O |
Şurä
|
O |
|
51- Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasında
konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini
vahyeder. O, yücedir, ve her yaptığı yerindedir.
52- İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı
vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab'ı),
bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi,
onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru
yola götürüyorsun.
53- Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi
Allah'ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda
Allah'a döner.
Bu ayet bir insanın yüce Allah ile yüzyüze konuşamayacağını
kesin ve açık bir ifadeyle ortaya koyuyor. Nitekim Hz.
Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği
aktarılır: "Kim Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- Rabbini gördüğünü ileri sürerse kuşkusuz
Allah'a büyük bir iftira etmiş olur." Yüce Allah'ın
bir insanla konuşması ancak şu üç yoldan biri ile
mümkündür: a) "Vahiy
yoluyla" İnsan
ruhuna dolaysız hitap eder ve insan bu hitabın Allah'tan
geldiğini bilir. "Veya perde arkasında
konuşur." Tıpkı Musa ile
konuştuğu gibi. Hz. Musa yüce Allah'ı görmek
isteyince, bu isteği yerine getirilmemiş ve yüce Allah'ın
dağa görünmesi karşısında da kendinden geçmişti:
"Musa da bayılarak yere düştü. Ayılınca
`Sen her türlü noksanlıktan uzaksın, tevbe edip sana yöneldim,
ben müslümanların ilkiyim' dedi." (A'raf Suresi, 143) c)
"Veya bir elçi gönderir." Bu elçi
melektir. "İzniyle
ona dilediğini vahyeder." Peygamber
efendimizin anlattığı yollardan biriyle vahyeder.
Peygamber efendimizin işaret ettiği vahyin geliş
yolları şunlardır:
Birincisi: Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- meleği görmeden, melek
O'nun kalbine ve aklına vahyi sunardı. Nitekim Peygamber
efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ruh'ul Kudüs benim
kalbime, rızkını tamamlamadan hiç kimsenin
ölmeyeceğini fısıldadı. O halde Allah'tan
korkun ve güzellikle rızkınızı arayın."
İkincisi: Melek bir insan şeklinde Peygamber
efendimize görünürdü. Peygamberimiz söylenenleri anlayıp
ezberleyene kadar onunla konuşurdu.
Üçüncüsü: Bazan
vahiy çan sesi şeklinde gelirdi. Bu
vahiy
yollarının en zoruydu. Öyleki soğuk bir günde
bile Peygamberimizin alnından terler akardı. Eğer
binek sırtındaysa, bineği ağırlıktan
çökerdi. Birgün Peygamber efendimizin dizi Zeyd b. Sabit'in
dizinin üzerindeyken vahiy gelmiş ve Zeyd'in dizinin
üzerine öyle bir ağırlık çökmüş ki az
kalsın dizi ezilecekmiş.
Dördüncüsü: Bazan
melek yaratıldığı şekliyle ona görünürdü
ve yüce Allah'ın vahyetmesini istediği şeyleri
aktarırdı. Yüce Allah Necm suresinde de belirttiği
gibi Peygamberimiz meleği bu haliyle iki kere görmüştür.
İşte vahiy şekilleri ve işte Allah ile
Peygamberler arasındaki iletişim yolları... "O
yücedir ve her yaptığı yerinde dir."
Yüceler
aleminden vahyeder ve seçtiği kimseye bir hikmet
uyarınca vahyeder.
Şimdi... Vahiyden söz eden bir ayet veya hadis okuduğum
her seferinde bu iletişimi düşünmüş ve
iliklerime kadar titremişimdir. Nasıl? Zaman ve mekana
sığmayan, herşeyi kuşatan, kendisine benzer hiçbir
şey bulunmayan öncesiz ve sonrasız zat ile nasıl böyle
bir iletişim kurulabiliyor? Bu yüce zat ile, zaman ve mekana
sığan, yaratıkların alemi ile
sınırlı olan ve yokolup gidecek olan şu insan
denen varlık arasında nasıl bu tür bir iletişim
gerçekleşebiliyor? Sonra bu iletişim anlamlar, sözcükler
ve ifadeler şeklinde nasıl somutlaşabiliyor?
Hem şu sınırlı varlık, yüce Allah'ın
öncesiz, sonrasız, sonsuz ve sınırsız,
şekilsiz ve zamansız sözünü nasıl
algılayabiliyor?
Nasıl? Nasıl?
Ne varki tekrar dönüyor ve kendi kendime şöyle diyorum:
Bu iletişim nasıl akıyor diye sormak neyine gerek?
Sen ki, ancak yetersiz, geçici ve kapasitesi belli kişiliğinin
sınırları içinde düşünebiliyorsun. Bu
gerçek meydana gelmiş ve bir şekilde
somutlaşmıştır. İşte senin
kavrayabileceğin bir varlığa da bürünmüştür.
Fakat olayın dehşeti, ürpertisi ve olağanüstülüğü
bitmiyor... Çünkü, peygamberlik olgusu gerçekten olağanüstü
bir olgudur. Bunu algılama anı gerçekten olağanüstü
bir andır. İnsan denen varlığın, yüceler
yücesi zattan vahiy alması akıllara durgunluk veren bir
olaydır. Bu satırları okuyan kardeşim, sen de
benim bu düşünceme katılıyor musun? Sen de benim
gibi bu dehşet verici olayı algılamaya, düşünmeye
çalışmıyor musun? Oradan gelen bu vahiy? Oradan
mı dedim? Kesinlikle hayır! Orası "Ora"
değildir. Zaman ve mekandan uzak, sınır, bölge,
yön ve ortam tanımayan bir kaynaktan... Sonsuz ve
kayıtsız, öncesiz ve sonrasız bir kaynaktan... Ulu
Allah'tan insan denen varlığa gelen bu vahiy... Evet,
Peygamber de olsa, Resul de olsa bir insandır.
Sınırlı ve çeşitli bağlarla
kayıtlı bir insandır... Şu vahiy olayı...
Şu akıllara durgunluk veren, insanı dehşete düşüren,
Allah'tan başka kimsenin gerçekleşmesine güç
yetiremediği ve O'ndan başka kimsenin nasıl gerçekleştiğini
bilemediği şu olağanüstü iletişim... Bu
satırları okuyan kardeşim. Tüm benliğimi
saran duyguları aktarmaya çalıştığım
şu kopuk ifadelerin ötesinden benim hissettiklerimi sen de
hissediyor musun? Ben, defalarca meydana gelen bu büyük, bu olağanüstü,
mahiyeti ve geliş şekli ile akıllara durgunluk
veren bu olayı düşünmeye çalışırken
bedenimi saran ürpertiyi, titremeyi ifade etmek için ne
söyleyeceğimi bilemiyorum. Peygamber efendimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- döneminde bazı insanlar belirtilerini
gözleriyle görerek bu olayı hissetmişlerdi.
İşte şu Hz. Aişe -Allah ondan razı olsun-
insanlık tarihinde yaşanan bu olağanüstü
saniyelere şahit olmuştur. Bu akıllara durgunluk
veren anlardan biriyle ilgili olarak şunları söylemiştir:
"Peygamber efendimiz salât ve selâm üzerine olsun- :
`Ey Aişe, bu Cebrail'dir sana selam söylüyor' dedi. Ben de
`Allah'ın selamı ve rahmeti onun üzerine olsun' dedim "
Hz. Aişe
diyor ki: "O bizim görmediğimizi görürdü." (Buhari)
Bu da Zeyd b. Sabit'tir -Allah ondan razı olsun-. Buna benzer
olaya o da şahit olmuştur. Peygamber efendimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- dizi onun dizinin üzerindedir. O sırada
vahiy gelmiş ve dizininin üzerine öyle bir ağırlık
çökmüş ki, az kalsın ezilecekmiş. İşte
şu saygın sahabeler Allah onlardan razı olsun- birçok
kere bu olaya şahit olmuşlar. Vahyin geldiğini
Peygamberimizin yüzünün renginden anlıyorlardı. Böyle
bir belirti gördükleri anda onu vahiyle başbaşa
bırakır vahiy kesilene kadar ondan
uzaklaşırlardı. Vahiy kesilince Peygamberimiz
onlara, onlar da Peygamberimizin yanına dönerlerdi.
Sonra... Şu yüce ve onur verici iletişimi kurmaya
elverişli olan bu ruh nasıl bir yaratılış,
nasıl bir yapıya sahiptir? Bu vahiyle iletişim
kuran, onun özüne karışan, onun tabiatına ve
anlamına bürünen ruhlar nasıl bir öze, cevhere
sahiptirler?
Bu da bir başka mesele. Ama gerçektir. Ne varki, uzakta,
çok uzakta, yüce bir ufukta, erişilmez bir dorukta görünüyor.
İnsan kavrayışının boyutlarına
sığmıyor.
Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ruhu
şu insanın ruhu. Acaba bu bağı, bu
buluşmayı nasıl hissediyordu? Bu vahyi
algılamak üzere nasıl açılıyordu? Bu ilahi
mesaj, bu sonsuz lütuf nasıl akıyordu üzerine? Yüce
Allah'ın tecelli ettiği ve her yönden Allah'ın sözlerinin
yankılandığı bu akılları durduran
anlarda varlıklar alemi ne durumdaydı?
Sonra... Bu ne onur verici bir ilgidir? Ne sonsuz bir rahmettir?
Ve ne büyük bir değerdir? Yüceler yücesi ulu Allah
lutfedip, insan denen şu küçücük yaratıkla
ilgileniyor. Durumunu düzeltecek, yolunu aydınlatacak,
dağılmışlarını, yolunu
yitirmişlerini geri çevirecek ilkeleri vahyediyor. Oysa
uçsuz bucaksız mülkü ile karşılaştırıldığında,
bir sivri sineğin insan yanındaki önemsizliğinden
daha aşağıdır insan.
Bu bir gerçektir. Ama o yüce ve aydınlık ufka yükselmedikçe
herhangi bir insanın düşünemeyeceği kadar yücedir,
üstündür:
"İşte böylece sana da emrimizle Kur'an
vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab'ı),
bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi,
onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru
yola götürüyorsun."
"Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi
Allah'ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda
Allah'a döner."
"İşte böyle". Bu yolda ve bu tür bir
iletişimle "sana da vahyettik." Sana yönelik vahiy
bundan önce uygulana gelen yöntemle gerçekleşti. İlk
defa sen karşılaşmıyorsun böyle bir olayla.
Sana biz vahyettik: "Emrimizle Kur'an'ı biz
indirdik." Kur'an'da
hayat vardır. Hayat verir, onu harekete geçirir, aktifleştirir.
Kalplerde ve gözle görülen realite dünyasında onu
geliştirir: "Sen kitap nedir, iman nedir
bilmezdin."
Yüce Allah Peygamberin ruhsal durumunu herkesten iyi biliyor ve
o, henüz bu vahyi almamışken onun ruhsal durumunu bu
şekilde tasvir ediyor. Kuşkusuz Peygamber efendimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- kitapla, imanla ilgili bazı
bilgiler duymuştu. Arap yarımadasında kitap ehli
grupların olduğu ve bunların inanç sistemlerinin
bulunduğu biliniyordu. Ama burada kastedilen bu
değildir. Kastedilen kalbin bu gerçeği kapsaması,
onu duyması, vicdanında onun varlığından
etkilenmesidir. İşte bundan önce olmayan, yüce Allah'ın
emri d arınca Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- kalbine giydirdiği bu ruhtur.
"Fakat iz onu, bir nur yaptık.
Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete
iletiyoruz." İşte onun öz yapısı
budur. Bu vahyin, bu ruhun, bu kitabın özü budur. Bu bir
nurdur. Yüce Allah, durumunu bildiği ve bu nuru
algılayabileceğini bildiği, dolayısiyle
doğru yola girmesini istediği kimselerin kalplerini bu
nurla aydınlatır.
"Ve şüphesiz ki sen doğru yola götür üyorsun."
Bu ifade doğru yola iletme meselesinin yüce Allah'a
özgü olduğunu pekiştiriyor. Onu her türlü etkenden
soyutluyor ve bu meseleyi sadece yüce Allah'ın iradesine
bağlıyor. Yüce Allah, kendisine özgü bilgisi uyarınca
dilediği kimseyi doğru yola iletir. Bunu ondan
başkası bilemez: Peygamber ise, Allah'ın iradesinin
gerçekleşmesine aracılık yapar. Çünkü Peygamber
kalplerde hidayeti meydana getiremez. O sadece mesajı
duyurur. Ardından Allah'ın iradesi gerçekleşir.
"Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun.
Göklerde ve yerde bulunan herşeyin sahibi Allah'ın
yoluna."
Buna göre Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun-
insanları Allah'ın yoluna iletecek bir mesaj sunuyor. Bütün
yan yollar bu ana yolda buluşur. Çünkü bu herşeyin
sahibi olan Allah'a giden yoldur. Göklerde ve yerde bulunan herşey
O'nundur. O'nun yolunu bulan göklere ve yere egemen olan yasalar
sistemini, göklerde ve yerdeki güç ve enerji kaynaklarını,
göklerde ve yerdeki rızıkları, göklerin ve yerin
yüce sahiplerine yöneliş tarzlarını da bulur.
Çünkü herşey O'na yönelir, herşey O'na döner.
"Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner."
Herşey sonunda O'nun yanına varır, O'nun
yanında buluşur. O da bunlar hakkındaki
kararını verir.
Bu nur insanları Allah'ın yoluna iletir. Yüce Allah
kulları izlesinler diye bu yolu belirlemiştir. Amaç
insanların doğru yolu bulmuş ve Allah'ın
buyruğuna boyun eğmiş olarak en sonunda
Allah'ın huzuruna varmalarıdır.
Böylece vahiy meselesinden söz ederek başlayan bu sure
sona eriyor. Surenin ana ekseni vahiy meselesiydi. Vahiy meselesi
ilk peygamberlerden bu yana ele alınarak sunulmuştu. Amaç
dinin birliğini, hareket metodunun birliğini ve izlenen
yolun birliğini ortaya koymaktır. Bir de Hz. Muhammed'in
-salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğini ve bu
peygamberliğe inanan mü'min kitlenin temsil ettiği tüm
insanlığı,kapsayan evrensel önderliği ilan
etmektir. Bu kitlenin omuzuna insanları doğru yola götürme
emanetini yüklemektir. Bu yol, göklerde ve yerde bulunan herşeyin
sahibi olan Allah'ın yoludur. Bunun yanısıra, mü'min
kitlenin özelliklerini, karekteristik yapısını açıklamak
ta güdülen amaçlardan biridir. Mü'min kitlenin bu ayırıcı
özellikleri onun önderlik işlevini yerine getirmesini,
akıllara durgunluk veren bu olağanüstü yolu izleyerek
göklerden yere inen bu emaneti omuzlamasını
sağlamıştır.
ŞURA SURESİNİN SONU
|
|
O |
|
O |
|