanların buna göre hazırlık
yapmalarını istiyordu. Dolayısıyla müslümanlara
savaş için gerekli araç ve gereçleri hazırlamalarını
emretti ve Bizansla savaşmaya çıkılacağını
haber verdi.
Bazı münafıklar Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- gelerek, Bizans kızlarının
çekiciliğinin kendilerini baştan çıkaracağından
korktuklarını, bu yüzden savaşa çıkmama
konusunda izin istediklerini belirttiler. Peygamberimiz de izin
verdi onlara. İşte bunun için, yüce Allah peygamberini
azarladığı, fakat bu cihadından dolayı
affettiği ayetini indirdi: "Allah affetsin seni.
Kimlerin doğru söyledikleri belli oluncaya ve kimlerin
yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara niçin
izin verdin?"
O sıralarda münafıkların bazısı
bazısına, cihadı küçümsemek, gerçek etrafında
kuşkular meydana getirmek ve Peygamber'e -salât ve selâm
üzerine olsun olan bağlılığı sarsmak
amacıyla şöyle diyordu: "Sıcakta savaşa
çıkmayın". Bunun üzerine yüce Allah, onlar hakkında
şu ayeti indirdi:
"Bu sıcakta sefere çıkmayın; dediler.
Onlara, "cehennem ateşi bundan daha sıcaktır"
de. Keşki bunu kavrayabilselerdi."
"Yaptıklarının
karşılığı olarak bundan böyle az gülüp
çok ağlasınlar."
Münafıklardan bir grubun Süveylim adlı yahudinin
evinde toplandıkları ve Tebük savaşı
konusunda müslümanları peygambere uymaktan vazgeçirmeye
çalıştıkları haberi Peygamberimize
ulaşınca, Peygamberimiz; Talha b. Ubeydullah'ı
bazı arkadaşlarıyla birlikte Süveylim'in evini
yakmak ve başlarına yıkmak üzere gönderdi. Talha
söylenenleri yaptı. Dahhak b. Halife evin arka
duvarından atlayıp ayağını
kırdı. Arkadaşları da atlayıp
canlarını kurtardılar. Daha sonra Dahhak bu
yaptığından pişmanlık duyup tevbe etti.
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- savaşa
çıkma konusunda kararlı olduğunu gösterdi ve
müslümanlara silah ve mühimmatlarını
hazırlamalarını ve çabuk davranmalarını
emretti. Zenginleri, binek hayvanı bulamayan mücahidlere
binek hayvanı temin etmeye ve mali harcamada bulunmaya
teşvik etti. Bazı zenginler,
karşılığı Allah katında bulmak
üzere, bineksiz mücahidlerin donatımın üstlendiler.
Karşılığını Allah'dan bekleyerek
malı harcamada bulunanların başında Hz. Osman
-Allah ondan razı olsun- geliyordu. O gün büyük bir meblağ
para harcamıştı. Hiç kimse onun kadar harcamada
bulunmamıştı. İbn-i Hişam diyor ki: Güvendiğim
bir adam, Hz. Osman'ın Tebük savaşı için, o zor
zamanda hazırlanan ordu için, bin dinar harcadığını
ve bunun üzerine Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- "Allah'ım Osman'dan razı ol. Çünkü ben
ondan razıyım" dediğini anlattı. Abdullah
b. Ahmed babasına ait hadis kitabında, Abdurrahman b.
Habbab, Es-Sulemi'ye dayanarak şöyle rivayet eder: "Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun müslümanlara hitap etti ve
onları zorluk (Tebük) ordusuna yardım etmeye
teşvik etti. Bunun üzerine Osman b. Affan -Allah ondan razı
olsun- kalktı ve, "Benden tam teçhizatlı yüz deve"
dedi. Sonra Peygamberimiz üzerinde konuştuğu minberden
bir basamak indi ve tekrar müslümanları yardıma çağırdı.
Hz. Osman, "Benden tam teçhizatlı yüz deve daha"
dedi. Bunun üzerine baktım ki, Peygamberimiz ellerini
şu şekilde hareket ettirerek, (Bunu anlatırken Abdüssamet,
hayret eden birisi gibi ellerini açtı)"
"Bundan sonra ne yaparsa yapsın, sorumluluk yoktur
Osman'a" dedi.
Beyhaki, Ömer b. Merzuk kanalıyla Seken b.
Muğire'den bu hadisi rivayet eder ve Hz. Osman'ın üç
kere tam teçhizatlı yüz deve vermeyi taahhüt ettiğini
kaydeder.
İbn-i Cerir, Yalıya b. Ebu Kesir ve Said
kanalıyla Katade'den, İbn-i Ebu Hatem de Hakem b. Eban
kanalıyla İkrime'den -farklı ifadelerle- şöyle
rivayet ederler: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Tebük savaşı için müslümanları mali
yardımda bulunmaya çağırdı. Abdurrahman b.
Avf -Allah ondan razı olsun- dört bin dirhem getirdi ve
"Ya Resulallah, bütün malım sekiz bin dirhemdir.
Yarısını getirdim, yarısını da
bıraktım" dedi. Peygamberimiz, "Allah
getirdiğine de bıraktığına da bereket
versin" dedi. Ebu Ukeyl de bir ölçek hurma getirdi ve
"Ya Resulallah iki ölçek hurma geçti elime, bir ölçeğini
Rabbime, birini de aileme veriyorum" dedi. Bunun üzerine
münafıklar: `İbn-i Avf'ın verdiği riyadan
başka bir şey değildir" diye hakkında
dedikodu yaptılar ve "Allah ve peygamberi bu adamın
bir ölçek hurmasına mı muhtaçtır?'
dediler."
Başka rivayetlerde de münafıkların Ebu Ukeyl
hakkında, (Ebu Ukeyl karşılığında
iki ölçek hurma almak üzere bir yahudinin yanında çalışmış,
aldığı iki ölçekten birini Peygamberimize getirmişti)
"İnsanların kendisini övmesi için böyle yaptı"
dedikleri anlatılır.
Sonra Ensar'dan ve başka müslümanlardan oluşan yedi
kişilik bir grup ağlayarak Peygamberimizin yanına
geldiler ve kendilerini savaş alanına götürecek binek
hayvanı vermesini istediler. Bunlar fakir kimselerdi.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizi
bindirecek hayvan bulamıyorum" dedi. Onlar da savaş
hazarlığı için harcayacak bir şey
bulamamanın üzüntüsünden gözyaşı dökerek geri
döndüler.
İbn-i İshak diyor ki; Bana ulaşan haberlere göre,
İbn-i Yamin b. Umeyr b. Ka'b en-Nadri savaşa gidememenin
üzüntüsüyle ağlayan yedi kişi arasında yeralan
Ebu Leyla Abdurrahman b. Ka'b ve Abdullah b. Mağfille
karşılaşıp onların
ağladıklarını görünce, "Niye ağlıyorsunuz?"
dedi. Onlar da, "Resulullah'ın yanına geldik ve
bizi taşıyacak bir binek hayvanı yoktu. Bizim de
onunla birlikte sefere çıkacak gücümüz yok" dediler.
Bunun üzerine İbn-i Yamin b. Umeyr b. Ka'b en Nadri
kendisine ait su taşıma işinde kullanılan bir
deveyi onlara verdi. Böylece onları yolcu etmiş oldu.
Ayrıca onlara biraz hurma da verdi. Onlar da Peygamberimizle
birlikte sefere çıktılar.
Yunus b. Bukeyr, İbn-i İshak'a dayanarak bu konuda
şunları da anlatmaktadır: Savaşa çıkamayacaklarına
ağlayan yedi kişiden biri olan Ulbe b. Zeyd ise,
geceleyin kalktı ve Allah'ın dilediği kadar namaz
kıldı. Sonra da ağlamaya başladı ve
"Allah'ın cihadı sen emrettin, ona teşvik
ettin. Sonra da bana cihad edebileceğim bir güç bahşetmedin.
Peygamberine de beni savaşa götürecek bir şey
vermedin. Ben yaşadığım sürece elime geçen
malı, bedenimi ve eşyalarımı müslümanlara adıyorum"
dedi. Sonra halkla birlikte sabahladı. Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- "Bu gece kendini adayan
nerde?" dedi. Kimseden ses çıkmadı. Sonra tekrar,
"Kendini adayan nerde, kalksın" dedi. Ulbe
kalkıp yanına gitti ve bu gece kendisini
adadığını anlattı. Bunun üzerine
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Müjdeler
olsun. Beni kontrolünde tutan Allah'a andolsun ki, sana kabul
olunmuş bir zekâtın sevabı yazıldı"
dedi.
Daha sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
beraberindekilerle birlikte sefere çıktı. Müslümanların
sayısı Medinedekiler'den ve çevredeki taşralı
Arap kabilelerinden oluşan otuzbin kişiydi. Bu
sırada herhangi bir kuşkudan ya da şüpheden
kaynaklanmaksızın bazı müslümanlarda, ağır
davranma emareleri başgösterdi. Bunlar arasında, Ka'b
b. Malik, Mürare b. Rebi, Hilal b. Ümeyye (Bu üç kişinin
öyküsü ileride ayrıntılı olarak
anlatılacaktır.) Ebu Hayseme ve Umeyr b. Vehb el-Cumehi
yer alıyordu. Peygamberimiz karargâhını, seniyetul
veda (Veda tepesi) denilen yerde kurdu. Abdullah b. Übey de daha
aşağılarda bir yerde kurdu karargâhını.
İbn-i İshak diyor ki, bunların sayısı
sanıldığı gibi az değildi... Ne var ki,
başka rivayetler, fiilen ordudan geri kalanların
sayısı yüzün altındaydı demektedirler.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- harekete geçince,
Abdullah b. Ubey, münafık ve içlerinde islâma karşı
bulunan kimselerden oluşan yandaşlarıyla birlikte
ordudan ayrılıp Medine'de kaldı.
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yoluna
devam etti. Bu arada zaman zaman bazı adamlar ordudan
ayrılıp geride kalıyor, müslümanlar da,
"Falan adam geride kaldı, ey Allah'ın
peygamberi" diyordu. Peygamberimiz ise,
"Bırakın onu, eğer onda bir iyilik varsa,
Allah onu size kavuşturur, kendisinde bir iyilik yoksa, Allah
sizi ondan kurtarmış olur" diyordu. Nihayet,
"Ey Allah'ın peygamberi, Ebu Zer geride kaldı,
devesi yavaşladı" dediler. Bunun üzerine
Peygamberimiz, "Bırakın onu, eğer onda bir
iyilik varsa, Allah onu size kavuşturur, kendisinde bir
iyilik yoksa, Allah sizi ondan kurtarmış olur"
dedi. Ebu Zer devesini yürütmeye çalışıyordu.
Yavaşladığını görünce, eşyalarını
alıp sırtları ve Peygamberimizin izinde yol almaya
başladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
bir yerde konaklamıştı. O sırada müslümanlardan
etrafına bakınan biri, "Ya Resulallah bir adam tek
başına yol alıyor" dedi. Bunun üzerine
Peygamberimiz, "Bu Ebu Zer olmasın?" dedi. Müslümanlar
iyice bakınca, "Evet ey Allah'ın peygamberi.
Allah'a andolsun ki, bu Ebu Zerin kendisidir" dediler.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Allah Ebu
Zer'e rahmet etsin, yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız
dirilir" buyurdu.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- birkaç gün
yol aldıktan sonra, Ebu Hayseme sıcak bir günde
ailesinin yanına geri döndü. İki
karısının kendisine ait bahçenin içinde
gölgeliklerinde oturduklarını, herbirinin gölgeliğine
su serptiğini, kendisine soğuk su ve yemek
hazırladığını gördü. Bahçeye girdiğinde
gölgeliğin kapısında dikildi, iki
karısına ve yaptıklarına baktı.
Ardından, "Allah'ın peygamberi güneşin
altında, rüzgâr ve sıcakla yol alırken, Ebu
Hayseme serin gölgede kendisi için hazırlanmış
yiyeceklerin yanında, güzel karıları ile birlikte
oturacak! İnsaf değil bu!" dedi. Sonra,
"Allah'a andolsun ki, Resulallahın ordusuna
katılmadan hiçbirinizin gölgeliğine girmeyeceğim,
çabuk bana yol azığı hazırlayın"
dedi. Onlar da dediğini yaptılar. Sonra devesini getirip
yolculuğa hazırlandı. Peygamberimizin ardından
yetişmeye çalıştı. Peygamberimiz Tebük'e
varmak üzereyken ona yetişti. Yolda, Peygamberimize
yetişmeye çalışan Umeyr b. Vehb el-Umehiye
rastlamış ve onunla birlikte yol
almışlardı. Tebük_'e yaklaştıklàrında,
Ebu Hayseme Umeyr b. Vehbe şöyle dedi: "Ben bir günah
işledim, peygamberin yanına gidene kadar arkamda kalsan
ne olur." Umeyr, bu teklifini kabul etti. Peygamberimiz Tebük'te
konaklamak üzereyken, Ebu Hayseme ona yetişti. O sırada
müslümanlar, "Yolda bir süvari yaklaşmaktadır"
dediler. Peygamberimiz, "Ebu Hayseme olmasın?"
dedi. Müslümanlar; `Allah'a andolsun ki, ya Resulallah, bu Ebu
Hayseme'dir" dediler. Ebu Hayseme devesini yatırarak
gelip Peygamber'e selam verince, Peygamberimiz, -salât ve selâm
üzerine olsun- "Yazıklar olsun sana ey Ebu
Hayseme" dedi. Sonra Ebu Hayseme Peygamberimize
yaptığını anlattı. Bunun üzerine
Peygamberimiz ona -Allah ondan razı olsun- "peki"
dedi ve hayır duada bulundu.
İbn-i İshak diyor ki, aralarında Avf b. Amrin
kardeşi Vedia b. Sabit, Beni Seleme kabilesinin müttefiki Eşca'
kabilesinden Mahşen b. Humeyr (İbn-i Hişam bu adama
Huhşa dendiğini kaydeder) de bulunan bir grup Tebük'e
doğru yol alan Peygamberimizi göstererek birbirlerine şöyle
diyorlardı: "Bizans şövalyeleri ile olacak savaşı
-Bizanslıları kastediyorlar- Araplar'ın kendi
aralarında yaptıkları savaşlara mı
benzetiyorsunuz? Allah'a andolsun ki, yarın iplerle
bağlandığınızı görür
gibiyiz." Amaçları mü'minlerin güvenlerini sarsmak,
içlerine korku salmaktı. Bunun üzerine Muhşen b.
Humeyr, "Allah'a andolsun ki, herbirimize yüzer kırbaç
vurulmasını isterdim. Korkarım ki, bu sözlerinizden
dolayı hakkımızda bir ayet insin" dedi. Bana
ulaşan haberlere göre Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- Ammar b. Yasir'e şöyle demişti:
"Onların yanına git. Kuşkusuz yanacaklar
onlar. Neler söylediklerini sor. İnkâr edecek olurlarsa,
şöyle şöyle dediniz de." Ammar yanlarına
gidip, bu sözleri onlara iletti. Peygamberimizin yanına
gelip özür dilediler. Vedia b. Sabit, Peygamberimizin devesinin
yükünü sıkmak için karnına dolanan ipine
yapışıyor, bir yandan da şöyle diyordu:
"Ya Resulallah, biz sadece eğleniyor,
şakalaşıyorduk." Bunun üzerine yüce Allah
şu ayeti indirdi: "Eğer onlara soracak olursan,
"Biz lafa daldık, aramızda eğleniyorduk"
derler. De ki; Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve peygamberi
ile mi alay ediyordunuz?" Muhşen b. Humeyr, "Ya
Resulallah benim ve babamın adını
değiştir" dedi. Bu ayette, affedildiğinden söz
edilen Muhşen b. Humeyr idi. Bundan sonra Abdurrahman
adını aldı. Yüce Allah'dan şehit olarak
canını almasını ve kimsenin yerini bilmemesini
diledi. Yemame günü öldürüldü ama, izine rastlanmadı.
İbn-i Luheya, Ebu Esved'den, o da Urve b. Zübeyr'den
şöyle rivayet eder: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- herhangi bir savaş yapmaksızın on küsur
gün bekledikten sonra Tebük'ten hareket ederken, bir grup münafık
ona suikast yapmayı tasarlıyordu. Onu yol üzerindeki
bir uçurumdan atmayı düşünüyorlardı.
Peygamberimiz bu durumdan haberdar edildi. Müslümanlara
vadedilen yürümelerini emretti, kendisi de yamaca tırmandı.
Onunla birlikte o grup da tırmanmaya başladı. Ama yüzlerini
örtmüşlerdi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Ammar b. Yasir ve Huzeyfe b. Yeman'a kendisiyle birlikte
gelmelerini söyledi. Ammar devenin yularından tutmuş
Huzeyfe de deveyi sürüyordu. Bu şekilde yol
alırlarken, birden bir grup tarafından
sarıldıklarını farkettiler. Peygamberimiz buna
öfkelendi. Huzeyfe de Peygamberimizin öfkelendiğini gördü.
Bunun üzerine onlara döndü, elinde de bir baston vardı. Bu
bastonla bineklerinin yüzüne vuruyor, uzaklaştırmaya
çalışıyordu. Huzeyfe'yi gördüklerinde onun
gözlediği büyük planı farkettiğini
sandılar. Bu yüzden derhal koşup ordunun arasına
karıştılar. Sonra Huzeyfe, Peygamberimizin
yanına geri döndü. Peygamberimiz yamacı çabucak
geçmelerini emretti. Sonra da ordunun gelmesini beklediler.
Peygamberimiz Huzeyfe'ye "o grubu tanıdın
mı?" diye sordu. "Tanıyamadım, ancak gece
karanlığında sadece bineklerini farkedebildim"
dedi. Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
"Onların amaçlarının ne olduğunu biliyor
musunuz?" dedi. Onlar da, "Hayır" dediler.
Peygamberimiz de, o grubun yapmak istediğini ve grupta
yeralanların isimlerini bildirdi. Bu arada bundan kimseye söz
etmemelerini istedi. Onlar da, "Ya Resulallah, onların
öldürülmesini emretmeyecek misiniz?" dediler.
Peygamberimiz "Halkın, Muhammed
arkadaşlarını öldürüyor demesini
istemiyorum" dedi.
İbn-i Kesir, "el-Bidaye ven-Nihaye" adlı
eserinde şöyle der: İbn-i İshak bu hikâyeyi
anlatmış, bu arada Peygamberimizin o grupta yer
alanların isimlerini sadece Huzeyfe b. Yeman'a söylediğini
de aktarmıştır. Bu daha akla yakındır. En
doğrusunu Allah bilir kuşkusuz.
Tebük seferi sırasında müslümanların
karşılaştığı zorluklara gelince,
çekilen zorluklardan örnekler içeren birçok rivayet vardır...
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle der:
Mücahid ve birçok kişi: "Allah, peygamberin ve o
zor anda onun peşinden giden muhacirler ile Ensar'ın
tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri
kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O,
onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı
son derece şefkatli ve merhametlidir" ayetinin Tebük
seferi hakkında indiğini söylemişlerdir. Çünkü
müslümanlar çok zor bir durumdayken, kurak bir sene
geçiriyorlarken, ayrıca yiyecek ve su
sıkıntısı çekiyorlarken çıkmışlardı
bu sefere. Katade diyor ki, yakıcı bir
sıcağın altında Şam bölgesinde yeralan
Tebük'e yol aldılar. Yüce Allah'ın bildiği gibi,
büyük bir çaba sarfediyorlardı. Büyük zorluklar
çekiyorlardı. Öyle ki, iki kişi bir hurmayı
aralarında bölüşüp yiyorlardı. Askerler bir
hurmayı aralarında bölüşüp yiyorlardı.
Askerler bir hurmayı aralarında
dolaştırıyorlardı. Biri hurmayı emer,
üzerine de su içerdi Sonra diğeri alır, aynı
şekilde hurmayı emer üzerine su içerdi. Bunun üzerine
Allah tevbelerini kabul etti ve onları çıktıkları
bu seferden sağ salim döndürdü.
İbn-i Cerir, Abdullah İbn-i Abbas'a dayanak şöyle
rivayet eder: Hz. Ömer'e -Allah ondan razı olsun- ayette geçen
"zor an"
hakkında
sorulduğunda, "Peygamberimizle birlikte Tebük'e doğru
yol alıyorduk. Bir yerde konaklamıştık.
Dayanılmaz bir susuzluk çekiyorduk. Boğazımız
kesilecek sanıyorduk. Öyle ki, bir adam su aramaya çıkıp
döndüğünde, adeta boynunun kesileceğini
sanıyordu. Bazıları devesini kesip işkembesini
sıkıp suyunu içiyordu. Geri kalanını da
karnının üzerine koyuyordu...
İbn-i Cerir aşağıdaki ayet hakkında
şöyle der: "Allah peygamberin ve o zor anda onun peşinden
giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti."
Burada kastedilen mal, binek, yiyecek ve su
bakımından çekilen sıkıntıdır. "O
sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın
eşiğine gelmişti." Yani haktan sapmak
üzereydi. Peygamberin getirdiği din hakkında
kuşkuya kapılmıştı. Seferlerinde ve
savaşlarında çektikleri sıkıntı ve
zorluklardan dolayı içlerini şüphe kaplamıştı.
"Arkasından O, onların tevbelerini kabul
etti." İbn-i Cerir diyor ki, sonra onlara Rabblerine
sığınmayı, dönüp onun dini üzerinde kalıcı
olmayı nasip etti. "Çünkü
O, onlara karşı son derece şefkatli ve
merhametlidir."
Sunduğumuz bu rivayetler, o gün çekilen zorluğun
boyutlarını gereğince tasvir ediyor sanıyorum.
O dönemde müslüman toplumun içinde yaşadığı
atmosferi biraz olsun gözönünde canlandırıyor.
Nitekim sunduğumuz bu rivayetler arasında,
insanların iman düzeyleri de kendisini gösteriyor. Bir
yandan kesin inançlı ve kararlı grup, öte yandan zorluğun
baskısı altında sarsılan, bocalayan grup. Hiçbir
şüphe sözkonusu olmaksızın geride kalan grup bir
yanda, diğer yanda yumuşak tavırlı münafıklar,
ahlâksız münafıklar ve komplocu münafıklar... Bütün
bunlar ilk etapta o dönemde toplumun organik oluşumunu,
ikinci olarak da o zor zamanda, hem de Bizans'a karşı çıkılan
seferde çekilen sıkıntıları göstermektedir.
Kuşkusuz bu sıkıntılar onları iyice
arındırmıştı. Bu imtihan herkesin esas
karakterini ortaya çıkarmıştı. Belki de yüce
Allah, bu sıkıntıları arınmaları,
karakterlerinin ortaya çıkması ve belirginleşmesi
için çekmelerini sağlamıştı...
ZORLUKLAR VE SAVAŞT AN
KAÇANLAR
İşte bazılarının geri dönmesine neden
olan bu zorluklardı. Geriye dönenlerin çoğu da
durumları az önce açıklanan münafıklardı.
Bunlar arasında islâmdan kuşku duymayan ve münafık
olmayan, sadece tembellikten ve Medine'nin gölgeliklerinde
dinlenme arzusundan dolayı geride kalan mü'minler de yer alıyordu.
Bunlar iki gruptu. Bu grup, iyi davranışlarına kötü
davranışlar da katmışlardı. Ama daha
sonra günahlarını itiraf etmişlerdi. Diğer
grup da, "Azap etmek veya tevbelerini kabul etmek üzere
Allah'ın iradesine bırakılanlardı."
Bunlar, durumları zamana bırakılan yani
haklarında bir karar vermeksizin kendi hallerinde
bırakılan üç kişiydi. Onlar hakkında
Allah'ın hükmü bekleniyordu. İşte burada,
durumları Allah'ın hükmüne ve zaman geçmesine havale
edildikten sonraki gelişmeler ela alınmaktadır.
Biz bu üç kişinin durumunu olanca çıplaklığıyla
gözler önüne seren ayetin tefsiri açısından herhangi
bir şey söylemeden, onları ve durumlarını
olağanüstü güzellikte ve sanatsal bir tabloda canlandıran
Kur'an ayetinin göz kamaştırıcı ifadesini
sunmadan önce, onlardan birinin, Ka'b b. Malik'in -Allah ondan
razı olsun- anlattıklarına kulak verelim: Ahmed,
Buhari ve Müslim Zehri kanalıyla rivayet ettiler: Zehri
diyor ki, bana Abdurrahman b. Abdullah b. Ka'b b. Malik
anlattı: Abdullah b. Ka'b b. Malik, (Ka'b'ın gözleri
görmez olduğu zamanlarda oğulları arasında
ona yardımcı olur, yolda elinden tutardı)
babasından şunları aktardı: Bir gün Ka'b'ın
Peygamberimizin Tebük seferinden geri kalışını
anlattığını işittim. Ka'b şöyle
diyordu: Tebük seferinin dışında Peygamberimizin
hiçbir savaşından geri kalmadım. Şu var ki,
ben Bedir savaşına da katılmamıştım.
Ama o zaman savaşa katılmayan hiç kimse azarlanmamıştı.
Çünkü o zaman Peygamberimiz ve müslümanlar Kureyş
kabilesine ait kervanı ele geçirmek için çıkmışlardı.
Fakat yüce Allah, sürpriz bir şekilde onlarla düşmanlarını
karşı karşıya getirdi.
İslâm üzerine and içtiğimiz Akabe gecesinde de
Peygamberimizin yanındaydım. Bana göre Akabe biatı
Bedir savaşından daha az sevimli değildir. Gerçi
Bedir savaşı daha çok konuşulmakta ve daha çok
bilinmektedir. Tebük seferinde Peygamberimizin hazırladığı
orduya bile bile katılmadım. Bu seferden geri
kaldığım sıralarda her zamankinden güçlü,
her zamankinden daha rahattım. O zaman iki binek
hazırlamıştım ki, başka hiçbir savaşta
böylesini hazırlayamamıştım. O güne kadar
Peygamberimiz bir sefere çıkmak istedi mi nereye
gideceğini belirtmez, başka tarafa yönelirdi. Fakat bu
seferde böyle yapmadı. Bu sefere Peygamberimiz
yakıcı bir sıcaklıkta çıkıyordu.
Yolculuk uzun ve öldürücüydü. Karşı çıkılan
düşmanın sayısı da fazlaydı. Bu yüzden
düşmanlarına karşı gerekli
hazırlığı yapabilmeleri için müslümanlara
durumu açıkça söyledi. Hangi tarafa gideceklerini haber
verdi. Peygamberimizle birlikte sefere çıkan müslümanların
sayısı da bir kitaba -sicil defterini kastediyor-
sığmayacak kadar fazlaydı.
Ka'b -Allah ondan razı olsun- diyor ki, çok az kimse de
gözden kaybolmak istiyordu. Allah tarafından vahiy
gelmediği sürece Peygamberimizin farkında
olmayacağını sanıyordu. Peygamberimiz sefere
çıktığı sıralarda meyveler
olgunlaşmış, gölgeler iyi ve çekici olmuştu.
Ben de bunlara can atıyordum. Peygamberimiz -Allah ondan
razı olsun- ve beraberindeki müslümanlar savaş
hazırlıklarına başlamış, bense
onlarla birlikte hazırlıklara başlamak istiyordum
ama bir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de
şöyle diyordum: "İstediğim zaman bu
hazırlıkları yaparım" ben böyle oyalanıyorken,
müslümanlar durmadan hazırlık yapıyorlardı.
Bir gün Peygamberimiz ve beraberindeki müslümanlar yola çıkmak
üzereyken bir daha hiçbir şey
hazırlamamıştım. Ve ben çabuk davranıp
savaşa yetişeceğimi sanıyordum. Kendimi bu
şekilde avutuyordum. Arkadan gidip onlara
yetişeceğimi düşünüyordum. Keşke
yapsaymışım, sonra bunu da yapamadım.
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sefere çıkmasından
sonra halkın arasına çıktığımda son
derece üzülüyordum. Çünkü, hakkında münafıklık
söylentileri olan ya da Allah katında mazur
sayılanlardan başka benim gibi birine
rastlamıyordum. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Tebük'e varana kadar benden söz etmemişti. Tebük'te
arkadaşları ile birlikte otururken "Ka'b b. Malik
ne yaptı?" diye sormuştu. Beni Seleme kabilesinden
bir adam, "Ya Resulallah, hurmalıkları ve kendini
beğenmişliği onu bize katılmaktan
alıkoydu" demiş. Bunun üzerine Muaz b. Cebel adama
"Ne kadar kötü konuşuyorsun! Allah'a andolsun ki, ya
Resulallah onun hakkında iyilikten başka bir şey
bilmiyoruz" demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz
herhangi bir şey söylememişti.
Ka'b b. Malik diyor ki, Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- Tebük'ten Medine'ye doğru yola çıktığı
haberini duyunca, bir sıkıntıdır aldı
beni ve çeşitli yalanlar uydurmaya, ertesi günün onun
öfkesinden kurtulmak için söylenecek söz aramaya başladım.
Bunun için de ailemde görüş sahibi herkesten yardım
istedim. Peygamberimizin Medine'ye girmek üzere olduğunu
duyunca, yalan yanlış düşünceler kafamdan silinip
gitti ve kesinlikle ondan kurtulamayacağımı
anladım. Ona doğrusunu söylemeye karar verdim. Artık
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye girmişti.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir seferden
döndüğü zaman ilk önce mescide uğrar, iki rekât
namaz kılar, sonra da müslümanlarla birlikte otururdu. Bu
sefer de aynısını yapınca, geride kalanlar
yanına gelip özürler ileri sürmeye, yemin etmeye başladılar.
Bunlar seksen küsur kişiydi. Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- dediklerini kabul etti, bağlılıklarını
onayladı, onlar için Allah'dan bağışlanma
diledi. Niyetlerini de Allah'a bıraktı. Nihayet ben
geldim. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- selâm
verdiğim zaman gülümsedi, ama kızgın olduğu
belliydi. "Gel" dedi. Gidip önünde oturdum. Bana,
"Neden bizimle gelmedin, yoksa binek hayvanı mı
satın almadın?" diye sordu. Ben, "Ey
Allah'ın Peygamberi, eğer şu dünyada senden başka
birinin yanında oturmuş olsaydım, bir özür ileri
sürerek, öfkesinden kurtulurdum. Kendi kendime
ölçtüm-biçtim, fakat Allah'a andolsun ki, bugün sana yalan
söyleyecek olursam, benden hoşnut olacağını,
buna karşılık yüce Allah'ın senin
kızgınlığını üzerime çekeceğini
anladım. Eğer sana doğruyu söyleyecek olursam,
bunun böyle olduğunu bileceğini anladım. Ben bu
konuda Allah'ın vereceği hükmü bekliyorum. Allah'a
andolsun ki, herhangi bir mazeretim yoktu, senin çıktığın
seferden geri kaldığım günkü gibi kendimi hiçbir
zaman bu kadar güçlü ve rahat hissetmemiştim." Bunun
üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "işte
bu adam doğru söylüyor. Kalk ve Allah'ın senin
hakkında vereceği hükmü bekle' dedi. Ben de kalktım.
Beni Seleme kabilesinden bazı adamlar etrafımı
sarıp beni azarladılar ve "Allah'a andolsun ki,
bundan önce herhangi bir günah işlediğini
duymadık. Geride kalan diğer adamlar gibi,
Peygamberimize mazeret gösteremedin. Halbuki peygamberin senin
için bağışlanma dilemesi günahının
affolunması için yeterli idi" dediler. Ka'b diyor ki,
beni o kadar teşvik ettiler ki, az kalsın
Peygamberimizin yanına gidip bir yalan uyduracaktım.
Sonra, "Benim gibi konuşan başka biri daha var
mı?" dedim. "Evet senin gibi konuşan iki
kişi daha var, onlara da sana söylenenin aynısı söylendi"
dediler. "Kim bunlar?" dedim. "Murare b. Rebi ve
Hilal b. Umeyye el Vakifi" dediler. Bana Bedir savaşına
katılmış salih iki kişiden söz etmişlerdi.
Onları kendime örnek aldım, böylece ve onları
duyunca yoluma devam ettim.
Ka'b diyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Tebük seferine çıkmayanlar arasında mü'minlerin
üçümüzle konuşmasını yasakladı. Halk
bizden uzaklaşmaya başladı -ya da- "bize
yabancı gibi davranıyorlardı" Ben bile yeryüzünden
sıkılmaya başlamıştım. Bu
bildiğim yeryüzü değildi artık. Bu şekilde
tam elli gece geçirdik. Diğer iki
arkadaşımıza gelince, çaresiz kalıp evlerine
çekilmişlerdi. Bense halk arasında güçlü kuvvetli
biriydim. Halkın arasına çıkıyor, müslümanlarla
birlikte namaz kılıyor, çarşılarda
dolaşıyordum. Ama hiç kimse benimle konuşmuyordu.
Namazdan sonra Peygamberimizin meclisinde oturur, ona selâm
verirdim. Kendi kendime acaba selâmımı almak için
dudakları kıpırdadı mı yoksa
kıpırdamadı mı? derdim. Sonra ona yakın
bir yerde namaz kılar, göz ucuyla onu süzerdim. Ben namaza
durunca bana bakardı, ama ben kendisine bakınca
bakışlarını kaçırırdı. Müslümanların
boykot uygulaması gittikçe uzuyordu. O sırada
amcamın oğlu ve herkesten çok sevdiğim Ebu
Katade'nin bahçesine doğru yürüdüm ve selâm verdim.
Fakat selamımı almadı. Ben "Ey Ebu Katade,.
ben sana Allah'ın adıyla seslendim, Allah ve
peygamberini sevdiğimi bilir misin?" dedim. Ama o sustu.
Tekrar seslendim yine sustu. Bir daha seslendim, Allah ve
peygamberi daha iyi bilir" dedi. Gözlerim doldu, geri
döndüm, duvarı geçtim gittim.
Medine sokaklarında dolaştığım bir
sırada, birden Medine'ye yiyecek satmak için gelen Suriye
Nabatilerinden birinin "Kim bana Ka'b b. Malik'i
gösterebilir?" dediğini işittim. Halk beni gösterdi
kendisine. Yanıma geldi ve Gassan kralından bir mektup
bıraktı. Ben okuma yazma biliyordum, açtım okudum.
Şöyle diyordu mektupta:
"Arkadaşımın (Peygamberimizi kastediyor)
seni üzdüğünü duyduk. Allah sana başını
sokacak bir sığınak bırakmamış. Bize
katıl seni koruyalım." Bu mektubu okurken "Bu
da bir imtihandır" diyordum. Sonra mektubu büktüm ve
ocağa atıp yaktım. Bize boykot uygulanan elli günden
kırk gün geçince Peygamberimizden -salât ve selâm
üzerine olsun- bir elçi geldi ve "Peygamber karından
uzak durmanı emrediyor" dedi. "Karımı
boşayayım mi yoksa ne yapayım?" dedim.
"Hayır, ondan uzaklaşacaksın ve kesinlikle
yaklaşmayacaksın" dedi. İki
arkadaşıma da aynı mesajı göndermişti.
Bunun üzerine karıma "Ailenin yanına git ve Allah
bu konuda hükmünü belirtinceye kadar bekle" dedim. Hilal
b. Ümeyye'nin karısı Peygamberimizin yanına
gelmiş ve şöyle demişti: "Ya Resulallah,
Hilal geçkin bir ihtiyardır. Ona hizmet etmemde bir
sakınca görüyor musun?" Peygamberimiz, "Hayır
ama kesinlikle sana yaklaşmayacaktır" demişti.
Bunun üzerine Hilal'in karısı: "Allah'a andolsun
ki, herhangi bir şey yapacak durumda değildir. Ve senin
emrini duyduğundan bugüne kadar ağlayıp
duruyor" demişti. Ailemden bazıları,
"Gidip karının yanında kalmak için
peygamberden izin istesen olmaz mı?" dediler. Böylece
Hilal'in karısına, kocasına hizmet etmek üzere
izin verdi, demişlerdi. Ben de, "Allah'a andolsun ki, bu
konuda gidip peygamberden izin istemem. Üstelik izin istediğim
zaman ne diyeceğimi bilmiyorum. Çünkü ben genç bir adamım"
demiştim.
On gün daha geçmişti. Böylece müslümanların
bizimle konuşmalarına ilişkin yasağın
konulmasından bu yana elli gün tamamlanmıştı.
Ellinci günün sabahı evlerimizden birinin damında
sabah namazını kılmış ve yüce Allah'ın
bize ilişkin olarak belirttiği durumda oturmuştum.
İçim sıkılıyor ve yeryüzü bunca genişliğine
rağmen bana dar geliyordu. O sırada sele tepesinden vargücüyle
bağıran birinin sesini duydum: "Ey Ka'b b. Malik müjdeler
olsun" diyordu. Hemen secdeye kapandım. Ve yeniden
rahatlığa kavuştuğumu anladım.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sabah namazını
kılarken yüce Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul
ettiğini duyurmuştu. Bunun üzerine müslümanlar bize
müjdeyi vermek için dağılmışlardı.
Önce iki arkadaşıma müjde vermişlerdi. Bana da
birisi atlı birisi de yaya olmak üzere iki kişi
koşmuştu. Yaya olarak koşan adam dağın
tepesine çıkmış oradan
bağırmıştı. Kuşkusuz ses, attan
hızlıydı. Banà müjdeyi veren adam gelince
üzerimdeki elbiseyi çıkarıp ona giydirmiştim.
Allah'a andolsun ki, o gün ondan başka bir şeyim yoktu.
Verdiğim iki elbiseyi
karşılığını ödeyerek tekrar giydim
ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına
gittim. Müslümanlar grup grup beni karşılayıp
tevbemin kabul olunmasından dolayı kutluyorlardı.
"Allah tevbeni kutlu kılsın" diyorlardı.
Sonrâ mescide girdim. Baktım Peygamberimiz mescidde
oturmuş, bir grup da etrafında halka olmuştu. Talha
b. Ubeyd kalktı. koşarak yanıma geldi, elimi
sıkıp kutladı. Muhacirler'den başka hiç kimse
kalkıp beni kutlamamıştı" Ka'b,
Talha'nın bu davranışını hiç unutmamıştı.
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- selâm verdiğimde
yüzü Sevinçten parlayarak şöyle dedi: "Annenden doğduğun
günden beri yaşadığın en hayırlı günü
müjdelerim." "Bu müjde, senin katından mı
yoksa Allah katından mı ya Resulallah?" dedim.
"Aksine Allah katından..." dedi. Peygamberimiz
sevindiği zaman yüzü bir ay parçası gibi
aydınlık olurdu. Bunu bilirdik biz. Yanında
oturduğum zaman "Ey Allah'ın Peygamberi tevbemin
kabul olunmasına karşılık bütün malımı
Allah ve peygamberine sadaka olarak vermeyi söz vermiştim"
dedim.
"Malının bir kısmını yanında
bırak, bu senin için daha iyidir" dedi. "Kendim
için Hayber savaşında payıma düşen ganimeti
bırakıyorum" dedim ve şunları ekledim:
"Ey Allah'ın peygamberi, Allah beni doğru söylediğim
için kurtardı. Yaşadığım sürece doğru
söylemekten vazgeçmeyeceğime dair söz verdim."
Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bu sözü verdiğim günden
bu yana asla yalan konuşmadım ve bundan sonra da yüce
Allah'ın beni yalan konuşmaktan
koruyacağını ümit ediyorum. Daha sonra yüce Allah
şu ayetleri indirdi:
"Allah peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden
Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada
onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine
gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul
etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli
ve merhametlidir."
"Allah hükümleri ertelenen o üç kişinin de
tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine
rağmen onlara dar geldi, can
sıkıntısından patlayacak gibi oldular.
Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan
başka bir çıkar yolu olmadığını
anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini
kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin
kabul edicisidir, merhametlidir."
"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla,
gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber
olunuz."
Ka'b diyor ki; "Allah'a andolsun ki, yüce Allah'ın,
beni islâma iletmesinden sonra, bana o gün peygambere doğru
söylememden daha büyük bir nimet vermemiştir. O gün yalan
söylemiş olsaydım, ona yalan söyleyenler gibi helâk
olacaktım. Çünkü yüce Allah ona yalan söyleyenler için
söylenecek en kötü sözü söylemiştir."
"Savaştan döndüğünüzde kendilerini
azarlamayasınız diye size Allah adına yemin
edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey
olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar somut
pisliktirler. İşledikleri kötülüklerin karşılığı
olarak varacakları yer cehennemdir."
"Kendilerinden hoşnut olasınız diye size
yemin ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile
Allah yoldan çıkmışlar güruhundan kesinlikle hoşnut
olmaz."
İşte bu üç kişiden birinin, Ka'b b. Malik'in
dilinden Tebük seferine çıkmayan üç kişinin hikâyesi.
Hikâyenin her bölümü bir ibret tablosu. Hikâyede islâm
toplumunun sağlam ve sarsılmaz temelinden belirgin
çizgiler ön plana çıkmaktadır. Hikâye islâm
toplumunun yapısının
sağlamlığını, toplumu oluşturan
unsurların paklığını, toplumun
anlamına, davetin yükümlülüklerine, emirlerin, değerine
ve itaatin zorunluluğuna ilişkin düşüncenin netliğini
gözler önüne sermektedir.
Şu Ka'b b. Malik ve iki arkadaşı o zor anda çıkılan
setere katılmıyor, insan olmaktan kaynaklanan zaafa
yenik düşüyor, gölge ve rahatlık çekici geliyor, bu
ikisini yakıcı sıcaklığa,
sıkıntılara, uzun yolculuğa, yorucu çabaya
tercih ediyorlar. Ne var ki, Ka'b Peygamberimizin sefere çıkmasından
sonra çok geçmeden yaptığının farkına
varıyor. Çevresindeki her şey ona bu hatanın
korkunçluğunu vurguluyordu... "Peygamberimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- sefere çıkmasından sonra
halkın arasına çıktığımda son
derece üzülüyordum. Çünkü hakkında münafıklık
söylentileri ya da Allah katında mazur sayılanlardan
başka benim gibi birine rastlamıyordum." Yani
hastalık ve zayıflıktan, bir de harcayacak bir
şey bulamamaktan dolayı Allah katında cihada çıkmaktan
mazur sayılanlar.
Zorluk, müslümanları peygamberin uzun ve
sıkıntılı sefere çağırmasına
koşmaktan alıkoyamadı. Sadece hakkında münafıklık
söylentileri bulunan ve yüce Allah'ın mazur
saydığı güçsüz kimseler bu çağrıya
koşmamışlardı. Müslüman toplumun sağlam
temeli ise, zorluktan daha güçlü bir ruha ve sıkıntılardan
daha sağlam bir köke sahiptir.
Bu bir...
İkincisi de takvadır... Hata yapanı doğru söylemeye
ve suçunu itiraf etmeye yönelten takva... Bundan sonra iş
Allah'a kalmıştır: Ben, "Ey Allah'ın
peygamberi, eğer şu dünyada senden başka birinin
yanında oturmuş olsaydım, bir özür ileri sürerek
öfkesinden kurtulurdum. Kendi kendime ölçtüm-biçtim. Fakat
Allah'a andolsun ki, bugün sana yalan söyleyecek olursam, benden
hoşnut olacağını, buna karşılık
yüce Allah'ın senin
kızgınlığını üzerime çekeceğini
anladım. Eğer sana doğruyu söyleyecek olursam
bunun böyle olduğunu bileceğini anladım. Ben bu
konuda Allah'ın vereceği hükmü bekliyorum. Allah'a
andolsun ki, hiçbir mazeretim yoktu, senin çıktığın
seferden geri kaldığım günkü gibi kendimi hiçbir
zaman bu kadar güçlü ve rahat hissetmemiştim" dedim.
Çünkü hata yapan mü'min vicdanında Allah'ı her
zaman hazır bulur. Bunun yanında Peygamberin -salât ve
selâm üzerine olsun- hoşnutluğuna da can atıyor.
O hoşnutluk, o günlerde insanı yükseltebiliyor,
alçaltabiliyordu. Saygın bir konuma getirebildiği gibi,
bakışların altında damgalanmış bir
halde bırakabilirdi; müslümanı. Ya da tek bir
insanın bile kendisine bakmasını önleyebiliyordu.
Buna rağmen Allah'ın gözetimi daha güçlü, Allah
korkusu daha derin ve Allah'a ümit bağlamak daha güvenilirdir.
"...Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük
seferine çıkmayanlar arasında mü'minlerin üçümüzle
konuşmasını yasakladı. Halk bizden
uzaklaşmaya başladı. Ya da "Bize yabancı
gibi davranıyorlardı" demişti. Ben bile yeryüzünden
sıkılmaya başlamıştım. Bu
bildiğim yeryüzü değildi artık. Bu şekilde
tam elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşıma
gelince, çaresiz kalkıp evlerine çekilmişlerdi. Bense
halk arasında güçlü kuvvetli biriydim. Halkın
arasına çıkıyor, müslümanlarla birlikte namaz kılıyor,
çarşılarda dolaşıyordum. Ama hiç kimse
benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Peygamberimizin
meclisinde oturur, ona selâm verirdim. Kendi kendime: "Acaba
selâmımı almak için dudakları
kıpırdadı mı yoksa kıpırdamadı
mı?" derdim. Sonra ona yakın bir yerde namaz
kılar göz ucuyla onu süzerdim. Ben namaza durunca bana
bakardı, ama ben kendisine bakınca,
bakışlarını kaçırırdı. Müslümanların
boykot uygulaması gittikçe uzuyordu. O sırada
amcamın oğlu ve herkesten çok sevdiğim Ebu
Katade'nin bahçesine doğru yürüdüm ve selâm verdim.
Fakat selâmımı almadı. Ben "Ey Ebu Katade,
ben sana Allah'ın adıyla seslendim, Allah'ı ve
peygamberini sevdiğimi bilir misin?" dedim. Ama o,
sustu. Tekrar seslendim, yine sustu. Bir da,ha seslendim Allah ve
peygamberi daha iyi bilir" dedi. Gözlerim doldu geri
döndüm duvarı geçtim gittim..."
Mekke'nin fethinden sonra yaşanan kargaşaya ve ` zor
anda' başgösteren karışıklığa
rağmen, müslüman toplumda disiplin, kontrol böyle sağlanıyordu.
Emirlere uyma bu şekilde gerçekleşiyordu...
"Peygamberimiz mü'minlerin üçümüzle konuşmasını
yasakladı." Artık hiçbiri konuşmak için ağzını
açamaz. Kimse Ka'b'ı sevgiyle karşılayamaz. Ona
bir şey veremez, bir şey alamaz. Amcasının
oğlu, en çok sevdiği insan bile... Duvarından
tırmanmış, yanına gitmiş, ama selâmını
almamıştı. Sorusuna cevap vermemişti. Israrlar
karşısında cevap vermişse de üzüntüsünü
giderememiş, sıkıntısına çare olmamıştı.
Sadece, "Allah
ve peygamberi daha iyi bilir" demişti.
Ka'b büyük bir üzüntü içindeydi. Yeryüzü ona sevimli
gelmiyor artık, bu bildiği yeryüzü değildir
çünkü. Resulullah'ın dudaklarının hareketine
ümit bağlamıştır. Göz ucuyla sürüyor
peygamberi. Belki peygamber bir kerecik kendisine bakar diye. Bu,
içindeki umudu canlı tutacaktır. Bu ağaçtan
kopmadığı, bir yaprak gibi solup
kurumadığı için teselli bulacaktır.
Kovulmuş ve yalnız bırakılmışken,
kavminden hiç kimse (Allah rızası için) ağzını
açıp kendisiyle konuşmuyorken, Gassan kralından
kendisine üstünlük, şeref, mevki ve makam vadeden bir
mektup alıyor. Ama, o bütün bunlara bir tek hareketle karşılık
veriyor, mektubu tutup ateşe atıyor. Bunu da içinde
bulunduğu imtihanın bir parçası sayıyor,
imtihana karşı sabırlı olmaya devam ediyor.
İlişki kesmek olayı, eşinden
ayrılmasını gerektirecek boyutlara varıyor.
Artık bütün insanlar arasında kovulmuş, tek
başına bırakılmış bir kişidir.
Yerle gök arasında bir başına
kalmıştır. Karısının yanında
hizmet etmek amacıyla kalmasını sağlamak için
peygamberden izin istemeye utanıyor. Çünkü ne cevap alacağını
bilmiyor.
Bu madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde müjde vardır
madalyonun... Kabul edilmenin, yeniden saffa katılmanın
günahtan tevbe etmenin, dirilip yeniden hayata dönmenin müjdesi
vardır...
"Yüce Allah'ın bize ilişkin olarak
belirttiği durumda oturmuştum. İçim sıkılıyor
ve yeryüzü bunca genişliğine rağmen bana dar
geliyordu. O sırada Sel'e tepesinden vargücüyle bağıran
birinin sesini duydum. "Ey Ka'b b. Malik müjdeler
olsun" diyordu. Hemen secdeye kapandım ve yeniden
rahatlığa kavuştuğumu anladım.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sabah namazını
kılarken yüce Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul
ettiğini duyurmuştu. Bunun üzerine müslümanlar bize
müjdeyi vermek için dağılmışlardı.
Önce iki arkadaşıma müjde vermişlerdi. Bana da
birisi atlı birisi de yaya olmak üzere iki kişi
koşmuştu. Yaya olarak koşan adam dağın
tepesine çıkmış oradan
bağırmıştı. Kuşkusuz ses, attan
hızlıydı. Bana müjdeyi veren adam gelince,
üzerimdeki elbiseyi çıkarıp ona giydirmiştim.
Allah'a andolsun ki, o gün ondan başka bir şeyim yoktu.
Verdiğim iki elbiseyi
karşılığını ödeyerek tekrar giydim
ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına
gittim. Müslümanlar grup grup beni karşılayıp
tevbenin kabul olunmasından dolayı kutluyorlardı.
"Allah tevbeni kutlu kılsın" diyorlardı.
Sonra mescide girdim. Baktım Peygamberimiz mescidde
oturmuş, bir grup da etrafında halka olmuştu. Talha
b. Ubeyd kalktı koşarak yanıma geldi, elimi
sıkıp kutladı. Muhacirler'den başka hiç kimse
kalkıp beni kutlamamıştı." Ka'b
Talha'nın bu davranışını hiç unutmamıştı.
Olaylar bu şekilde değerlendiriliyordu, bu
şekilde düzenleniyordu, bu toplumda. Kabul olunmuş
tevbe bu şekilde karşılanıyor, bu şekilde
önemseniyordu. Bu yüzden müjde sahibine atlılarca
ulaştırılıyordu. Müjdeyi daha çabuk oluşturmak
için dağa çıkıp bağırıyordu birisi
de... Yeniden topluma dönen, tekrar bu kökle birleşen
dışlanmış adam kutlamaları ve
karşılamaları unutulmayacak bir iyilik olarak
algılıyordu. Peygamberimizin dediği gibi
"Anandan doğduğun günden beri yaşadığın
en hayırlı günü müjdelerim" hayatının
en mutlu gününü yaşıyordu. Ka'b'ın dediği
gibi peygamberimiz bu müjdeyi verirken yüzü sevinçten parlıyordu.
Bu büyük şefkatli ve merhametli gönül, üç arkadaşının
tevbelerinin kabul olunmasından ve şerefli birer unsur
olarak yeniden topluma katılmalarından dolayı sevinçle
dolup taşmıştı.
İşte sefere çıkmayan, sonra da Allah
tarafından tevbelerin kabul olunan üç kişinin hikâyesi...
Ve islâm toplumunun hayat biçimine ve hayatın her
alanında uyduğu değerlere işaret eden bu hikâyeden
bazı kesitler...
Hikâye kahramanlarından birinin de
anlattığı gibi ayetin anlamını
ruhlarımıza iyice yaklaştırmaktadır: "Sonunda
yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar
geldi. Can sıkıntısından patlayacak gibi
oldular, Allah'dân kaçmanın yine O'na
sığınmaktan başka bir çıkar yolu
olmadığını anladılar."
Ne değeri var yeryüzünün, içinde yaşayanlar
olmasa... Yeryüzü, üzerinde geçerli olan değerlerle bir
anlam kazanır. Üzerinde yaşayanların
arasındaki bağlar ve ilişkilerdir yeryüzünü değerli
kılan. İfade, sanatsal güzelliğindeki gerçekliğin
ötesinde pratik anlamı bakımından da gerçeği
yansıtmaktadır. Ayetin sanatsal güzelliği şu
seferden geri kalan üç kişiye dar gelen yeryüzünü öyle
bir tasvir ediyor ki, yerin çevresi daralmaya kıtalar büzülmeye
başlamış, bu üç kişi de orada
sıkılmış kalmıştır adeta.
"Can sıkıntısından patlayacak gibi
oldular."
Bedenleri bir kap gibi sıkıştırıyordu
onları sanki. Hareket etmelerine imkân vermiyordu. Onları
sıkıştırıyor nefes aldırmıyordu
adeta:
"Allah'dan kaçmanın yine O'na
sığınmaktan başka bir çıkar yolu
olmadığını anladılar."
Hiç kimsenin Allah'dan başka sığınacak bir
yeri yoktur. Göklerin ve yerin her tarafı onun kontrolündedir.
Ne var ki bu gerçeğin böylesine sıkıntı
verici bir atmosferde dile getirilmesi sahneye daha bir
sıkıntı, karamsarlık ve daralma havası
katıyor. Sıkıntıları gideren,
insanları düzlüğe çıkaran Allah'a
sığınmaktan başka kurtuluş yolu yoktur bu
can sıkıntısından.
Ardından kurtuluş geliyor, düze çıkıyorlar...
"Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti
ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbeleri kabul
edicidir, merhametlidir."
Bu özel günahdan dolayı ettikleri tevbeyi kabul
etti ki, geçmişte istedikleri tüm günahlardan tevbe
etsinler ve ilerde olabilecek her şeyde Allah'a tam ve
eksiksiz dönsünler, ona sığınsınlar.
Ka'b'ın sözü de bunu doğrulamaktadır. "Ey
Allah'ın peygamberi tevbemin kabul olunmasına
karşılık bütün malımı Allah ve
peygamberine sadaka olarak vermeyi söz vermiştim"
dedim. "Malının bir kısmını
yanında bırak, bu senin için daha iyidir" dedi.
"Kendim için Hayber savaşında payıma düşen
ganimeti bırakıyorum" dedim ve şunları
ekledim. "Ey Allah'ın peygamberi, Allah beni doğru
söylediğim için kurtardı.
Yaşadığım sürece doğru söylemekten
vazgeçmeyeceğine dair söz verdim. Allah'a andolsun ki,
Peygamberimize bunu söyledikten beri hiçbir müslümanın
doğru konuşmakta, yüce Allah'a karşı benden
daha iyi bir sınav verdiğini bilmiyorum. Allah'a
andolsun ki, Peygamberimize bu sözü verdiğim günden bu
yana asla yalan konuşmadım ve bundan sonra da yüce
Allah'ın beni yalan konuşmaktan
koruyacağını ümit ediyorum.
Fî Zılâl-il Kur'an'da bu de.:n anlamlar içeren hikâye
ve Kur'an'ın bu hikâyeyi eşsiz bir şekilde dile
getiren ifadesi üzerinde bundan fazla duramıyoruz. Yüce
Allah'ın başarılı kıldığı
oranda yaptığımız bu açıklamayı
yeterli görüyoruz.
DOĞRULARLA BERABER OLUN VE MÜCADELE EDİN
Savaşa çıkma konusunda tereddüt gösterenlerin
sefere çıkmayanların tevbelerinin kabul edilmesinin ve
seferden geri kalanlardan üç kişinin hikâyesinde ön plana
çıkan doğruluk unsurunun
ışığında Allah'dan korkmalarına ve
iman açısından doğru olduklarını ispat
etmiş örnek kimselerle beraber olmalarına ilişkin
tüm mü'minlere yönelik bir çağrı yer alıyor.
Bunun yanında Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı
Araplar'ın seferden geri kalmaları kınanıyor.
Bu arada mücahidlere bol bir mükafat va'dediliyor:
|
|
O |
|
O |
|