O |
Tevbe
|
O |
|
111- Allah mü'minlerin mallarını ve
canlarını karşılığında
kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar
Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman
öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah'ın
üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem
İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür.
Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız
bu alışverişe sevininiz. İşte büyük
kurtuluş, büyük başarı budur.
112- "Allah ile bu alışverişi yapanlar,
tevbe edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hamd edenler,
Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde
edenler, iyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar,
Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdir.
Mü'minleri müjdele!
MALLAR VE CANLARA KARŞILIK CENNET
Gerek Kur'an'ı ezberlerken, gerek okurken, gerekse çeyrek
yüzyıllık bir süre boyunca inceleme yaparken defalarca
okuduğum, sayısız kereler dinlediğim bu ayetle
bu tefsiri yazarken karşılaştığım
zaman, bunca yıldır ve sayamayacağım kadar
okuduğum bu ayetten daha önce kavrayamadığım
şeyleri kavradığımı farkettim.
Hiç kuşku yok ki, bu dehşet verici bir ayettir... Mü'mini
Allah'a bağlayan ilişkinin ve mü'minlerin hayatları
boyunca -müslüman olmak suretiyle yaptıkları
alışveriş sözleşmesinin özünü ortaya çıkarmaktadır.
Kim bu alışverişi gerçekleştirir ve bu sözleşmeye
bağlı kalırsa, o gerçek mümindir, mü'min sıfatını
haketmiştir, onun şahsında imanın gerçeği
somutlaşmaktadır. Yoksa iman iddiası,
doğrulanmaya ve araştırılmaya muhtaç bir
söylentiden öteye geçmez.
Bu sözleşmenin ya da yüce Allah'ın kendisinden bir
nimet, bir lutuf ve hoşgörü sonucu isimlendirdiği gibi,
bu alışveriş sözleşmesinin özü şudur:
Yüce Allah, mü'minlerin gerek canlarından, gerekse
mallarından herhangi bir şeyi Allah yolunda
sarfetmeksizin alıkoyma hakları yoktur.
Canlarını ve mallarını Allah yolunda sarfetme
ya da etmeme serbestisine sahip değildirler. Kesinlikle böyle
bir seçenekleri yok... Bu, kesinleşmiş bir
satış sözleşmesidir. Alıcı sözleşmede
geçen şartlara uygun olarak belirlenen ilkeler uyarınca
dilediği gibi uygulamada bulunabilir. Satıcı ise,
bundan sonra, sağa sola kıvırmadan, seçme hakkına
sahip olmadan, tartışma ve mücadeleye girmeden çizilen
yolu izlemekten başka bir şey yapamaz. Ancak itaat
edebilir. Belirlenen şartları uygular ve tereddütsüz
teslimiyet gösterebilir. Bu satışın
karşılığı olan ücret, cennettir. Bunu
elde etmenin yolu, cihad ve savaştır. Sonuç, zafer ya
da şehitliktir.
"Allah mü'minlerin mallarını ve
canlarını karşılığında
kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar
Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman
öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler."
Kim bu şartlarda canını ve malını
satarsa, kim satış sözleşmesini imzalarsa, kim
ücretten memnun olup sözleşmedeki şartları yerine
getirirse, o mümindir. Dolayısıyla mü'minler, yüce
Allah'ın kendilerinden canlarım ve mallarını
satın aldığı ve bu satışı gerçekleştiren
kimselerdir. Aslında bu alışverişte bir
ücretin belirlenmiş olması, yüce Allah'ın mü'minlere
yönelik rahmetidir. Yoksa onlara canlarını ve
mallarını bağışlayan yüce Allah'dır.
Canların ve malların sahibi O'dur. Ne var ki, yüce
Allah insana lütfetmiş, onu irade sahibi
kılmıştır. Ona lütfetmiş,
antlaşmaları ve sözleşmeleriyle
bağlamıştır. Bu antlaşma ve sözleşmelerine
bağlılığını, yüce insanlık
değerinin ölçüsü, bu konuda belirecek herhangi bir
eksikliği de, hayvanlık düzeyine -hem de en kötü
hayvanın- yuvarlanışın göstergesi kılmıştır.
"Allah katındaki canlıların en kötüsü
kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar. Kendileriyle
antlaşma yaptığın her defasında
antlaşmalarını bozarlar. Onlar Allah'dan korkmazlar."
Nitekim yüce Allah, hesaplaşma ve dünyada yapılanların
hakettiği karşılığı görmesi olayını
da, bu antlaşmalara bağlılık veya
bağlılıkta eksiklik gösterme çerçevesi içinde
değerlendirecektir.
Hiç kuşku yok ki, bu müthiş bir
alışveriş sözleşmesidir. Bu sözleşmenin
şartları -gücü yeten- her mü'minin boynunun borcudur.
İmanı geçersiz olmadığı sürece, bu
sözleşme de geçersiz olmaz. Bu kelimeleri yazarken duyduğum
ürpertinin, yaşadığım korkunun sebebi budur
işte:
"Allah mü'minlerin mallarını ve
canlarını karşılığında
kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar
Allah yolunda savaşırlar bu yolda kimi zaman
öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler."
Yardım et Allah'ım... Çünkü bu sözleşme
dehşet verici bir sözleşmedir... Yeryüzünün doğusunda
ve batısında kendilerini "müslüman" sanan
şu insanlar, yerlerinde oturmuş, Allah'ın
ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak ve
Rabblığın yetkilerini ve özelliklerini gaspeden tağutları
kulların hayatından defetmek için cihad etmiyorlar...
Öldürmüyorlar... Öldürülmüyorlar... Bırakın
öldürmeyi ve savaşmayı, herhangi bir cihad hareketine
dahi başvurmuyorlar.
Bu sözler -Peygamberimizin döneminde- onları ilk defa
duyanların gönüllerine yol buluyor ve derhal bu mü'min
gönüllerde hayatın realitesinin bir parçası haline
geliyordu. Onlar bu sözleri sadece zihinsel olarak kavranacak ya
da bilinç planında tutulacak anlamlar olarak
algılamıyorlardı. Onlar bu sözleri doğrudan
doğruya uygulamak üzere algılıyorlardı. Gözle
görülen bir harekete dönüştürmek için algılıyorlardı,
hayal edilecek bir tablo olarak değil. Abdullah b. Revaha da,
ikinci Akabe biatında bu şekilde
algılamıştı. Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve
başkaları şöyle rivayet ettiler: Abdullah b.
Revaha -Allah ondan razı olsun- Akabe biatının gerçekleştiği
gece Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Rabbin
ve kendin için dilediğin şartları koş"
dedi. Peygamberimiz, "Rabbim için ona kulluk etmenizi ve
hiçbir şeyi ona ortak koşmamanızı, kendim için
de canlarınızı ve mallarınızı
koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı
şart koşuyorum" buyurdu... Abdullah, "Peki
bunu yaparsak kazancımız ne olacak?" dedi.
Peygamberimiz, "Cennet..." dedi. Orada bulunanlar,
"Kârlı bir alışveriş, ne bozarız,
ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz"
dediler.
Evet. Aynen böyle... "Kârlı
bir alışveriş, ne bozarız, ne de
karşı tarafın bozmasına razı oluruz."
Bu biatı,
iki taraf arasında olmuş bitmiş bir
alışveriş sözleşmesi olarak
algılamışlardı. Artık bitmiştir
alışveriş. Ve sözleşme
imzalanmıştır. Geriye dönüş sözkonusu değildir.
"Ne bozarız, ne de karşı tarafın
bozmasına razı oluruz." Alışveriş
bittikten sonra, pişmanlık olmaz ve tercih hakkı
olmaz. Cennet ise, hemen o an alınan bir
karşılıktır, ileride verilmek üzere
va'dedilen bir karşılık değildir. Bu sözü
Allah vermiyor mu? Alıcı O değil midir? Bu
karşılığı vereceğini vadeden O
değil midir? Hem de O öteden beri gönderdiği tüm
kitaplarında bunu va'd etmemiş midir?
"Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve
hem Tevrat'ta, hem İncil'de hem de Kur'an'da yer verdiği
bir sözdür."
"Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki?"
Evet! Allah'dan daha çok sözünde duran kimdir?
Kuşkusuz Allah yolunda cihad, her mü'minin boynunun borcu
olan bir sözleşmedir. Yeryüzüne peygamberler gönderildiğinden,
Allah'ın dini insanlara duyurulduğundan beri gelmiş
geçmiş her mü'minin boynunun borcudur cihad. Bu her zaman
için yürürlükte olan bir kanundur. Bu kanun uygulanmadan
hayatta denge sağlanamaz. Bu,kanunu terketmekle hayat
kesinlikle düzelmez:
"Eğer Allah bazı insanların şerrini
diğerleri aracılığı ile savmasaydı,
yeryüzünü kargaşa kaplardı."
"Eğer Allah bazı insanları diğerleri
aracılığıyla savmasaydı, manastırlar,
kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan
camiler yakılıp giderdi."
Hak kendi yolunda hareket etmek zorundadır. Batıl ise,
hakkın yoluna dikilmek zorundadır. Daha doğrusu
batıl, hakkın yolunu kesmek zorundadır.
Allah'ın dininin, insanlığı kulların
kulluğundan kurtarıp onları tek ve ortaksız
Allah'a kul yapmak için harekete geçmesi kaçınılmazdır.
Tağutun da hakkın yoluna dikilmesi, daha doğrusu,
yolunu kesmesi kaçınılmazdır. Allah'ın dini,
tüm `yeryüzünde', bütün insanlığı `özgür kılmak
için harekete geçmelidir. Hakkın kendi yolunu izlemesi ve
batıla hareket imkânı vermemek için, bir an bile
yolunu izlemekten vazgeçmemesi kesinlikle zorunludur.
Yeryüzünde küfür oldukça... Batıl yaşadıkça
yeryüzünde... `İnsanın'
saygınlığını ayaklar altına alan,
Allah'dan başkasına yönelik kulluk olayı yeryüzünde
var oldukça Allah yolunda cihada geçerlidir ve her mü'minin
boynunun borcu olan biat, her mü'minin imzaladığı
alışveriş sözleşmesi ve verilen söze bağlılığı
bunu yerine getirmeyi gerektirmektedir. Aksi takdirde imanın
varlığı sözkonusu olamaz. "Kim savaşmadan,
savaşmayı arzulamadan. ölürse, bir tür münafıklık
üzerine ölür.
"O halde yaptığınız bu
alışverişe sevininiz. İşte büyük
kurtuluş, büyük başarı budur."
Canlarınızı ve mallarınızı
Allah'a özgü kıldığınızdan ve yüce
Allah'ın va'dettiği gibi
karşılığında ücret olarak cenneti aldığınızdan
dolayı sevinin... Karşılığında
cenneti almak üzere canını ve malını Allah'a
teslim eden mü'min, ne kaybeder?.. Allah'a andolsun ki, hiçbir
şey kaybetmez. Çünkü insan ölecek, mal da yok olup
gidecektir. Sahibi bunları, ister Allah yolunda, ister
başkasının yolunda harcasın, durum
değişmeyecektir. O halde cennet kazançtır.
İşin özünde ve ticarette karşılığı
bulunmayan bir kazançtır. Çünkü cennete karşılık
olarak verilen canlar ve mallar şu veya bu şekilde yok
olacaklardır.
Allah için yaşayan, insanın yükseldiği bu yüce
makam bir yana, zafer elde ettiğinde onun sözünü
yüceltmek, dinini yeryüzüne egemen kılmak, onun
kullarını Allah'dan başkasının
aşağılayıcı kulluğundan kurtulmak için
elde eder. Şehit düştüğünde O'nun yolunda ve
O'nun dininin kendi yanında hayattan daha üstün olduğuna
tanıklık etmek için şehit düşer. Her
hareketinde, her adımında yeryüzünün kayıtlarından
daha güçlü, toprağın
ağırlığından daha yüce olduğunun
bilincinde olur. Kendi dünyasında imanı
sıkıntılardan üstün tutması, inancı
hayata tercih etmiştir.
Kuşkusuz tek başına bu bile kazançtır.
İnsanın insanlığının ön plana çıkması
açısından büyük bir kazançtır bu. Nitekim
insanın insanlığı, zorunlulukların
kementinden kurtulduğu, iman sıkıntılara galip
geldiği ve inanç hayata üstünlük sağladığı
zamanlarda olduğu kadar hiçbir zaman bu kadar pekişmez,
ön plana çıkmaz. Bir de, bütün bunlara cennet eklenince.
İşte bu, sevinmeyi gerektiren bir
alışveriştir. Hiçbir kuşkuya, hiçbir tartışmaya
yer bırakmayan kesin bir başarıdır,
kurtuluştur.
"O halde yaptığınız bu
alışverişe sevininiz. İşte büyük
kurtuluş büyük başarı budur."
Şimdi de bu ayette yer alan yüce Allah'ın şu sözü
üzerinde kısacık duralım:
"Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve
hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer
verdiği bir sözdür."
Yüce Allah'ın kendi yolunda cihad edenlere verdiği söz,
Kur'an'da sık sık vurgulanan, defalarca yinelenen,
herkesce bilinen meşhur bir sözdür. Bu söz, Allah yolunda
cihad unsurunun bu ilahi sistemin özündeki köklülüğü ve
gerekliliği konusunda herhangi bir kuşkuya imkân bırakmamaktadır.
Çünkü cihad, insanlığın realitesine uygun düşen
bir yöntemdir. Bu yöntem, belli bir zamana ve belli bir bölgeye
de özgü değildir. Cahiliye, kendisine teoriyle
karşılık verilecek bir teori olarak
belirmediğine, daha çok harekete dönük organik bir
toplumun şahsında somutlaştığına,
kendi varlığını maddi güce başvurarak
koruduğuna, aynı şekilde Allah'ın dinine ve
Allah'ın dinine dayalı olarak kurulmuş her islâmi
topluluğa karşı bu maddi gücü kullandığına,
insanları yüce Allah'ın kullar üzerindeki tek ve
ortaksız ilahlığını duyurmaya ve tüm
"yeryüzünde", bütün "insanlığı"
kula kulluktan kurtulmaya ilişkin islâmın evrensel
bildirisine kulak vermekten alıkoyduğuna, aynı
şekilde insanları kulların dışında
tek başına Allah'a kul olmak suretiyle tağuta kul
olmaktan kurtulmuş özgür islâm toplumunun organik yapısına
katılmaktan alıkoyduğuna göre; islâmın, bütün
"insanlığın" özgürlüğüne ilişkin
evrensel bildirisini gerçekleştirmek için tüm
"yeryüzünde" harekete geçip; cahiliye toplumlarını
koruyan, islâmi diriliş hareketini yeryüzünden silen,
islâmın özgürlük bildirisini susturmaya çalışan
ve kulların kula kulluk boyunduruğu altında
kalmalarını sağlayabilmek rolünü kesintisiz
olarak yerine getiren maddi güçlerle çarpışması
kaçınılmazdır.
Yüce Allah'ın Tevrat ve İncil'de kendi yolunda cihad
edenlere verdiği söz, hakkında biraz açıklamada
bulunmayı gerektirmektedir.
Bugün yahudi ve hristiyanların elinde bulunan Tevrat ve
İncil için, bunlar yüce Allah'ın peygamberleri Hz.
Musa ve Hz. İsa'ya -selâm üzerine olsun- indirdiği
kitaplardır demek mümkün değildir. Hatta yahudi ve
hristiyanlar da, bu iki kitabın esas nüshalarının
var olmadığını ve bugün ellerinde bulunan
kitapların uzun bir dönemden sonra yazıldıklarını,
bu iki kitabın temel içeriklerinin büyük bir kısmının
kaybolduğunu, elde bulunanların esas nüshadan hatırda
kalan az bir kısım olduğunu, bunun da çok az olduğunu,
çoğu kısımlarının ekleme olduğunu
tartışmasız kabul ederler.
Buna rağmen eski ahid kitaplarında cihada ve
yahudilerin ilahları olan Allah'a, dinlerine ve ibadetlerine
yardım etmeleri için putperest düşmanlarıyla
savaşmaya teşvik edildiklerine ilişkin
işaretler yer almaktadır. Her ne kadar bu kitaplar
üzerinde yapılan tahrifatlar onların yüce Allah'a ve
onun yolunda cihad etmeye ilişkin düşüncelerini karmaşık
hale getirmişse de, yine de bu işaretlere rastlamak mümkündür.
Bugün hristiyanların elinde bulunan dört İncil'de
ise, cihad sözü geçmediği gibi, cihada ilişkin bir
işaret de yer almamaktadır. Fakat
hristiyanlığın özüne ilişkin olarak
yaygınlık kazanan tüm kavramları
değiştirmemiz bir zorunluluktur. Çünkü bu kavramlar
-bizzat hristiyan araştırmacıların
tanıklığı ile- bundan önce de korunmuş
ve hiçbir şekilde yanlışlığın
karışmadığı kitabında
yeraldığı gibi, yüce Allah'ın
tanıklığı ile hiçbir dayanakları
bulunmayan bu farklı İncil'lerden
kaynaklanmaktadırlar.
Yüce Allah korunmuş Kitab'ında -Kur'an'da- şöyle
buyurmaktadır: Allah yolunda savaşan, bu uğurda
öldüren ve öldürülenlere cenneti vereceğine ilişkin
sözü Tevrat'ta İncil'de ve Kur'an'da yeralan bir sözdür.
Dolayısıyla bu söz, bundan sonra kimseye söyleyecek
bir şey bırakmayan ve gerçeği ifade eden bir sözdür.
Kuşkusuz cihad, her mü'minin boynunun borcu olan bir
biattır, bir sözleşmedir. Bu sözleşme yeryüzüne
peygamberler gönderildiğinden, insanlara Allah'ın dini
duyurulduğundan beri geçerlidir...
Ne var ki, Allah yolunda cihad sadece bir savaş
coşkunluğundan ibaret değildir. Duygu ve düşüncelerde,
ahlâk ve davranışlarda somutlaşan iman esası
üzerine kurulmuş bir zirvedir. Dolayısıyla yüce
Allah'ın kendileriyle bu sözleşmeyi gerçekleştirdiği
ve imanın özünü temsil eden mü'minler kendilerinde imanın
temel nitelikleri somutlaşan kimselerdir.
TEVBE EDENLER, KULLUK EDENLER, HAMDEDENLER, RÜKU VE SECDE
EDENLER
"Allah ile alışveriş yapanlar, tevbe
edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hamd edenler, Allah
yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler
iyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar,
Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdir."
Geçmişte yaptıkları kötülüklerden dolayı,
"Tevbe
edenler"; bağışlanma
dileyerek Allah'a dönenlerdir. Tevbe, geçmiş şeylerden
dolayı pişmanlık duymaktır, geri kalanlar için
de Allah'a yönelmektir. Günahlardan uzak durmak ve iyi işler
yapmak, tevbenin fiilen gerçekleştiğinin ifadesi
olduğu gibi günahları terketmek de bunun ifadesidir.
Buna göre tevbe; temizliktir, arınmadır, Allah'a yöneliştir,
davranışları Allah'ın direktifleri
doğrultusunda düzeltmektir.
"Sırf Allah'a kulluk edenler." Onun
ilahlığını kabul etmenin somut ifadesi olarak
kullukla, ibadetle sadece yüce Allah'a yönelen kimselerdir. Bu sıfat
'onların kişiliklerinde yer etmiştir. Bireysel
ibadetler bu sıfatın tercümanı
niteliğindedir. Nitekim her davranışta, her sözde,
her itaatte ve her tabi oluşta sadece Allah'a yönelmek de bu
sıfatın tercümanıdır. Bu da yüce Allah'ın
ilahlığını ve Rabblığını
onaylamanın pratik ve realist ifadesidir.
"Hamd edenler" gönülleri,
nimetleri veren yüce Allah'ın
nimetine
karşı şükran duygusu ile dolup taşanlardır,
dilleri bollukta ve yoklukta Allah'ı hamd edenlerdir.
Bollukta nimetin dış görünüşünden dolayı
teşekkür ederler. Yoklukta da yüce Allah'ın imtihan
etmesi suretiyle O'nun kendilerine yönelik rahmetinin bilincinde
olurlar. Allah'a hamd etmek, sadece bolluk zamanında
nimetlere karşı hamd etmekten ibaret değildir.
Aynı şekilde mü'min gönül, yüce Allah'ın
kullarına merhamet ettiğinin, onlara adil
davrandığının, mü'minleri kendisinin bildiği
bir iyilik amacı ile imtihan ettiğinin, kullar bunun
farkında olmasalar bile durumun bundan ibaret olduğunun
bilincinde olduğu zaman, yoklukta da Allah'a hamd etme
olayı gerçekleşir.
"Allah yolunda geziye çıkanlar." Bunlar
hakkında değişik rivayetler yer
almıştı. Bu rivayetlerin bazısına göre
bunlar Muhacirler'dir. Bazısına göre mücahidlerdir.
Kimi rivayetler de bunların ilim elde etmek için geziye çıkanlar
olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan maksat oruç tutanlardı
diyenler de olmuştur. Biz bunların yüce Allah'ın
yarattıklarını ve onun evrene
yerleştirdiği tabiat kanunlarını düşünen
kimseler olduklarını kabul ediyoruz. Nitekim başka
bir yerde de benzerleri hakkında şöyle denmektedir:
"Göklerin ve yeryüzünün yaradılışında,
gece ile gündüzün birbirini kovalayışında derin
düşünceliler için birçok ibret dersi vardır."
"Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar;
göklerin ve yeryüzünün yaratılışı
hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen
bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan)
münezzehsin, bizi cehennem azabından koru!"
Bu sıfat, tevbe, kulluk ve hamd etmeden sonra oluşan
atmosfere son derece uygun düşmektedir. Çünkü tevbe,
kulluk ve hamd ile birlikte insanı Allah'a döndürecek,
yarattıklarındaki hikmetini ve bu
yaradılışın dayanağı olan
hakkın özünü kavratacak şekilde yüce Allah'ın mülkünü
düşünmek de yer alır... Ne var ki, bu kavrama ile
yetinmemek lâzım, ömrü sadece düşünmek ve Allah'ın
yaratıcılığını itiraf etmekle geçirmemek
lâzım. Yapılması gereken bundan sonra hayatı
bu kavrama esasına dayandırmak ve doğrultuda
geliştirmektir.
"Rükua varanlar, secde edenler". Namazı
kılanlar. ve namazı kendilerinin ayrılmaz bir
niteliği haline getirenlerdir. Öyle ki, rüku ve secde onların
insanlar arasındaki ayırıcı özellikleri
haline gelmiştir...
"İyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar..."
Allah'ın şeriatı ile yönetilen müslüman bir
toplum oluştuğu ve başkasına değil sadece
Allah'a uyulduğu zaman, bu toplumun içinde iyiliği
emretme, kötülüğü yasaklâma görevi yerine getirilir. Bu
toplum içinde meydana gelen yanlışlıklar
Allah'ın sisteminden ve şeriatından sapmalar ele
alınır. Fakat yeryüzünde bir müslüman toplum
varolmadığı zaman, yani, yeryüzünde hakimiyetin
sadece Allah'a ait olduğu, sadece O'nun
şeriatının egemen olduğu bir toplum
varolmadığı zaman; iyiliği emretme görevi ilk
etapta, en büyük iyiliği emretmeye yöneltilmelidir. Bu da
yüce Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığını gerçekleştirmektir. Aynı
şekilde kötülükten sakındırma görevi de, daha
baştan en büyük kötülüğü ortadan kaldırma
amacına yöneltilmelidir. Bu kötülük, tağutun
egemenliği ve bu egemenlik aracılığı ile
insanları Allah'ın şeriatının
dışında, O'ndan başkasına kul
yapmalarıdır... Hz. Muhammed'e -Allah'ın salât ve
selâmı üzerine olsun- inananlar, hicret edenler, ilk başta
Allah'ın şeriatının egemen olduğu müslüman
bir devlet kurmak ve bu şeriatla yönetilen bir müslüman
toplum oluşturmak için cihad edenler, bu hedeflerini
gerçekleştirdikten sonra ibadetlere ve günahlara ilişkin
ayrıntı sayılan konularda iyiliği emretme ve kötülükten
sakındırma görevini üstlenmişlerdir. Bir müslüman,
devlet ve müslüman bir toplum kurulmadan önce, kesinlikle bu
tür ayrıntılara dalmamalıdır. Çünkü bu ayrıntılar
ancak bir kökten kaynaklanabilir. En büyük iyilik ve en büyük
kötülük sorunu çözülmeden önce, ayrıntı
sayılan iyilikler ve kötülükler sorununa değinmemek
gerekmektedir. Nitekim ilk defa müslüman toplum oluştuğu
zaman sorun bu şekilde ele alınmıştı.
"Allah'ın sınırını gözetenler."
Allah'ın koyduğu kuralları hem. kendi
şahıslarına, hem de insanlara uygulayanlar. Bu
kuralları ortadan kaldıranlara ve çiğneyenlere
karşı koyanlar... Ne var ki bu görev de, tıpkı
"iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama"
görevi gibi; sadece müslüman bir toplumda yerine getirilebilir.
Müslüman toplum da sadece bütün alanlarda Allah'ın
şeriatının egemen olduğu toplumdur. Müslüman
toplum, ilahlıkta, Rabblıkta, egemenlikte ve yasamada
Allah'ı bir ve ortaksız kabul eden ve Allah'ın izin
vermediği her türlü yasada somutlaşan tağut'un yönetimini
reddeden toplumdan başkası değildir. İşte
bütün çabalar ilk başta böyle bir toplumu oluşturma
amacı etrafında
yoğunlaştırılmalıdır. Bu toplum
oluştuğu zaman, Allah'ın koyduğu
kuralları gözetenler, kendilerine bu toplum içinde yer
bulabilirler. Tıpkı ilk defa müslüman toplum oluştuğu
zaman olduğu gibi.
İşte yüce Allah'ın kendileriyle
alışveriş sözleşmesi yaptığı mü'min
toplum budur. Bunlar da bu toplumun nitelikleri ve ayırıcı
özellikleridir. Kulu Allah'a döndüren, günah işlemekten
alıkoyan ve onu iyi işler yapmaya yönelten tevbe...
İnsanı Allah'a ulaştıran, yüce Allah'ı
insanın mabudu, gayesi ve yöneliş mercii yapan kulluk.
Yüce Allah'a eksiksiz teslim oluşun, onun rahmetine ve
adaletine kesinlikle güvenmenin sonucu olarak bollukta da,
yoklukta da Allah'ı hamd etme...
Yaratılışın planında yeralan hikmet ve
gerçeği gösteren evrende dile gelen Allah'ın
ayetleriyle birlikte Allah'ın mülkünde geziye çıkma...
Kişisel ıslahı aşıp kulların ve
hayatın ıslahına yönelen, iyiliği emretme ve
kötülükten sakındırma... Allah'ın
sınırlarını gözetleme... Bunları çiğnemeye
ve geçersiz kılmaya yeltenenleri vazgeçirme... Bu sınırları
saldırıdan ve ayaklar altına alınmaktan
koruma...
İşte yüce Allah'ın cennet üzerine sözleştiği
ve peygamberler gönderildiği, Allah'ın dini insanlara
duyurulduğu günden beri yürürlükte olan Allah'ın
kanunu doğrultusunda yol almaları için canlarını
ve mallarını satın aldığı mü'min
toplum budur. Bu kanun Allah'ın sözünü yüceltmek için
savaşmak, Allah'a isyan eden, Allah'ın düşmanlarını
öldürmek ya da hak ile batıl, islâm ile cahiliye,
şeriat ve tağut, doğru yol ile sapıklık
arasındaki kesintisiz savaşta şehit düşmektir.
Hayat oyun ve eğlence değildir. Hayvanlar gibi yemek
ve çeşitli zevkler tatmak değildir hayat. Hayat onur
kırıcı bir barış ortamında
yaşamak demek değildir. Değersiz bir huzur, ucuz
bir güvenlikten hoşnut olmak değildir hayat. Hayat, hak
uğruna çarpışmak, iyilik yolunda cihad etmek,
Allah'ın sözünün yücelmesi için üstünlük sağlamaktır,
kötülüğe galip gelmektir. Ya da bu uğurda Allah
yolunda şehit düşmektir... Sonra da cenneti,
Allah'ın hoşnutluğunu elde etmektir.
Allah'a inananların çağırıldığı
hayat budur işte... "Ey
inananlar, sizi
hayat bahşedecek ilkelere çağırdıkları
zaman, Allah'a ve peygambere olumlu karşılık
veriniz."
Kuşkusuz Allah doğru söylüyor. Doğru söylüyor,
O'nun sevgili peygamberi...
İNANÇ VE SOY BAĞI
Yüce Allah'ın karşılığında
cennet vermek üzere canlarını ve mallarını
satın aldığı mü'minler, tek bir ümmettirler.
Aralarındaki ilişkiyi ve tek bir toplum olarak
varolmalarını sağlayan bağ, Allah
inancıdır. Müslüman toplum ile diğer toplumlar
arasındaki son ilişkileri düzenleyen bu sure, işaret
ettiğimiz bu bağa (inanç bağına) dayanmayan
ilişkiler konusunda son derece tavizsizdir.
Özellikle Mekke fethinden sonra, henüz islâmın
tabiatına uyum sağlayamamış birçok grubun
islâma girmesi ve bu grupların hayatında akrabalık
ilişkilerinin derin köklere sahip olması nedeniyle ve müslüman
toplumda büyük bir genişlemenin meydana gelmesi sonucu
ortaya çıkan sarsıntılar nedeniyle bu
bağın vurgulanması daha bir önem kazanmıştır.
İşte aşağıdaki ayetler, bu
alışverişi gerçekleştiren mü'minlerle,
ahiretteki gidiş yolları ve varacakları sonuçlar
birbirinden farklı olduktan sonra yakın akraba da
olsalar, bu konuda onlara katılmayanların tüm ilişkilerini
kesip atmaktadır.
|
|
O |
|
O |
|