savaş
öncesinde göçmenlere yardım ellerini uzatan
Medineliler`dir. Kimi bilim adamlarına göre bunlar islâm
tarihinde "Rıdvan Biatı" adı ile
anılan Peygamberimize bağlılık sözü verme
törenine katılanlardır. İslâm toplumunun oluşum
aşamalarına ve bu toplumun iman katmanlarının
yapılanmasına ilişkin
araştırmalarımıza dayanarak az yukarda tercih
ettiğimizi belirttiğimiz görüşün diğerlerine
göre daha doğru olduğuna inanıyoruz.
Doğrusunu bilen Allah'dır kuşkusuz.
İslâm toplumunun oluşum aşamaları ve bu
toplumun iman kriterli katmanları konusunda onuncu cüzde
yaptığımız açıklamanın bazı
paragraflarını aşağıya almayı uygun
görüyoruz. Böylece okuyucuya o eski sayfalara başvurmayı
önereceğimiz yerde, orada söylediklerimizi önüne getirmiş
oluyoruz. Bu sayede okuyucu incelemekte olduğumuz ayetlerde
yapılan islâm toplumunun gruplarına ilişkin nihai
tasnifi o açıklamada gözler önüne sermeye çalıştığımız
gerçeğin ışığı altında
değerlendirebilme fırsatını bulacaktır."
İslâmi hareket Mekke'de şiddet ortamında
doğdu, baskı sınavından geçmiş seçkin
insanların kişiliklerinde varlık buldu.
Kureyşli müşriklerin başını çektiği
cahiliye uygarlığı "Lailâhe illellah,
Muhammedün Resulullah (Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed
O'nun elçisidir)" çağrısının içerdiği
gerçek tehlikeyi sezmekte gecikmedi. Adamlar, bu çağrının
yetkisini yüce Allah'dan almamış, her türlü yeryüzü
kaynaklı otoriteye karşı başkaldırma
anlamına geldiğini, yeryüzünde egemenlik kurmuş bütün
tağutlara, bütün zorbalara uzlaşmasız bir meydan
okuma demek olduğunu, bütün bu diktatörlüklerden kaçıp
yüce Allah'a sığınma kararını
haykırdığını hemen anladılar.
Ayrıca onlar bu çağrının
oluşturduğu ve Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- liderliği altında gelişen, yeni
organik ve hareketli toplumun taşıdığı
ciddi tehlikeyi de kavradılar. Bu ele-avuca sığmaz,
hareketli toplum ortaya çıktığı ilk günden
itibaren yalnız yüce Allah'a ve Peygamberimize itaat etmeyi
ilke edinmiş, Kureyş kabilesinin temsil ettiği
cahiliye rejimine ve bu rejimin ayakta tuttuğu sosyal düzene
karşı çıkmış,
başkaldırmıştı.
Evet, işin başında Kureyş kabilesinin
temsil ettiği cahiliye uygarlığı hem o, ve hem
de bu tehlikeyi kısa zamanda sezdi ve bu sezgisinin sonucu
olarak vakit geçirmeden, hem bu yeni çağrıya, hem bu
yeni topluma ve hem de bu yeni liderliğe karşı
amansız, vahşi bir savaş açmış; öteden
beri kullana geldiği bütün işkenceleri, bütün
tuzakları, bütün bozgunculukları ve bütün hileleri işletmeye
koyulmuştu.
Cahiliye toplumu varlığını tehdit eden bu
tehlike karşısında reflekssiz bir savunmaya
girişmişti. Tıpkı ölüm tehlikesi ile karşılaşan
her canlı varlığın yaptığı
gibi. Bu kaçınılmaz, doğal bir reaksiyondur. Kula
kulluk esasına dayalı bir cahiliye toplumunda ne zaman yüce
Allah'ın ilahlığını benimsemeyi
haykıran bir çağrı seslendirilirse; ne zaman bu
çağrı yeni bir liderlik kadrosunun izinden giden,
hareketli bir toplumun kişiliğinde somutlaşır
da bağrından çıktığı
kokuşmuş cahiliye toplumuna taban tabana zıt bir
strateji ile karşı çıkarsa, mutlaka böyle bir
reaksiyon ortaya çıkar.
O zaman yeni islâm toplumunun her ferdi, işkencenin ve
fitnenin her türlüsü ile karşı karşıya
kalır. Bu iş kimi zaman kan dökülmesi aşamasına
kadar varır. İşte o günlerde kendini tamamen yüce
Allah'a adamış; her türlü sıkıntıya,
fitneye, açlığa, sürgüne, işkenceye ve kimi
zaman en acımasız türden ölüme katlanmayı
peşin olarak göze alan seçkin insanlardan başka hiç
kimse, "Lâilâhe illellah, Muhammedün Resulullah"
cümlelerinden oluşan "Şehadet" çağrısını
seslendirmeye, yeni islâmi topluma katılıp bu yeni
toplumun liderlik kadrosunun direktiflerini benimsemeye cesaret
edememişti.
Bu seçkin azınlık sayesinde islâm Arap toplumunun
en sağlam unsurlarından oluşmuş,
dayanıklı bir temel edinmişti. Bu baskılara
katlanamayan kimseler ise, yeni dinlerinden vazgeçerek tekrar
cahiliye dönemine dönmüşlerdi. Bu tür dönekler sayıca
azdı. Çünkü bu dine girenlerin başlarına ne gibi
belâların geleceği önceden belli ve açıktı.
Bu yüzden sağlam karakterli ve seçkin kimseler dışında
kalan sıradan insanlar, cahiliye toplumundan koparak islâma
girmeyi, korkular ve tehlikeler ile dolu dikenli yola koyulmayı
göze alamamışlardı.
İşte yüce Allah Muhacirler'in öncülerini bu seyrek
rastlanır örnekler arasından seçerek, onların
Mekke'de bu dinin dayanıklı temeli olmalarını
sağlamıştı. Aynı kimseler daha sonra
Ensar'ın öncüleri ile birlikte Medine'de de bu islâma sağlam
temel oluşturma fonksiyonlarını sürdürmüşlerdi.
Gerçi Medineli müslümanlar, Mekkeli müslümanlar gibi bu dinin
sıkıntılarına katlanmamışlardı,
ama Peygamberimiz ile yaptıkları "Akabe
biatı", orada içtikleri bağlılık
andı onların da bu dinin özü ile bağdaşacak
asil bir karaktere sahip insanlar olduklarını
kanıtlamıştı. Ünlü tefsir bilgini İbn-i
Kesir bu konuda şöyle diyor:
"Muhammed b. Karab Karadi'nin ve başkalarının
bildirdiğine göre, Akabe biatının gerçekleştiği
gece Abdullah b. Revahe Peygamberimize, `Gerek Rabbin ve gerekse
kendin adına bize dilediğin şartları koş'
dedi. Peygamberimiz, `Rabbim adına sadece O'na kulluk
etmenizi, hiçbir şeyi kendisine ortak saymamanızı
şart koşarım. Kendi adıma da kendinizi ve
malınızı koruduğunuz gibi, beni de
korumanızı şart koşarım' buyurdu.
Medineli müslümanlar `Peki, eğer bu şartları
yerine getirirsek ne elde ederiz?' diye sordular. Peygamberimiz,
`Cenneti elde edersiniz' buyurdu. Bunun üzerine Medineli
müslümanlar, `Ne kadar kârlı bir alış-veriş
bu, bu anlaşmayı ne kendimiz bozarız ve ne de
senden bozulmasını isteriz' dediler."
Peygamberimizin önünde bu biat andını içenler, bu
sözleşmenin ucunda cennetten başka hiçbir karşılık
beklemeyenler, bu alış-verişe bağlı
kalacaklarını kesin bir dille ifade edenler, bu
anlaşmayı kendileri bozmayacakları gibi,
Peygamberimizden de onu bozmasını istemeyeceklerine
karar verenler, içtikleri andın içeriğinin basit
olmadığını biliyorlardı;
Kureyşliler'in şimşeklerini üzerlerine
çekeceklerinden ve tüm Araplar'ın oklarına hedef
olacaklarından emindiler. O andan itibaren artık gerek
Arap Yarımadası'nın her tarafında egemen olan
ve gerekse Medine'de burunlarının dibindeki cahiliye
toplumunda, barış içinde yaşayamayacaklarının
kesinlikle bilincinde idiler."
Bu belge gösteriyor ki, Medineli müslümanlar bu biatın,
içtikleri bu bağlılık andının
omuzlarına bindirdiği yükümlülükleri açık bir
kesinlikle biliyorlardı; bunun yanısıra bu yükümlülüklerin
karşılığında kendilerine dünya hayatında
düşmanları önünde -zafer ve üstünlük de dahil
olmak üzere- hiçbir şey vadedilmediğinin, kendilerine
vadedilen tek ödülün cennet olduğunun da bilincinde
idiler. Ayrıca bu belge, onların içtikleri bu andın
ne derece bilincinde olduklarını ve onun gereğini
yerine getirmek için ne büyük bir titizlik göstermeye kararlı
olduklarını da kanıtlıyor. Bundan dolayı
onların, bu dinin binasının ilk kurucuları ve
alt yapısının hazırlayıcıları
olan öncü Muhacirler (Mekkeli müslümanlar) ile birlikte bu
dinin Medine'deki dayanıklı temelini
oluşturdukları kuşku götürmez bir gerçektir.
Fakat Medine toplumu bu samimiyeti, bu arınmışlığı
sürdüremedi. İslâm Medine'de ortaya çıkıp
yayılınca, çoğunluğunu mevki sahiplerinin
oluşturduğu birçok kimseler sosyal konumlarını
koruyabilmek için hemşehrilerine ayak uydurmak, onlarla
aynı görüşteymişler gibi görünmek zorunda kaldılar.
Nitekim Bedir olayı ortaya çıkınca bu sinsi
tiplerin lideri konumunda olan Abdullah b. Ubeyy b. Selül,
"Bu başa gelebilecek bir olaydır" diyerek
kendisini müslümanmış gibi göstermeye yeltendi.
Ayrıca birçok Medineli toplumda doğan heyecan
dalgasına kapılarak özenti ile islâma girmiş
olmalıdır. Gerçi bu kimselerin münafık
olduklarını düşünmüyoruz, ama henüz islâmın
özünü kavramadıkları, onun potası içinde pişmedikleri
kesindi. İşte çeşitli toplum kesimleri
arasındaki bu inanç düzeyi farklılığı,
Medine'nin toplumsal yapısında çalkantı meydana
getirmişti.
İşte bu noktada Kur'an'ın eşsiz eğitim
metodunun Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
liderliği altında kolları sıvayarak işe
koyulduğunu görüyoruz. Kur'an'ın eğitim metodu,
bir yandan çabasını bu yeni unsurlar üzerine yoğunlaştırırken,
öte yandan da genç toplumun bünyesine katılan
değişik insan gruplarının inanç, ahlâk ve
davranış düzeyleri arasında uyum ve koordinasyon
meydana getirmeye yönelmiştir.
Medine'de inen sureleri -yaklaşık kronolojik
sıralarına göre- gözden geçirdiğimiz zaman, islâm
toplumundaki bu farklı unsurları aynı potada
eritmek için ne kadar büyük bir çaba harcandığını
görürüz. Özellikle kabilesinin takındığı düşmanca
tutuma ve Arap Yarımadası'nda yaşayan bütün
kabilelere yönelik kışkırtmalarına ve
yanısıra yahudilerin iğrenç tutumlarına ve bu
yeni dini, bu genç toplumun bütün düşmanlarına yönelik
kışkırtmalarına rağmen, bu
değişik unsurların sürekli biçimde islâm
toplumuna katıldıklarını ve bu
değişik unsurların aynı potada eritilip
aralarında uyum meydana getirilmesi işlemine yönelik
ihtiyacın devamlılığını,
kesintisizliğini gözönünde bulundurursak, bu yönde
harcanan çabanın ne kadar büyük olduğunu daha iyi
kavrarız.
Bütün bu yoğun çabalara rağmen zaman zaman -özellikle
zor dönemlerde bazı karakter zayıflığı,
münafıklık, tereddüt, cimrilik, fedakârlıktan kaçınma,
tehlikeler karşısında
yılgınlığa kapılma belirtileri başgösteriyordu.
Özellikle inanç belirsizliğine ilişkin emarelere
sıkça rastlanıyordu ki, bu emareler müslümanlar ile
cahiliye zihniyetine bağlı akrabaları
arasındaki ilişkilerde belirleyici bir rol oynuyordu.
İşte Kur'an'ın eğitim metodu, Medine'de inen,
ardışık surelerdeki birçok ayette mahiyetleri açıklanan
bu hastalık belirtilerine eşsiz ilahi ifadelerin
değişik ilaçları ile karşı koyuyordu.
Bununla birlikte islâm toplumunun yapısı Medine döneminde
gençlikle sağlıklı olma niteliğini
koruyabilmişti. Çünkü toplum, Muhacirler ile Ensar'dan oluşan
samimi öncülerin sarsılmaz temeline dayanıyordu. Bu
sarsılmaz temel, zaman zaman beliren hastalık
arazları ve çalkantı görüntüleri karşısında
toplumda dayanışma ve istikrar etkeni oluşturuyor;
henüz toplum potasında eritilememiş olgunluğa
erdirilememiş, dayanışmacı ve uyumlu
olmaları sağlanamamış bu unsurların
varlığını ortaya koyan tehlikelere
karşı koyabiliyordu.
Bunun yanısıra bu unsurlar da yavaş yavaş
toplumun potasında eriyor, arınıyor ve sözkonusu
sağlam çekirdek ile uyumlu hale geliyordu. Bunun göstergesi
olarak zayıf karakterlilerden, münafıklardan, müteredditlerden,
yılgınlardan ve toplumun diğer kesimleri ile
ilişki kurarken dayanacakları inanç sistemlerini
vicdanlarında henüz belirginliğe
kavuşturamamış kararsızlardan
oluşmuş uyumsuz unsurların sayısı günden
güne azalıyordu. Öyle ki, Mekke fethinden az önceki
günlerde islâm toplumu, halis çekirdeği ile kaynaşan
tam bir uyumun, benzersiz ilahi eğitim sisteminin amaç
edindiği örneğe bir hüküm olarak ulaşmanın
eşiğine oldukça yaklaşmıştı.
Evet, bu toplumda bizzat inanca dayalı hareketin özünün
meydana getirdiği düzey farklılıkları halâ
vardı. Bazı mü'min gruplar hareket içindeki dayanıklılık,
öncülük ve direnme dereceleri sayesinde üstünlük kazanmışlar,
seçkin konuma yükselmişlerdi. Meselâ Muhacirler ile
Ensar'dan oluşan öncüler, Bedir savaşına
katılanlar, Hudeybiye'de aktedilen "Rıdvan
Biatı"na katılanlar ve daha sonraki günlerde Mekke
fethinden önce savaş harcamalarına katılanlar ve
bilfiil savaşanlar, bu seçkin grupların
başlıcaları idi. Nitekim çeşitli Kur'an
ayetleri, çeşitli hadisler ve yaşanan toplumsal
pratikler, inancı eyleme yansıtmış olmaktan
kaynaklanan bu derece üstünlüklerini vurgulamış, bu
haklı seçkinliklerin altını çizmişlerdi.
Fakat bu seçkin grupların, islâmi hareket içinde pekişen
yüksek düzeyli imanlarından kaynaklanan bu
ayrıcalıklı konumları, Mekke fethinden az
önceki Medine toplumunda çeşitli grupların iman düzeyleri
bakımından birbirine yaklaşmalarına,
aralarında uyum meydana gelmesine, saflardaki çalkantı
belirtilerinin büyük oranda ortadan kalkmasına; karakter
zayıflığı, tereddüt, cimrilik, fedakârlıktan
kaçınma, inanç belirsizliği ve münafıklık
gibi hastalık belirtilerinin yok olmasına engel
oluşturmamıştı. Öyle ki, Medine dönemi
islâm toplumu, bir bütün halinde islâmın temeli ve ana
çekirdeği olarak kabul edilebiliyordu.
Hicri sekiz yılında gerçekleşen Mekke fethi ile
bu olayı izleyen Hevazin ve Sakif kabilelerinin Taif'teki
teslim oluşları -ki bu iki kabile, Arap
Yarımadası'nın Kureyş kabilesinden sonra gelen
en büyük iki gücünü oluşturuyordu- müslüman topluma
tekrar çok sayıda yeni gruplar eklemişti. Savaş
sonunda teslim olarak' islâma giren bu gruplar, farklı iman
düzeylerinde bulunuyorlardı. Bunların kimi, islâmı
zorla kabul etmiş münafıklardı. Kimi
kalabalığa uyarak görünüşte müslüman olmuştu.
Kimi, sempatileri kazanılarak islâma girmeleri sağlanmış
kimselerdi. İslâmın temel gerçeklerini içlerine
sindirmiş, bu gerçekler; ruhları ile iyice bütünleşmiş
değildi.
Onuncu cüzdeki açıklamamızdan seçerek aldığımız
bu paragraflar Muhacirler ve Ensar'ın öncüleri ile bu iki
grubu tam bir sadakatle izleyerek onların iman düzeylerine
yükselen, islâmi hareket içindeki sınavlarını bu
iki grup gibi başarı ile geçenlerden oluşan bu
üç grubun islâm toplumundaki merkezi konumlarını açıkça
ortaya koyuyor. Bu üç grubun islâm toplumunun kuruluş
çabalarındaki zihinlerden silinmez fonksiyonlarını
ve bu fonksiyonun tüm insanlık tarihini etkilemiş olan
kalıcı etkilerinin somut izlerini kavrıyoruz.
Aynı zamanda yüce Allah'ın, onlara ilişkin şu
sözünün içerdiği özü de sezgilerimizle kucaklıyoruz:
"Allah onlardan hoşnut olduğu gibi, onlar da
Allah'dan hoşnut olmuşlardır."
Allah onlardan hoşnut olmuştur. Bu
hoşnutluğu ödüllendirme izler. Aslında yüce
Allah'ın hoşnutluğu, başlı
başına, en yüce ve en onurlandırıcı
ödüldür. Onların yüce Allah'dan hoşnut olmaları
O'na gönül rahatlığı ile bağlanmaları,
O'nun takdirine güven beslemeleri, O'nun her yaptığının
yerinde olduğuna inanmaları, nimetlerine şükretmeleri
ve aslında sınav amacı taşıyan
belalarına karşı sabırlı
davranmaları anlamlarına gelir. Fakat burada iki kez
tekrarlanan bu "hoşnutluk" deyimi, yüce Allah ile
sözkonusu seçkin ve ayrıcalıklı kulları
arasındaki yaygın, kapsamlı, bol,
karşılıklı, kesintisiz ve
gidişli-gelişli, çift yönlü bir hoşnutluk
havasını ortalığa salıyor, bu seçkin
insanların derecelerini doruklara
tırmandırıyor. Çünkü bir yanda onların yüce
Rabb'leri, öbür tarafta kendileri, yani O'nun tarafından
yaratılmış olan kullar, böyleyken aralarında
karşılıklı hoşnutluk
alış-verişi gerçekleşebiliyor.
Bu öyle bir durum, öyle bir yüce konum, öyle bir havadır
ki, insan sözleri ile ifade edilemez; ancak ayetin kelimeleri
arasından sezilebilir, koklanabilir ve algılanabilir.
Ama bunun için coşkun bekleyişli bir ruhun, açık
bir kalbin ve yüce Allah ile ilişki halinde bir duyum
mekanizmasının varolması gerekir.
İşte bu bahtiyarlar ile Rabbleri arasında egemen
olan sürekli hal budur; "Allah onlardan hoşnut
olduğu gibi, onlar da Allah'dan hoşnut
olmuşlardır." Ayrıca bu ilahi
hoşnutluğun kanıtlayıcı belirtisi
onları bekliyor. Okuyoruz:
"Allah, onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde
ebedi olarak kalacakları cennetler
hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş,
büyük başarı budur."
Hangi kurtuluş, hangi başarı ondan ve bundan
sonra "büyük" sıfatını
taşıyabilir?