1- Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere
Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki
kesme ihtarıdır bu.
2- "Dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşınız.
Allah'ın yapacaklarına engel
olamayacağınızı ve Allah'ın kâfirleri
perişan edeceğini biliniz. "
3- Büyük hacc günü Allah ve Peygamber tarafından tüm
insanlara duyurulur ki; "Allah ve Peygamber'i ile müşrikler
arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer
tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır.
Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına
engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri
acıklı bir azapla müjdele!"
4- Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz
biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi
desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki
anlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz
Allah kötülükten sakınanları sever.
5- Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde
öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel
geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder
de namaz kılar ve zekât verirlerse onları
salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedici ve
merhametlidir.
6- Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği
isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın
sözünü, Kur'ân-ı işitebilsin, sonra da onu güven
içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü
onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur.
Bu âyetler, yirmisekizinci âyetin sonuna kadar olanlarla
birlikte Medine'de ve genel olarak Arap Yarımadası'nda
istikrarlı bir varlık kazanan İslâm toplumu ile
Yarımada'da yaşayan ve İslâm'a girmeyi kabul
etmemiş olan müşrikler arasındaki nihaî ilişkileri
belirlemek üzere inmişlerdir. Bu müşriklerden
bazıları ile Peygamberimiz arasında antlaşma
vardır. Fakat onlar Tebük'te Bizanslılar ile müslümanlar
savaşa tutuşunca bu antlaşmayı bozdular. Bu
kalleşliklerinin sebebi, Bizanslılar'ın İslâm'a
ve müslümanlara ölümcül bir darbe indireceklerini ya da en azından
onların nüfuzlarını kıracaklarını,
güçlerini sarsıntıya uğratacaklarını
beklemeleri idi. Yine bu müşrikler arasında
Peygamberimiz ile antlaşması olmayanlar, fakat buna
rağmen o güne kadar müslümanlara ilişmemiş
olanlar vardı. Bir de Peygamberimiz ile aralarında -süreli
ya da süresiz- antlaşma bulunan ve bu
antlaşmalarının bütün şartlarına uyarak
müslümanların hiç bir düşmanı ile
işbirliği yapmamış olan müşrikler
vardı. İşte gerek bu âyetler ve gerekse
yirmisekizinci âyetin sonuna kadar ki devamları
saydığımız bu müşrik grupların tümü
ile müslüman toplum arasındaki nihaî ilişkileri
belirlemek için inmişti. Gerek bu sûrenin tanıtma
yazısında ve gerekse incelemekte olduğumuz âyetler
grubuna ilişkin giriş yazısında oldukça ayrıntılı
biçimde açıkladığımız gerekçelerin
ışığı altında bu ilişkiler düzenlenmişti.
Bu âyetlerin üslubu ve ifadelerin mesajı bir genel
bildiri ve yüksek sesli haykırma biçimi yansıtıyor.
Böylelikle âyetlerin anlatım üslubu ve mesajın
karakteri ile konuları ve konuyu kuşatan atmosfer
arasında, sıkı bir uyum ortaya çıkıyor
ki, bu Kur'ân'ın ifade tarzında her zaman gördüğümüz
bir özelliktir.
Gerek bu bildirimi kuşatan tarihi şartlar
hakkında gerek bu bildirme işleminin nasıl ve kim
tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin birçok
rivayetler vardır. Bu rivayetlerin en doğrusu, en akla
yakını ve müslüman toplumun o günkü pratik hayatı
ile en bağdaşır olanı İbn-i Cerir'in bu
rivayetleri özetlerken ortaya koyduğu görüştür. Biz
burada onun yorumları içinden pratik gerçeğe
ilişkin görüşümüzü somutlaştıran sözleri
seçeceğiz. Bu seçmeyi yaparken İbn-i Cerir'in
onaylamadığımız ya da biribiri ile çelişir
bulduğumuz sözlerini atlayacak, gündem dışı
tutacağız. Çünkü bizim amacımız ne bu
değişik rivayetleri ve ne de bu rivayetlere ilişkin
İbn-i Cerir'in yorumlarını tartışma
konusu yapmak değildir. Biz sadece bu belgelerin incelenmesi
ile gerçekliğinin güç kazandığına
inandığımız görüşü okuyucuların
dikkatine sunmak istiyoruz:
İbn-i Cerir Taberi'nin bildirdiğine göre ünlü
tefsir bilgini Mücahid "Kendileri ile aranızda
antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i
tarafından yöneltilen bir ilişki kesme
ihtarıdır bu" âyeti hakkında şöyle
diyor:
"Antlaşmalılar" deyiminden maksat Müdlac
kabilesi ile diğer antlaşmalı araplar ve tüm antlaşmalı
müşriklerdir.
Peygamberimiz Tebük savaşını sona erdirince
hacca gitmek istedi. Fakat sonra `Müşrikler Kâbe'ye
gelip orayı çıplak biçimde ziyaret ediyorlar. Bu
yüzden bu durum ortadan kalkmadıkça hacca gitmek
istemiyorum' dedi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi.
Onlar Zülmecaz başta olmak üzere bütün çarşı-pazarları
ve bütün kalabalık yerleri dolaşarak
antlaşmalı müşriklere
antlaşmalarının dört ay daha yürürlükte kalacağını
bildirdiler. Bu aylar hacc mevsimini izleyecek olan
ardışık haram aylardır ki, Zilhicce'nin
yirmisinde başlayıp Rebiulahir'in yirmisinde sona
eriyorlardı. Bu sürenin sonunda hiç kimse ile arada antlaşma
kalmayacaktı. Peygamberimiz o süreden sonra herkese savaş
açacağını bildirdi, sadece iman edenler bu
kararın dışında tutulacaklardı. Bunun
üzerine halkın çoğu iman etti ve hiç biri başka
yere göçetmedi."
Bu antlaşmanın mahiyeti, ilkesi, sona ermesi ve bu
ilke ile sona ermenin amaçları hakkındaki tüm
rivayetleri gözden geçirdikten sonra Taberi sözlerine şöyle
devam ediyor:
"Bu konuda doğruya en yakın görüş, şöyle
diyenin görüşüdür: Yüce Allah'ın,
antlaşmalı müşriklere tanımış
olduğu ve "Dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşınız"
âyeti ile içinde müşriklere seyahat özgürlüğü
sunduğu süre Peygamberimiz'e karşı İslâm'ın
düşmanları ile işbirliği yapan ve
antlaşmalarını süreleri dolmadan tek yanlı
olarak bozan müşrikler için sözkonusudur. Buna karşılık
antlaşmalarını bozmamış, Peygamberimiz'e
karşı İslâm düşmanları ile
işbirliği yapmamış olan müşriklere
gelince yüce Allah "Yalnız antlaşma
şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size
karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere
gelince onlar ile aranızdaki antlaşmalara süreleri
sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları
sever" âyeti ile böylelerinin antlaşmalarını
sürelerinin bitimine kadar geçerli tutmayı Peygamberimiz'e
emretmiştir.
Yüce Allah'ın bu sûrede yeralan `Haram aylar geçince
müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz' âyetinin
bu konuda söylediklerimizin tersini kanıtladığı
ileri sürülebilir. Çünkü bu âyetin haram ayların
bitiminden sonra müşrikleri öldürmeyi müslümanlara farz
kıldığı iddia edilebilir. Fakat bu konudaki
gerçek sanılanın tersinedir. Çünkü bu âyetin az
ilerisinde yeralan başka bir âyet bu konudaki sözlerimizin
doğru olduğunu, haram aylar sona erer-ermez
Peygamberimiz ile arasında antlaşma olan ve olmayan her
müşriki öldürmenin mubah olacağını
sanmanın yanlış olduğunu kanıtlar. Sözünü
ettiğimiz âyet şudur; `Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin
yanında antlaşma yaptıklarınız
dışındaki müşriklere karşı
Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir?
Onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de
onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz
Allah kötülükten sakınanları sever.'
İşte bu âyette sözü edilenler de müşriklerdir.
Yüce Allah, Peygamber'e ve müminlere bunlar dürüst davrandıkça
kendilerine karşı dürüst davranmalarını
emrediyor, onlar ile yapılan antlaşmayı
bozmamaları ve düşmanları ile işbirliği
yapmaktan kaçınmaları gerektiğini buyuruyor.
Bütün bunlar bir yana, Peygamberimiz'den kaynaklanan
elimizdeki belgelere göre Peygamberimiz, Hz. Ali'yi antlaşmalı
müşriklerle ilişkileri kesme kararını açıklamak
üzere Mekke'ye gönderdiğinde ona kendi adına `Kimin
Peygamber'le bir antlaşması varsa bu antlaşma süresinin
sonuna kadar geçerlidir' şeklinde yüksek sesli bir duyuru
yapmasını emretmişti. Peygamberimiz'in bu direktifi
bizim söylediklerimizin en açık delilidir.
Demek ki, yüce Allah, Peygamberimiz ile süreli bir antlaşma
yapıp da bu antlaşmalarına bağlı kalan,
onu çiğnemeye kalkışmayan müşriklerin
antlaşmalarını bozmasını Peygamberimiz'e
emretmedi. Yüce Allah'ın yukardaki âyetle tanıdığı
dört aylık mühlet, antlaşmalarını bu mühletin
verilişinden önce tek yanlı olarak bozanlar ile
antlaşmaları süresiz olan müşriklerle ilgilidir.
Yoksa Peygamberimiz'e antlaşmaları süreye bağlı
olan ve antlaşmalarını çiğneyerek
aleyhlerinde gerekçe hazırlamamış olan müşriklerin
antlaşmalarını süreleri sonuna kadar geçerli
tutması emredilmişti. Nitekim O, hacc mevsiminde
Mekke'de toplanan araplara kendi adına açıklamak üzere
gönderdiği özel elçisine bu yolda talimat vermişti."
Taberi, yine antlaşmalarla ilgili çeşitli
rivayetleri değerlendiren başka bir yorumunda da şöyle
diyor:
"Gerek bu belgeler ve gerekse benzerleri bu konuda bizim
söylediklerimizin doğru olduğunu ve dört aylık mühletin
anlattığımız müşrik gruplar için
sözkonusu olduğunu gösterir. Antlaşmaları belirli
sürelere bağlı olup da Peygamberimiz ve müminlerin
eline bu antlaşmaları bozmak ve antlaşmalı
tarafların düşmanlarını desteklemek için
gerekçe vermemiş olan müşriklere gelince Peygamberimiz
bunların antlaşmalarını süreleri sonuna kadar
geçerli saymıştır. Çünkü yüce Allah'ın
O'na verdiği emir bu yolda idi. Kur'ân'ın açık hükmü
bunu gerektiriyordu ve elimizdeki Peygamber kaynaklı belgeler
de bunun böyle olmasını gerektirir."
Eğer biz zayıf rivayetler ile daha sonraki
yıllarda şiiler ile sünniler arasındaki siyasî
çatışmaların bazı rivayetlere
yansıtmış olabilecekleri yanıltıcı
etkileri bir yana bırakacak olursak bu konuda diyebiliriz ki;
Peygamberimiz o yıl Hz. Ebu Bekir'i hacc emiri olarak göndermişti.
Çünkü müşrikler Kâbe'yi çıplak olarak ziyaret
ettikleri için kendisi hacca gitmek istememişti. Bir süre
sonra "Tevbe" sûresinin baş tarafındaki
âyetler inince Hz. Ali'yi, Hz. Ebu Bekir'in arkasından bu
âyetlerin içeriğini ilgililere duyursun diye Mekke'ye gönderdi.
Hz. Ali, bu âyetlerin içerdiği tüm nihaî hükümleri hacc
kalabalığına ilân etti. İlân ettiği bu
hükümler arasında o yıldan sonra hiç bir müşrikin
Kâbe'yi ziyaret edemeyeceği yasağı da vardı.
Tirmizi'nin tefsirinde yer verdiği bir belgeye göre Hz.
Ali bu konuda şöyle diyor; "Berae (Tevbe) sûresi
inince Peygamberimiz beni aşağıdaki dört maddeyi
ilgililere duyurmak üzere Mekke'ye gönderdi:
1- Kâbe, çıplak olarak ziyaret edilmeyecek.
2- Bu yıldan sonra hiç bir müşrik Mescid-i Haram'a
yaklaşmayacak.
3- Peygamberimiz ile arasında antlaşma bulunanın
antlaşması, süresinin sonuna kadar geçerli olacak.
4- Müslümanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecek.
Bu belge, bu konuya ilişkin elimize kadar gelen belgelerin
en doğrusu, en güveniliridir. Onun için bununla yetiniyoruz.
Şimdi de âyetlerin ayrıntılı açıklamasına
geçiyoruz. Önce okuyalım:
"Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere
Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki
kesme ihtarıdır bu."
Bu yüksek titreşimli, yüce heybetli genel bildiri, o
günkü müslümanlar ile Arap Yarımadası'nda
yaşayan tüm müşrikler arasındaki ilişkilere
ilişkin genel ilkeyi içeriyor. Çünkü bu âyette
sözkonusu edilen "antlaşmalar" Peygamberimiz ile
Arap Yarımadası'nda yaşayan müşrikler
arasında yapılmıştı. Yüce Allah'ın
ve Peygamber'in, müşrikler ile ilişki kestiklerinin ilân
edilmesi her müslümanın tutumunu belirleyen, her müslümanın
kalbinde derin ve sarsıcı titreşimler meydana
getiren bir mesajdır. Öyle ki, bundan sonra hiç kimsede
geri dönüş niyeti ve tereddüt eğilimi kalmaz.
Bu genel bildirinin arkasından bu bildiriyi açıklayan
onun, özelliklerini ve ayrıntılarını belirten
ifadeler geliyor. Okuyalım "Yeryüzünde dört ay
daha serbestçe dolaşınız. Allah'ın
yapacaklarına engel olamayacağınızı ve
Allah'ın kâfirleri perişan edeceğini biliniz."
Bu âyet, yüce Allah'ın müşriklere
tanıdığı mühletin süresini açıklıyor.
Bu mühlet dört aydır. Bu hükmün kapsamına girenler
bu süre zarfında güven içinde diledikleri yerlere giderler,
ticaret yaparlar, hesaplarını tasfiye ederler ve
durumlarını yeni şartlara uydururlar.
Antlaşmalarının sağladığı güvenlik
içinde olurlar, hiç kimse yakalarına yapışmaz.
Hatta müslümanlar aleyhine sonuç vereceğini
sandıkları ilk müsibet sırasında,
Peygamberimiz ile müminlerin bir daha evlerine dönemeyecekleri,
Bizanslılar'a esir olacakları ümidine kapıldıkları
Tebük savaşı sırasında
antlaşmalarını derhal bozan müşrikler bile bu
mühletten özgürce yararlanacaklardı. Nitekim Medine'nin
kargaşacıları ve münafıkları da
aynı beklentiye kapılmışlardı.
Bu ne zaman oluyordu? İmzalanır-imzalanmaz bozulan
antlaşmaların üzerinden uzun bir süre geçtikten, eğer
müşriklerin ellerinden gelirse dinlerinden döndürünceye
dek müslümanlar ile savaşı sürdürmeye kararlı
olduklarını kesinlikle ortaya koyan uzun bir tecrübe
dizisinden sonra bu mühlet veriliyor. Bu olay tarihin hangi çağında
oluyor? İnsanlığın "orman
kanunu"ndan başka hiç bir kanun tanımadığı,
farklı toplumlar arasında savaşma gücünden ya da
böyle
bir
gücün yoksunu olmaktan başka hiç ilişkinin geçerli
olmadığı, gücü yeten tarafın hiç bir uyarıya,
hiç bir ihtara başvurmaksızın ve
imzaladığı antlaşmalara aldırış
etmeksizin eline fırsat geçer-geçmez zayıf
tarafın üzerine çullandığı bir çağda
oluyor bu olay.
Ama İslâm, aynı İslâm'dır. O günden beri
hiç değişmemiştir. Çünkü yüce Allah'ın
sistemindeki kuralların ve ilkelerin zamanla ilgisi yoktur.
Sebebine gelince bu sistemi geliştiren, evrimleştiren
zaman değildir. Fakat insanlığı ekseni
çevresinde ve çerçevesi dahilinde geliştirip
evrimleştiren bu sistemdir. Üstelik bu sistem, kendi etkisi
altında gelişen ve değişen pratiğini sürekli
yenilenen, uygun araçlarla karşılar, bu pratikle
atbaşı ilerlerken ona gelişme ve değişme
yolunda adımlar attırır.
Yüce Allah, müşriklere mühlet verirken yanısıra
objektif gerçek aracılığı ile onların
kalplerini ürpertiyor, bu gerçek ile ilgili olarak onları
uyarıyor, bu gerçeğe gözlerini açmalarını
istiyor. Söz konusu gerçek şu: Onlar yeryüzünde dolaşmakla
yüce Allah'ı kendilerini bulma konusunda güçsüz bırakamazlar.
Aynı zamanda ne O'ndan ve ne de O'nun kendileri için
tasarlayıp karara bağladığı kesin
akıbetten kaçıp kurtulamazlar. Bu kesin akıbet yüce
Allah'ın onları perişan edeceği, rezil
edeceği ve horlanmaya mahkum edeceği gerçeğidir.
Okuyoruz:
"Allah'ın yapacaklarına engel
olamayacağınızı ve O'nun kâfirleri perişan
edeceğini biliniz."
Nereye kaçacaklar, nereye sığınacaklar da yüce
Allah'ı, kendilerini bulup dilediği yere getirme
konusunda zor durumda bırakacaklar? Zira onlar yüce Allah'ın
avucu içinde oldukları gibi yeryüzünün her yeri de O'nun
avucu içindedir! Ve O, onları perişan etmeyi,
aşağılığa mahkum etmeyi tasarlayıp
karara bağlamıştır. O'nun iradesine hiç kimse
karşı koyamaz.
Arkasından bu ilişki kesme kararının ne
zaman açıklanacağı, müşriklere ne zaman
tebliğ edileceği belirtiliyor. Amaç müşrikleri
gerek bu ilişki kesme kararı ve gerekse bu kararın
açıklanacağı zaman ile ilgili olarak dehşete
düşürmektir. Okuyalım:
"Büyük Hacc günü Allah ve Peygamber tarafından tüm
insanlara duyurulur ki; `Allah ve Peygamber'i ile müşrikler
arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer
tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır.
Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına
engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri
acıklı bir azapla müjdele!"
"Hacc-ı ekber" günün belirlenmesi konusunda değişik
rivayetler vardır. Acaba bugün arefe günü müdür, yoksa
Kurban bayramı günü müdür? En doğrusu Kurban
bayramı günü olmasıdır. Âyette geçen "ezan"
kelimesi, "duyurma, ilân etme" anlamına gelir. Bu
olay hacca gelen insanların önünde gerçekleşmiş,
bu kalabalık karşısında yüce Allah'ın ve
Peygamberimiz'in bütün müşrikleri ile ilke olarak
ilişki kestikleri açıklamıştır. Bu
bildirimin arkasından istisna hükmü geliyor. Bir sonraki
âyette süreli antlaşmaların süreleri sonuna kadar
geçerli sayılacakları belirtiliyor.
İlk önce genel ilkenin geniş kapsamlı bir ifade
ile açıklanmasının hikmeti, gerekçesi açıktır.
Çünkü nihaî ilişkilerin mahiyetini somut olarak anlatan hüküm
budur. İstisna hükmü ise tanınan mühletin bitimi ile
geçecek olan bazı durumlara özgüdür. Gerek bu sürenin
tanıtma yazısında ve gerekse bu bölümün girişinde
söylediğimiz gibi insanları tek Allah'ın
kulları kabul eden kamp ile onları düzmece ilâhların
kulları sayan kamp arasındaki kaçınılmaz
ilişkilerin tabiatına geniş bir perspektiften
bakanların kafalarında doğacak olan
anlayış budur.
İlişki kesme ilânının hem
yanıbaşında hidayete özendirici ve sapıklıktan
sakındırıcı ifadeler ile
karşılaşıyoruz. Okuyalım:
"Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır.
Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına
engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri
acıklı bir azapla müjdele!"
İlişki kesme hükmünü duyuran âyette yeralan bu
özendirici ve sakındırıcı ifadeler İslâm
sisteminin karakteristik özelliğini gösterirler. Bu sistem
her şeyden önce bir "hidayet", bir doğruyola
iletme sistemidir. Bu sistem müşriklere mühlet verirken
bunu sırf sürpriz bir baskın düzenlemeyi, güçlü
gününde üzerlerine ansızın çullanmayı
istemediği için yapmıyor. Bunun yanısıra bu mühleti
vermekle müşriklerin düşünüp taşınmalarını
ve en çıkar yolu seçmelerini amaçlıyor. Aynı
zamanda onları müşriklikten vazgeçip yüce Allah'a
yönelmeye özendiriyor, kendilerini bu çağrıya
sırt çevirmekten sakındırıyor, onlara böyle
bir sırt dönmenin yararsızlığı telkin
ediliyor, böyle yaptıkları takdirde dünyadaki perişanlığın
ötesinde ahirette acıklı azaba çarptırılacakları
hatırlatılıyor, böylece kalplerinde sarsıcı
bir ürperti meydana getirilmek isteniyor ve bu sarsıntı
sayesinde fıtratın üzerinde çöreklenen toz tabakasının
silkelenip atılacağı ve bunun sonucunda
fıtratın kendisine gelen çağrıyı
işitip ona olumlu cevap verebileceği bekleniyor!
Bütün bunlardan sonra bu ilişki kesme kararı müslüman
saflara güven aşılayıcı niteliktedir. Bu
kararla bir bölüm müslümanın kalblerindeki korkular,
tereddütler, ürküntüler, çekingenlikler ve beklentiler
gideriliyor. Çünkü bu konudaki karar yüce Allah'ın
iradesinden kaynaklandığı gibi bu kararın
akıbeti de başlangıçta belirlenmiştir.
Müşrikler ile ilişkilerin kesinlikle kesilmesine ve
antlaşmalarının geçersiz sayılmasına
ilişkin genel ilke belirlendikten sonra geçici durumlara
özgü istisna hükmü geliyor. Bu geçici durumlardan sonra yine
genel ilkeye dönülecektir. Okuyoruz:
"Yalnız antlaşma şartlarını
eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç
kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile
aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz.
Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları
sever."
Bu istisna hükmünün kimler hakkında geçerli olduğuna
ilişkin görüşlerin en doğrusuna göre bunlar
Bekiroğulları kabilesinin bir kesimi, yani Bekir b.
Kenaneoğulları'nın Huzeyme b.
Amiroğulları koludurlar. Bunlar Hudeybiye'de
Kureyşliler ve yandaşları ile imzalanan
antlaşmayı bozmamışlar ve
Bekiroğulları kabilesinin, Huzaa kabilesine
karşı giriştiği saldırıya
katılmamışlardı. Bilindiği gibi
Kureyş kabilesinin desteği ile gerçekleşen
acı saldırı yüzünden Hudeybiye antlaşması
bozulmuştu. Mekke fethi, Hudeybiye antlaşmasından
iki yıl sonra gerçekleşti. Oysa bu antlaşma süresi
on yıldı. İşte
Bekiroğulları'nın bu kolu antlaşmasına
bağlı kaldı, aynı zamanda müşrikliğini
de sürdürdü. Bu yüzden bu âyette Peygamberimiz'e onlarla arasındaki
antlaşmayı süresinin sonuna kadar geçerli sayması
emredildi.
Muhammed b. Abbad b. Cafer'den gelen bir rivayet bu konudaki görüşümüzü
destekliyor. Bu rivayete göre Sudey şöyle diyor; "Bunlar
Kinaneoğulları'nın Beni Damur ve Beni Mudlic
kabileleridir. Tefsir bilgini Mücahid bu konuda diyor ki; `Mudliçoğulları
ile Huzaa kabilesinin müslümanlar ile antlaşmaları
vardı. Yüce Allah, bununla ilgili olarak
"Onlarla aranızdaki antlaşmalara sürelerinin
sonuna kadar uyunuz" buyurmuştur.
Yalnız elimizdeki bazı bilgilere göre Huzaa kabilesi,
Mekke fethinden sonra İslâm'a girmişti. Oysa bu hüküm,
müşrikliklerini sürdüren müşrikler
hakkındadır. Nitekim bu sürenin yedinci âyeti olan
şu âyeti açıklarken bu gerçeği belirteceğiz:
"Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin yanında
antlaşma yaptıklarınız
dışındaki müşriklere karşı
Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir?
Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece
siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç
şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."
Demek ki, Kenane soyuna bağlı bu iki kabile,
Hudeybiye'de Mescid-i Haram'ın yanıbaşında müslümanlarla
antlaşma yapıp da sonra antlaşmalarının tüm
şartlarını yerine getiren ve müslümanların düşmanları
ile işbirliği yapmamış olan müşriklerdi.
İşte bu âyetteki istisna hükmü ile kastedilen ilk ve
son müşrik grup bunlardır. Nitekim ilk kuşağa
mensup tefsir bilginleri de bu görüştedirler. Üstad
Şeyh Reşid Rıza da bu görüşü benimsemiştir.
Yalnız Muhammed İzzet Derveze'ye göre "Mescid-i
Haram'ın yanıbaşında
antlaştıklarınız" ifadesi ile
kasdedilenler, ilk istisna âyetinde sözü edilenlerden başka
bir gruptur. Onun bu görüşü ileri sürmesinin sebebi,
müslümanlar ile müşrikler arasında sürekli antlaşmaların
varlığının caiz olduğunu kanıtlama
gayretinde oluşudur. Nitekim bu antlaşmaların sürekliliğini
kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın "Onlar size
karşı dürüst davrandıkları sürece siz de
onlara karşı dürüst davranınız" şeklindeki
buyruğuna sığınmaktadır.
İslâm antlaşmalarına bağlı kalan bu
kimselere karşı sözünde durarak onlara -öbür tüm
müşrik gruplar gibi- dört aylık süre tanımamış,
bunun yerine antlaşmalarında belirtilen süreyi geçerli
saymıştır. Çünkü onlar imzaladıkları
antlaşmanın tüm maddelerine uymuş ve müslümanlara
karşı hiç bir grubu desteklememişlerdi. Bu dürüstlükleri,
kendilerine karşıda dürüstçe davranılmasını
ve antlaşmalarının süresinin sonuna kadar geçerli
sayılmasını gerektirmiştir. Her ne kadar
İslâm toplumunun o günkü durumu Arap Yarımadası'nın
tümü ile müşriklikten temizlenerek İslâm'ın güvenilir
bir üssü haline getirilmesini gerektiriyor idi ise de onlara karşı
bu söze bağlılık gösterilmiştir. Çünkü
İslâm'ın Yarımada ile sınırdaş düşmanları
bu dinin kendilerine yönelik tehlikesini farketmişler ve
ilerde Tebük savaşından sözederken anlatacağımız
gibi ona saldırmak için yığınak yapmaya
başlamışlardı. Nitekim bir süre önce meydana
gelen Mute olayı Bizanslılar'ın
başlattığı bu hazırlığın
uyarıcısı niteliğinde idi. Bunun
yanısıra Bizanslılar, Yarımada'nın güneyinde
Yemen'de eski İranlılar ile işbirliği
anlaşmayı yapmışlardı.
Antlaşmanın amacı bu yeni dine elbirliği ile
karşı koymaktı.
Sonunda olaylar
İbn-i
Kayyum Cevzi'nin
az yukarda söylediği gibi gelişerek yüce Allah'ın,
istisna hükmünün kapsamına aldığı ve
antlaşmalarının geçerli sayılmasını
emrettiği müşrikler, antlaşmalarının süreleri
dolmadan önce İslâm'a girdiler. Hatta bundan daha fazlası
olmuş: Kendilerine yeryüzünü istedikleri gibi dolaşabilsinler
diye dört aylık mühlet verilmiş olan
antlaşmasını bozmuş ya da
antlaşmasız müşrikler bu serbestlikten
yararlanarak hiç bir yere gitmeye kalkışmayıp
İslâm'a girmeyi tercih etmişlerdir.
Bu çağrının atacağı
adımların temposunu kendi iradesi ile ayarlayan yüce
Allah, bu son darbeyi indirmenin zamanının
geldiğini, şartlarının oluştuğunu,
zemininin hazırlandığını biliyordu. Buna
göre bu adım, gerek görünür realite uyarınca gerekse
yüce Allah'ın gizli, bilgimize kapalı plânı
gereğince tam zamanında atılmış oluyordu.
Nitekim de öyle oldu.
Şimdi de yüce Allah'ın antlaşmalarına
bağlı kalan müşriklerin antlaşmalarına
uyulması gerektiğini emreden şu buyruğu
üzerinde biraz duralım: "Onlar ile aranızdaki
antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz
Allah kötülükten sakınanları sever."
Yüce Allah burada antlaşmalara uymayı kendinden
korkmaya ve kötülükten sakınanları sevmesine
bağlıyor. Böylece bu söze bağlılığı
kendisine yönelik bir ibadet ve sevgisini kazandıracak bir
"sakınma" olarak kabul ediyor. İşte
İslâm ahlâkının temel dayanağı budur.
Bu ahlâkın temel dayanağı çıkar ya da yarar
olmadığı gibi zaman içinde sürekli değişen
sosyal uzlaşma ve gelenek ilkeleri de değildir. Bu ahlâkın
temel dayanağı yüce Allah'ın korkusu ve O'nun
emrine ters düşmekten çekinilmesidir. Başka bir
deyimle müslüman, yüce Allah'ın sevdiği ve
hoşnut olduğu davranışı ahlâk edinir, o
bu konuda yüce Allah'dan korkar ve O'nun hoşnutluğunu
arar. İşte İslâm ahlâkının
vicdanın derinliklerinde kök salmış
kaynağı bu olduğu gibi egemenliği,
yaptırım gücü de buradan gelir. Sonra bu ahlâk
yolunda ilerlerken aynı zamanda kamunun yararını
gerçekleştirir, halkın çıkarlarını güvenceye
bağlar, sürtüşmelerin ve çelişkilerin en alt düzeye
indiği bir toplum oluşturur, yüce Allah'a tırmandıran
yolda insan vicdanına ileri adımlar attırır.
Buraya kadar incelediğimiz âyetlerde önce yüce Allah'ın
ve Peygamber'inin antlaşmalı ve antlaşmasız tüm
müşrikler ile ilişkilerini kestikleri belirtiliyor.
Arkasından getirilen bir "istisna" hükmü ile
müslümanlarla yaptıkları antlaşmaların tüm
maddelerine uyan. ve onların düşmanları ile
işbirliği yapmamış olan müşriklerin
antlaşmalarına sürelerinin sonuna kadar uyulması
gerektiği emrediliyor. Bunun da arkasından tanınan
mühletin bitiminden sonra müslümanların
takınacakları tavrın, yürürlüğe
koyacakları yaptırımın ne olacağı açıklanıyor.
Okuyalım:
"Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz
yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel
geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder
de namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları
salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedici ve
merhametlidir."
Buradaki "Haram aylar"ın hangi aylar olduğu
tefsir bilginleri arasında tartışmalıdır.
Acaba bu aylar üzerlerinde anlaşma sağlanmış
olan klâsik "haram aylar"mıdır ki, bunlar
Zilkaade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.
Eğer böyle ise "Hacc-ı Ekber" günü yapıla
ilişki kesme açıklamasından sonraki mühlet
Zilhicce ayının kalan günleri ile Muharrem ayından
ibaret olur, bu da elli gün eder. Yoksa kavramın buradaki
anlamı o yıl ki Kurban bayramını izleyen ve
bitimine kadar savaşın yasak olduğu özel bir
"mühlet"midir. Eğer öyle ise bu yıl ki
Rebiulaher ayının sonuna kadar uzayan bir süredir.
Yoksa ilk mühlet antlaşmalarını bozan müşrikler
için sözkonusu iken, ikinci mühlet hiç bir antlaşması
olmayan veya süresiz antlaşmalı müşrikler için
mi geçerlidir?
Bize göre burada sözü edilen haram aylar, bilinen haram
aylar değildir; bu sıfatla anılmalarının
sebebi sırf bu sürede varolan savaşma yasağı
yüzündendir; bu yasak müşriklere seyahat özgürlüğü
tanımak amacı ile getirilmiştir ve geneldir. Sadece
antlaşmaları süreye bağlanmış olan müşrikler
bu yasağın kapsamı dışındadır;
çünkü onların antlaşmaları, sürelerinin sonuna
kadar geçerli sayılmıştır. Bu kavramı böyle
yorumlamak gerekir. Çünkü madem ki, yüce Allah, müşriklere
"Dört ay
boyunca yeryüzünde serbestçe seyahat ediniz" buyuruyor,
bu dört ayın bu açıklamanın
yapıldığı günden itibaren başlaması
gerekir. Bu "ilân"ın, bu bildirimin özelliği
ile bağdaşan yorum budur.
Yüce Allah, müslümanlara bu dört aylık sürenin
bitiminden itibaren, müşrikleri ya buldukları yerde
öldürmelerini ya esir almaları ya -eğer kapalı
bir yere sığınmışlarsa- kuşatma
altına almalarını ya da yollarını gözlemek
üzere pusuya yatarak kaçmalarını ve gelip-geçişlerini
önlemelerini emrediyor. Bunun tek istisnası
antlaşmaları, sürelerinin sonuna kadar geçerli sayılan
ve bu süre içinde her hangi bir yaptırım
uygulamasından muaf tutulan müşriklerdir. Çünkü müşriklere
daha önce gereken uyarı yapılmış, kendilerine
yeterli süreyi kapsayan bir mühlet verilmişti. Buna göre
ne öldürülmeleri bir gaddarlıktır ve ne de
yakalanmaları sürpriz bir baskın sonucudur. Kendileri
ile yapılan antlaşmalar bozulmuş ve
karşılaşacakları akıbetten önceden
haberdar edilmişlerdir.
Ayrıca onlara yöneltilen bu saldırı bir
yoketme, bir öc alma saldırısı değildir. Amaç
onları son kez uyarmak ve İslâm'a yönelmelerini sağlamaktır.
Okuyoruz:
"Eğer tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı
verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah
affedicidir, merhametlidir."
Düşünelim ki, müslümanlar ile müşriklerin
arasındaki ilişkilerin yirmiiki yıllık bir geçmişi
vardı. Bu süre içinde müslümanlar, müşriklere çağrı
yapar, açıklamada bulunurken müşriklerden çeşitli
eziyetler, dinlerinden döndürme girişimleri, savaş
girişimleri ve yeni devletlerini yıkmaya yönelik ortak
komplolar görmüşlerdi. Buna rağmen gerek
Peygamber'den, gerek bu dinden ve gerekse bu dinin
bağlılarından hep müsamaha görmüşlerdi. Bu
süre oldukça uzun bir tarihti. Bütün bunlara rağmen
İslâm, onlara kollarını açıyordu. Yüce
Allah eziyetlere uğrayan, dinlerinden dönsünler diye işkenceler
altında inletilen; savaşlara, sürgünlere ve
öldürülmelere maruz bırakılan müslümanlara ve
Peygamberimiz'e eğer müşrikler tevbe edip yüce Allah'a
dönerlerse, bu dine teslim olduklarını, onun görevlerini
yerine getirmeye yöneldiklerini, kısacası bu dine
girdiklerini kanıtlayacak biçimde onun farzlarını
yapmaya başlarlar ise kendilerine ilişmemeyi,
onları cezalandırma işlemini durdurmayı
emrediyordu. Çünkü yüce Allah, ne kadar günah işlemiş
olursa olsun, tevbe eden hiç kimseyi reddetmez.
"O
bağışlayıcıdır ve
merhametlidir."
Sözlerimizin burasında bu âyetin aşağıdaki
cümlesi hakkında gerek tefsir kitaplarının ve
gerekse fıkıh kitaplarının dalmış
oldukları tartışmalara girmek istemiyoruz:
"Eğer onlar tevbe eder de namazı kılar ve
zekâtı verirlerse onları salıveriniz."
Bu şartlar, onları yerine getirmeyenlerin kâfirlikle
damgalanmalarına yolaçacak şartlar mıdır? Bu
şartları yerine getirmeyenler ne zaman kâfirlikle
damgalanır? İslâm'ın diğer bilinen
şartlarını bir yana bırakarak sırf
bunları yerine getireceğini söyleyen bir tevbekârın
tevbesi yeterli olur mu?
Âyetin bu cümlesinde bu sorulardan herhangi birine cevap
verme amacı güdüldüğünü sanmıyoruz. Âyetin
cümlesi sadece o gün Arap Yarımadası'nda barınan
müşriklerin hayatlarındaki pratik bir uygulamayı
karşılıyor. Bu pratik uygulamaya göre eğer
bir müşrik tevbe edip geçmiş tutumundan ayrılarak
namaz kılmaya ve oruç tutmaya koyulursa bu tutum değişikliği
İslâm'ı tümüyle kabul ettiği, onu her yönü ile
benimsediği anlamına gelirdi. Âyette tevbe etme, namaz
kılma ve zekât verme şartları vurgulanıyor.
Çünkü o günlerde müslüman olmayı kafasına
koymayan, İslâm'ın bütün şartlarını
onaylamayan ve tam anlamı ile bu dine bağlanmaya karar
vermeyen hiç bir müşrik bu şartları yerine
getirmeye yanaşmazdı. Bu şartları yerine
getiren müşrikin diğer İslâm
şartlarını da onayladığı
anlaşılırdı. Sözkonusu şartların
başında yüce Allah'ın birliğine ve
Peygamberimiz'in peygamber olduğuna inanmak, yani
"Allah'dan başka ilâh olmadığını"
ve "Muhammed'in, O'nun elçisi olduğu"nu dile
getiren "şehadet" cümlesini samimiyetle
seslendirmek gelirdi.
Demek ki, bu âyette yeralan bu cümlenin amacı İslâm
hukukuna (fıkha) ilişkin bir hüküm ortaya koymak değil,
özel eklentileri olan bir pratiği uygulamaya koymaktır.
Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm dört ay
sonrası için müşriklere topyekün savaş ilân
etmiş olmasına rağmen onlara yönelik hoşgörüsünü,
ciddiliğini ve gerçekçiliğini sürdürüyor. Bir defa
yukarda söylediğimiz gibi onlara yok etme amaçlı bir
savaş ilân etmiyor. Bunun yerine onlara karşı mümkün
olduğu takdirde doğruyola gelmelerine yönelik yeni bir
kampanya başlatıyor. Hatırlanacağı gibi
İslâm'la çatışan, İslâm'a karşı düşmanlığını
ortaya koyan her hangi bir cahiliye grubuna üye olmayan tek tek
müşriklere şu güvenceler veriliyordu: Böyleleri
İslâm yurduna güvenlik içinde girebileceklerdi. Yüce
Allah'ın emri ile Peygamberimiz bunlara bu yolda
dokunulmazlık sağlayacak, böylece Allah'ın
mesajını rahatça dinleme, bu çağrının içeriğini
tam anlamı ile öğrenme imkânına
kavuşturulacaklardı. Arkasından da can güvenliği
içinde olacakları bir yere ulaşana dek
korunacaklardı. Üstelik bütün güvencelerden yararlanırken
müşrikliklerini sürdürebileceklerdi. Okuyoruz:
"Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği
isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın
sözünü, Kur'ân'ı işitebilsin; sonra da onu güven
içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü
onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur"
Bu âyet şunu kanıtlar: İslâm, her insan
kalbinin hidayete ermesine, sevaba ermesine düşkündür;
İslâm yurdunda güvenlik içinde konuk olmak isteyen müşriklere
güven içinde konuk olma imkânı vermek gerekir. Çünkü bu
durumda İslâm onların savaşa girişmelerinden,
biraraya gelerek kendisine karşı komplo
kurmalarından emin olur. O halde onlara Kur'ân'ı
dinleme ve bu dini öğrenme fırsatı vermekte hiç
bir zarar yoktur. Belki bu yolla kalpleri açılır, ilâhî
mesajı alır ve bu çağrıya olumlu
karşılık verir. Ama olumlu karşılık
vermeyecekleri durumlarda bile yüce Allah onları İslâm
yurdu sınırları dışına çıkardıktan
sonra canlarının güvencede olacağı bir yere
ulaştırılmalarını emrediyor, gerekli
sayıyor.
Müşrikleri İslâm yurdunda güven içinde konuk
etmeye ilişkin bu hüküm İslâm sisteminin yüce bir
doruğunu oluşturur. Fakat İslâm'da bu tür
doruklar sayıca çoktur, bakışlarımızı
yükseklere dikince gözlerimizin önünden ardarda geçerler.
İşte bu da, İslâm'ın ve müslümanların
düşmanı olan müşriklere can güvenliği
sağlama zorunluğu da bu doruklardan biridir. Müslümanlara
uzun yıllar boyunca çeşitli eziyetler çektirmiş,
onları dinlerinden dönmeye zorlamış ve istedikleri
olmayınca ellerinden gelen düşmanlığı
yapmış olan müşrikleri İslâm yurdu dışındaki
güvenlikli bir yere ulaştırmak konusunda gösterilen bu
titizlik göz kamaştırıcı bir
alicenaplıktır!
Bu sistem düşmanlarını yoketmeyi amaçlayan bir
sistem değil, onları doğruyola erdirmeyi arzulayan
bir sistemdir. İslâm için güvenilir bir üs meydana
getirmeyi ön plâna aldığında bile bu ilkesini
savsaklamadığını görüyoruz.
Kimileri var ki, İslâm'ın cihad ilkesinden sözederken
onu insan fertlerine zorla inanç kabul ettirme aracı olarak
nitelerler. Kimileri de var ki, bu suçlamanın ağır
yükü altında ezilerek dipleri konusunda savunmacı bir
tutum benimserler. Bu suçlamayı savabilmek için İslâm'ın
sırf bağlarını yerel sınırları
içinde savunmak için savaşa başvurduğunu söylerler.
Şimdi hem ötekilerin ve hem de berikilerin bu yüce
direktifin somutlaştırdığı yüce doruğa
bakışlarını dikmeye ihtiyaçları
vardır. Âyeti tekrar okuyalım:
"Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği
isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın
sözünü, Kur'an'ı işite bilsin; sonra da onu güven
içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü
onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur."
Bu din bilmeyenlerin bilgi eksikliğini giderme ve can güvenliği
isteyenlere can güvenliği sağlama dinidir. Bu
alicenaplığı kendisine karşı
kılıç çeken, savaş açan ve inatla karşı
çıkan azılı düşmanlarından bile
esirgemez. Fakat bu din, fertler ile yüce Allah'ın sözünü
işitme imkânı arasına giren, insanlar ile yüce
Allah'ın indirdiği mesajları öğrenme
olanağı arasına giren ve böylece insanlar ile doğruyola
erme fırsatı arasına giren bunların
yanısıra bireyler ile kula kulluktan kurtuluş
devrimi arasına, insanlar ile onların yüce Allah'a sığınma
tercihleri arasına giren maddî güçleri devirmek için kılıçla
savaşma yoluna başvurur. Bu maddî güçler yıkılınca,
bu engeller ortadan kaldırılınca tek tek insanlar
onun koruyucu kanatları altında inanç güvenliğine
kavuşurlar. İslâm onlara bilgi verir, onları
korkutmaz; onlara can güvenliği sağlar, onları
öldürmez. Sonra onları sınırları
dışında güvenli bir yere ulaştırıncaya
dek güvenceli koruması altında uğurlar. Bütün
bunları, bu konukları yüce Allah'ın sistemini
reddettikleri halde yapar!
Günümüzün dünyasında kul yapısı bazı
rejimler, sistemler ve yönetimler vardır. Bunlar
muhaliflerine ne can güvenliği, ne mal güvenliği ne
namus güvenliği tanımazlar; muhaliflerinin bütün
temel insan haklarını pervasızca çiğnerler.
Sonra da bu acı uygulamalara tanık olan bazı
kimseler, yüce Allah'ın sistemine karşı
girişilen haksız suçlamaları gidermek için binbir
dereden su getirirler, bu gayretkeşliği gösterirken bu
sistemin çehresini tanınmaz hale getirmeye
kalkışırlar, onu gerek zamanımızda
gerekse bütün zamanlar için kılıca ve makinalı tüfek
namlularına sözle karşı koymaya razı olan
komik bir tutumun kucağına atarlar!