37- "Biz, bundan önce'de bir kere daha sana lütufta
bulunmuştuk."
38- Hani annene ,şu mesajımızı
vahyetmiştik:
39- "Musa'yı bir sandukaya koy ve nehre at; nehir onu
sahile atsın da oradan onu benim ve kendisinin ortak düşmanımız
alsın. Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin
kanatları altına aldım."
40- Hani izini bulmaya çıkan kız kardeşin
Firavun ailesine "size bu çocuğa bakacak bir kadın
bulayım m?" dedi. Böylece annenin yüzü gülsün,
üzüntüden kurtulsun diye seni ona geri verdik.
Bir de hani sen bir adam öldürmüştün de seni bu olayın
tasasından kurtarmıştık. Seni daha birçok
musibetle sınavdan geçirdik. Böylece Medyen halkı
arasında yıllarca kaldın. Sonra ey Musa,
belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin. "
41-.Şimdi seni sırf kendime ayırdım.
Hz. Musa o günlerin en güçlü kralı, en azgın
zorbası ile karşılaşmaya gidiyor. Bir mü'min
sıfatı ile azgınlığa karşı
yaman bir savaş vermeye gidiyor. Birçok olayla ve problemle
boğuşmaya gidiyor. Bu olayların ve problemlerin ilk
sıradakileri Firavun ile kendisi arasında, daha
sonrakileri soydaşları İsrailoğulları ile
arasında geçecektir. Çünkü uzun baskı ve kölelik
dönemi İsrailoğullarını
yozlaştırmış, fıtratlarını
bozmuştur. Bu yüzden kurtuluştan sonra
omuzlayacakları göreve hazırlıklı olmaktan
uzaktırlar.
İşte ağır şartlar
karşısında yüce Allah, Hz. Musâ ya haber veriyor
ki, o ağır görevin başına giderken
hazırlıksız ve birikimsiz değildir. Tersine
hazırlıklı ve birikimli olarak görevine
gönderilmektedir. Çünkü o uzun süreden beri yüce Allah'ın
gözü önünde yetiştirilmiştir. Meme emme çağından
beri sıkıntılara karşı özel bir eğitimden
geçirilmiştir. Doğduğundan beri yüce Allah'ın
ilgisinden bir an bile hiç yoksun kalmamış, bu ilgi sürekli
yoldaşı olmuştur. Bir zamanlar Firavun'un
sarayında, bu zorbanın eli altında idi. O
sırada her türlü birikimden, her türlü güçten yoksundu.
Buna rağmen Firavun'un kötü eli ona uzanmamıştı.
Çünkü yüce Allah'ın güçlü eli onu destekliyor,
güçlü gözü onu her adımında gözetiyordu. Öyleyse
bugün Firavun ona hiçbir şey yapamazdı. Çünkü hem
kendisi yetişkin çağına ermişti, hem de yüce
Allah onunla beraberdi. Onu kendisi için yetiştirmiş,
kendine seçmiş, yükleyeceği göreve ayırmıştı.
Şimdi de okuduğumuz ayetleri inceleyelim:
"Biz bundan önce de bir kez daha sana lütufta bulunmuştuk."
Yani sana yönelik lütfumuz eski tarihli, sürekli ve
kesintisizdir. Çoktan beri akışını devam
ettirmektedir. Öyleyse şimdi bu ağır görevin altına
girdikten sonra bu lütfumuzun kesileceği düşünülemez.
Sana yönelik o eski lütfumuz şöyle açığa çıkmıştı.
Hani annenle ilgili bir mesaj sunmuş, ona içinde bulunduğu
kötü şartları karşılayacak olan şu
direktifi ilham etmiştik:
"Musa'yı bir sandukaya koy ve nehre at; nehir onu
sahile atsın da oradan onu benim ve kendisinin ortak düşmanımız
alsın."
Ayetin aktardığı tüm hareketler sarsıcı
ve serttir. Düşünelim ki, henüz doğmuş bir bebek
sandukaya kapatılıyor, arkasından sanduka nehre
atılıyor, sonrada nehir bu sandukayı
kıyıya atıyor. Ya sonra? İçine bebek kapatılarak
nehire atılan ve bir süre nehir suları tarafından
sürüklendikten sonra kıyıya atılan sanduka nereye
gidiyor? Onu atıldığı kıyıdan kim
alıyor? Kim olacak?; "Benim ve
kendisinin
ortak düşmanımız.!"
Bütün bu yoğun korkular arasında, bütün bu ağır
muamelelerden sonra ne oldu? Her türlü güçten yoksun o zavallı
bebeğin başına neler geldi. Her türlü korumadan
yoksun o küçük sanduka ne gibi serüvenler yaşadı?
Okuyalım:
"Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin
kanatları altına aldım." Öyle müthiş
bir güç karşısındayız ki,
yumuşacık ve esnek nitelikli bir duygu olan sevgiden göğsünde
darbeleri karşılayan, dalgaları kıran bir
zırh yapıyor da azgın şer güçler bu zırha
bürünen kimseye hiçbir zarar veremiyor; bu zırha bürünen
kimse başkasına el kaldıramayan, henüz
yürüyemeyen hatta konuşamayan, kundaktaki bir bebek bile
olsa, kimse kılına dokunamıyor!
Okuduğumuz ayetlerin canlandırdığı
sahnede iki karşıt tablo ile göz göze geliyor ve bu
tabloların karşı karşıya
konmalarını hayretle izliyoruz: Bir tarafta kundak çağındaki
bir bebeğe pusu kuran azgın, zorba güçler var; bütün
şartları ve belirtileri ile
kuşatılmış, acımasız bir sertlik
ortalıkta kol geziyor. Öbür tarafta ise yumuşak ve uçarı
merhamet bu çocuğa göz kırpıyor, onu
tehlikelerden koruyor, sertliklerden sakındırıyor.
Bu koruyuculuğu ve kayırmayı, kamçı ve dar
be ile değil, sevginin sıcaklığı ile
yapıyor. Tekrar okuyalım: "Gözümün önünde
yetişesin diye
..."
Bu hayret verici Kur'an ifadesinin
uyandırdığı sevecen, yumuşak ve
derinlikli çağrışıma hiçbir açıklama
katkıda bulunamaz. Evet; "Gözümün önünde yetişesin
diye..." Söyler misiniz, insan dili, Allah'ın gözü
önünde yetişen, büyüyen bir varlığı
nasıl tanımlayabilir? İnsan hayalinin, insan düşüncesinin
bu konuda söyleyebileceği en son söz şu olabilir: Bu yüce
ilgiye bir saniye bile mazhar olmak insan için büyük bir onur,
büyük bir ödüldür. Buna göre Allah'ın gözü önünde
yetişen, büyütülen kimsenin mazhar olduğu
şerefin ölçüler üstü yüksekliğini varın, siz
düşünün! Hiç kuşkusuz Hz. Musa, yüce Allah ile
söyleşme gücü, bu yüce kaynaktan gelen mesajın
sarsıcı görkemine dayanabilmeyi bu sayede kazanabilmiştir.
Evet,
"Gözümün
önünde yetişesin diye..." aynı
zamanda "senin
ve benim ortak düşmanımız" olan
Firavun'un gözü karşısında ve eli altında.
Savunucusuz, koruyucusuz ve bekçisiz olarak. Fakat onun gözleri
sana hiç kem bakamıyor. Çünkü üzerine sevgimin kanatlarını
gerdim." Ben seni gözümün önünde yetiştirirken o
zorbanın eli, kılına bile zarar
dokunduramıyor. Ayrıca, ben seni Firavun'un
sarayında gözetme ve kayırma çemberi içinde tutarken,
anneni evinde endişe ve kaygı içinde de bırakmadım.
Tersine sizi birbirinizle buluşturdum. Okuyoruz:
"Hani izini bulmaya çıkan kız kardeşin
Firavun ailesine 'size bu çocuğa bakacak bir kadın
bulayım mı?' dedi. Böylece annenin yüzü gülsün,
üzüntüden kurtulsun diye seni ona geri verdik."
Bu yüce Allah'ın bir plânı, bir önlemi idi. Şöyle
ki: Saraya ne kadar süt annesi aday getirildi ise -bu ilahi plânın
gereği olarak- çocuk hiç birinin memesini ağzına
almıyor. Dalgaların nehir kenarına
attığı bu çocuğu evlat edinen (Dalgalar
tarafından nehir kıyısına atılan bu
Gocuğa Firavun ile eşinin evlat edindiğine burada
değinilmiyor, bu ayrıntı başka bir surede açıklanmıştır.)
Firavun ile eşi, çocuğa memesini emeceği bir süt
annesi arıyorlar. Bu haber şehirde dilden dile
dolaşıyor. Bunun üzerine Hz. Musâ'nın kız
kardeşi, annesinin isteği ile, Firavun'un sarayına
gelerek ilgililere "Size bu çocuğa bakacak bir
kadın bulayım mı?" diyor. İlgililerin
onayını alan kız, hemen koşup annesini saraya
getiriyor, çocuk da hemen onun memesini emmeye koyuluyor.
Böylece yüce Allah'ın gerek bu çocuğa ve gerekse
annesine ilişkin plânı gerçekleşiyor. Zaten
kadın, aldığı ilham üzerine ciğerparesini
sandukaya kapatmış ve sandukayı nehre
atmış, sonra da dalgalar bu sandukayı kenara
savurmuştu. Bu plânın amacı, yüce Allah'ın
ve Hz. Musâ'nın ortak düşmanının onu saraya
almasıydı. Bunun sonucu olarak bu korkular ortasına
atılmasından güven doğacak,
İsrailoğullarının bütün yeni doğan
çocuklarını boğazlayan Firavun'dan
canını kurtarabilmesi için korucusuz ve yardımcısız
olarak bu zorbanın önüne atılması gerekecekti.
Yüce Allah'ın, Hz. Musâ ya yönelik bir başka lütfu
daha var. Okuyalım:
"Bir de hani sen bir adam öldürmüştün de seni bu
olayın tasasından kurtarmıştık. Seni daha
birçok musibetle sınavdan geçirdik. Böylece yıllarca
Medyen halkı arasında kaldın. Sonra ey Musa
belirlediğimiz vakit gelince buraya geldin."
"Şimdi seni sırf kendime
ayırdım."
Burada anlatılan olay Hz. Musâ'nın, Firavun'un
sarayında yaşadığı dönemde ve baş
kahramanımızın delikanlılık çağında
meydana geldi. Olayın oluşu şöyledir. Genç Musa
bir gün şehre iner. Orada kavgaya tutuşmuş iki
adamla karşılaşır. Kavgacılardan biri
soydaşı, yani İsrailoğulları'ndan biri,
öbürü ise bir Mısır yerlisi, yani kıptidir.
Soydaşının kendisinden yardım istemesi
üzerine genç Musa, kıptıya bir yumruk atar, adam hemen
o anda cansız yere yığılır.
Aslında baş kahramanımız
kıptıyı öldürmek istememişti, amacı
sadece onu soydaşının başından
savmaktı. Adamın öldüğünü görünce derin bir
üzüntüye kapıldı. Oysa bebekliğinden beri yüce
"Allah'ın gözü önünde" yetişmişti.
İçini korku sardı, suçluluk duygusu bir kor parçası
gibi kalbine düştü.
İşte yüce Allah, Hz. Musa'ya o olaya ilişkin
nimetini hatırlatıyor. Hani onu af dilemeye yöneltmiş,
içine ferahlık salmış, onu pençesine düştüğü
sıkıntıdan kurtarmıştı. Fakat bu
olay sınavsız atlatmasına da meydan
verilmemişti. Çünkü yüce Allah, pişirmek,
dileği uyarınca eğitmek istiyordu. Bu yüzden onu
korku ve kısastan kaçma ile sınavdan geçirdi.
Ailesinden, yurdundan ayrılarak gurbete düşmesi ve
gurbet diyarında hizmetçilik ve koyun çobanlığı
yapması, bütün bunların hepsi ayrı birer
sınavdı. Sebebine gelince o günlerin en güçlü kralının
sarayında zamanın en göz kamaştırıcı
lüksü, konforu, bolluğu ve görkemi içinde büyüdükten
sonra uzun yıllar koyun gütmek zorunda kalmıştı.
Bu yıllar içinde olgunlaştı, geleceğe
hazırlandı. Sıkıntı çekti, azmetti,
sabretti. Sınandı ve girdiği sınavdan
alnının akı ile çıktı. Bunun
yanısıra Mısırdaki şartlar ve imkânlar
da hazır hale geldi. İsrailoğullarına
yapılan işkenceler patlama noktasına vardı.
İşte yüce Allah'ın bilgisinde belirlenen bu
uygun zaman gelince baş kahramanımız Medyen'den
geri getirildi. Ama o bu ilahi plândan habersiz olduğu için
kendisi geldiğini sanıyor. Okuyoruz:
"Böylece yıllarca Medyen halkı arasında
kaldın. Sonra ey Musa belirlediğimiz vakit gelince
buraya geldin."
Yani sen gelmen için belirlediğim zamanda geldin. Devam
edelim:
"Şimdi seni sırf kendime
ayırdım."
Yani artık tamamen, tüm varlığınla benim,
vereceğim peygamberlik görevinin ve çağrımın
hizmetindesin. Bu dünyanın hiçbir şeyi ile ilgin yok.
Bu dünyada senin için hiçbir önemli şey yok. Sen
uğrunda gözümün önünde yetiştirildiğin göreve
aitsin, seni yerine getirmek üzere ayırdığım
görevden başka hiçbir fonksiyonun yok. Artık ne
kendine, ne ailene ve ne de başka hiç kimseye ayıracak
hiçbir yanın, hiçbir zerren yok. Haydi şimdi
varlığının adandığı görevin başına
koş. Devam ediyoruz: