O |
Şurä
|
O |
|
36- Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir.
İnanıp Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın
yanında bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır.
37- Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar;
kızdıkları zaman da affederler.
38- Rabb'lerinin çağrısına gelirler, namaz
kılarlar. Onların işleri aralarında
danışma (İstişare) iledir. Kendilerine
verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar.
39- Bir zulüm ve saldırıya
uğradıkları zaman, yardımlaşarak
kendilerini savunurlar.
40- Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür.
Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah'a
aittir. Doğrusu Allah zalimleri sevmez.
41- Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin
aleyhine bir yol yoktur.
42- İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere
taşkınlık edenlere karşı
durulmalıdır. İşte can yakıcı azap
bunlaradır.
43- Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü
affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer
işlerdendir.
Bundan önce bu surede Kur'an-ı Kerim
insanlığın durumunu tasvir ederken, kitap ehli
toplumların kendilerine yeterli bilgi geldikten sonra görüş
ve inanç ayrılığına düşüp
bölündüklerine işaret etmişti. Bu bölünmelerinin
yüce Allah'ın kendilerine indirdiği kitabı
kendileri için belirlediği ve Hz. Nuh'tan, İbrahim'e,
ondan Musa'ya, İsa'ya kadar süren değişmez hayat
sistemini bilmeyişlerinden kaynaklanmadığına
değinmişti. Yine bölünen bu gruplardan sonra kitabı
devralan kuşakların ona içtenlikle inanmadıklarına,
aksine kuşku ile yaklaştıklarına işaret
etmişti.
Allah katından inen dinlere mensup olanların,
Allah'ın gönderdiği peygamberleri izleyenlerin durumu
bundan ibaret olunca, herhangi bir peygamberi izlemeyen, bir
kitaba inanmayanların durumu bundan daha sapık, bundan
daha karışık olacaktır.
Bu yüzden insanlık, kendisini içinde yüzdüğü bu
kör cahiliyeden kurtaracak, elini tutup kopmaz bir kulpa bağlayacak,
hem kendisinin hem de bütün varlıklar aleminin Rabb'i olan
Allah'ın yoluna doğru kendisine yol göstericilik
yapacak güvenilir ve doğru bir önderliğe ihtiyaç
duyuyordu.
Yüce Allah, şehirlerin anası Mekke ve çevresinde
oturanları uyarması için kulu Muhammed'e -salât ve
selâm üzerine olsun- Arapça Kur'an olarak kitabını
indirdi. İnsanlık tarihi ile birlikte süregelen davet
hareketinin halkalarını birbirine bağlamak, davet
hareketinin metodunun, yolunun ve hedefinin bir olduğunu
ortaya koymak, etkin ve önderlik işlerini yerine getiren müslüman
bir kitle meydana getirmek ve bu davayı yüce Allah'ın
istediği ve hoşnut olduğu şekliyle yeryüzünde
pratik olarak gerçekleştirmek için daha önce Nuh'a,
İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği
prensibi bu Kitab'ta bir hayat düsturu olarak yasalaştırdı.
İşte burada, bu ayetlerde müslüman kitlenin ayırıcı
ve karekteristik özellikleri dile getiriliyor. Bu ayetler,
Medine'de bir müslüman devlet kurulmadan önce Mekke'de inmiş
olmalarına rağmen müslüman kitlenin niteliklerinden
biri olarak şunu görüyoruz: "Onların
işleri aralarında danışma (istişare) ile dir."
Bu da gösteriyor
ki, şura ilkesi müslümanların hayatında devletin
siyasal düzeni olmaktan çok daha köklü bir yere sahiptir.
Şura bütün cemaatin temel karekteridir. Bu cemaat olarak
sorunlarını bu ilke doğrultusunda çözüme bağlarlar.
Sonra cemaat olmanın doğal sonucu olarak cemaatten
devlete geçilir. Yine müslüman cemaatin niteliklerinden biri
olarak şunu görüyoruz: "Bir zulme veya saldırıya
uğradıkları zaman, yardımlaşarak
kendilerini savunurlar."
Oysa hicretten sonra savaş izni verilene kadar Mekke'de müslümanlara
verilen emir, sabretmeleri, saldırıya saldırı
ile karşılık vermemeleri şeklindeydi. Ama
Medine'ye hicret edildikten sonra onlara şöyle denmişti:
"Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma
izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır.
Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü
yeter."(Hacc Suresi, .39)
Müslüman cemaatin karekteristik özellikleri gündeme
getirildiği bir sırada, Mekke'de inen bu ayetlerde bu tür
bir nitelikten sözedilmesi gösteriyor ki, zulüm ve saldırılara
karşı yardımlaşma, müslümanların
değişmez ve temel bir sıfatıdır, bundan
önce verilen savaşmaktan kaçınmaya ve
haksızlıklar karşısında sabretmeye
ilişkin direktif, belli şartlarda başvurulan
istisnai bir kuraldır. Dolayısiyle, konu müslüman
cemaatin temel nitelikleri olduğu için, ayetler Mekke'de
inmiş olmasına ve henüz saldırılara topyekün
dayanışma ile karşı koyma izni verilmemiş
olmasına rağmen bu değişmez ve temel nitelikte
burada gündeme getiriliyor.
İnsanlığa önderlik yapmak ve onları
cahiliyenin karanlığından islamın
aydınlığına çıkarmak üzere seçilen
müslüman cemaatin ayırıcı ve karekteristik
özelliklerinin, henüz önderliği fiilen ele
almadığı bir sırada ve Mekke'de inen bir
surede gündeme getirilmesi üzerinde düşünülmesi gereken
önemli bir meseledir. Çünkü bunlar en başta
bulunmaları ve cemaat içinde fiilen gerçekleşmesi
gereken niteliklerdir. Cemaatin fiili önderliğe
elverişli olabilmesi için bu durum kaçınılmazdır.
İşte bunun için üzerinde düşünülmesi gerekir.
Nedir bu nitelikler? Gerçek mahiyetleri nedir? Bütün insanlık
hayatında bu niteliklerin önemi nedir?
Bu nitelikler; iman, Allah'a güvenip dayanmak, büyük
günahlardan ve iğrenç davranışlardan
sakınmak, kızınca bağışlamak,
Allah'ın çağrısına olumlu
karşılık vermek, namaz kılmak, her meselede
şura ailesini uygulamak, yüce Allah'ın verdiği
rızıklardan Allah uğrunda mali harcamada bulunmak,
elbirliği ederek zulme karşı çıkmak,
bağışlamak, kendi hayatını ve çevresini
düzeltmek ve her türlü zorluğa göğüs gererek
sabretmektir.
Bu niteliklerin gerçek mahiyeti nedir ve ne ölçüde
önemlidirler? Kur'an'ın kendi ahenkli akışı içinde
bu nitelikleri sunarken bu konuya açıklık getirmemiz
yerinde olacaktır.
Kur'an-ı Kerim, insanları geçici ve kalıcı
değerlerin gerçek mahiyetini öğrenebilecekleri
değişmez ilahi bir ölçü ile karşı
karşıya getiriyor. Böylece meselenin ruhlarında
karmaşık bir hal alıp ölçülerinin, diğer
yargılarının karışmasına engel
oluyor. Bu amaçla müslüman cemaatin niteliklerini saymaya başlamadan
önce bu ölçüyü hatırlatıyor:
"Size verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir.
Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha
kalıcıdır."
Kuşkusuz şu yeryüzünde çekici ve göz kamaştırıcı
nimetler, süsler vardır. Çeşitli rızıklar,
evlatlar, şehevi duygular, zevkler, makam ve iktidar da
bunlardandır. Öte yandan yüce Allah'ın yeryüzünde
kullarına bir lütuf olarak, karşılıksız
bir bağış olarak bahşettiği nimetler
vardır. Bunlar şu dünya hayatında insanın günahkârlığı
veya itaatkârlığı ile bağlantılı
değildirler. Gerçi bu nimetler, itaatkârın elinde -az
da olsa- bereketlendirilir, isyankârın elinde bulunanlar ise
-çok da olsa- bereketi giderilir.
Fakat bunların hiçbiri kalıcı ve
değişmez değer değildir. Bunlar dünyanın
geçim kaynaklarıdır. Kullanım süreleri belirlenmiştir.
İnsanı yüceltmez ve küçültmez. Bu nimetler kendi başlarına
yüce Allah'ın katında bir ihsanın
saygınlığına veya
aşağılanmışlığına
kanıt oluşturamaz. Yine yüce Allah'ın
hoşnutluğunun veya öfkesinin belirtisi sayılamaz.
Bunlar sadece geçim kaynaklarıdır. "Allah'ın
yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha
kalıcıdı r."
Özü itibariyle daha iyidir. Süresi
bakımından daha kalıcıdır. Çünkü
dünya hayatının geçim kaynakları Allah'ın
katındaki nimetlerle
karşılaştırıldıklarında çok
basit ve önemsiz kalırlar. Allah'ın sürekli kullarının
üzerine akıttığı sonsuz lütfu ile karşılaştırıldığında
sınırlı oldukları ortaya çıkar. Dünyanın
geçim kaynaklarının günleri sayılıdır.
Bir ferd en fazla ömrünün sonu kadar bunlardan yararlanabilir.
Bütün insanlık ta öyle. Onların da bu dünya
nimetlerinden yararlanmaları bütün insanlığın
yaşama süresi ile sınırlıdır. Bu ise, yüce
Allah'ın günleri ile karşılaştırıldığında
bir göz açıp kapama anı veya bundan da az bir süre
kadardır.
Bu gerçek bu şekilde açıklandıktan sonra, yüce
Allah'ın kendilerine daha iyi
ve daha
kalıcı nimetler hazırladığı mü'minlerin
niteliklerinin açıklanmasına geçiliyor.
Önce iman sıfatından sözediliyor: "İnanıp
Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın yanında
bulunanlar daha iyi ve daha kalıcıdır." İnsanın
değeri şuradan gelir: O, ilk ve temel gerçeğe
ilişkin bir bilgidir. İman olmadan insanın içinde,
varlık alemine ilişkin doğru bir bilgi yeredemez.
Çünkü varlık aleminin gerçek mahiyetini kavramak ve bunun
yüce Allah'ın sanatı olduğunu algılamak ancak
Allah'a iman yolu ile mümkün olabilir. İnsan bu gerçeği
kavradıktan sonra evren ile iletişim kurabilir. Çünkü
insan bu durumda evrenin özünü bildiği gibi, ona egemen
olan kanunları da bilir. Bu yüzden insanın hareketleri
ile şu büyük varlık aleminin hareketleri arasında
bir ahenk oluşur. Bu durumda insan evrensel yasalar
sisteminden sapmaz. Kendi hareketleri ile evrenin hareketleri
arasındaki bu ahenkten dolayı mutlu olur. Varlık
alemi ile birlikte itaat ederek, kayıtsız
şartsız teslimiyet duygusu ile, barış içinde
varlıklar aleminin yaratıcısına doğru
yolalır. Bu nitelik
her insan için gereklidir. Ancak, varlıklar aleminin
yaratıcısına doğru insanlığa yol göstericilik
yapacak önder bir cemaat için çok daha gereklidir, elzemdir. '
İmanın değeri bir de şuradan gelir:
İman insan ruhunu yatıştırır.
İnsanın, yolunu güven içinde izlemesini sağlar.
Onu şaşkınlıktan, çekingenlikten, korku ve
karamsarlıktan kurtarır. Bu nitelikler, şu
gezegendeki yolculuğu esnasında her insan için
gereklidir. Ama yol gösteren ve insanlığa bu
yolculuğunda önderlik yapan bir lider için çok daha
gereklidir.
Arzu ve ihtiraslardan, kinden, nefretten, kişisel çıkardan
ve ganimetler elde etme duygusundan soyutlanmak açısından
iman büyük değere sahiptir. Bu durumda kalp
şahsının ötesinde bir hedefe bağlanır;
bu meselenin kendisiyle bir ilgisinin
bulunmadığını, bunun Allah'ın dinine
davet olduğunu ve kendisinin bir ücret karşılığı
Allah adına çalıştığını anlar.
Bu bilinç önderlik görevini omuzlamış biri için
zorunludur. Hareketten ayrılıp kendisine baş
kaldıran bir grubun bu eylemi karşısında veya
davet görevini yerine getirirken çeşitli baskılarla,
eziyetlerle karşı karşıya
kaldığında ümitsizliğe kapılması,
kitleler çağrısına koştuğu veya
kendisine boyun eğdikleri zaman da gurura
kapılmaması için bu anlayış kaçınılmazdır.
Çünkü o, sadece belli bir ücret karşılığında
çalışan bir işçidir.
İlk müslüman kitle bütün içtenliğiyle iman
etmişti. Bu iman ruhları, ahlâki yapıları ve
davranış biçimleri üzerinde
şaşırtıcı bir etki
bırakmıştı. O sıralar insanlık
aleminde iman tablosu solmuş, tanınmayacak hale
gelmişti. İmanın insanların ahlâki yapıları
ve davranış biçimleri üzerindeki etkisi kaybolmuştu.
İslam geldiği zaman canlı, etkin ve aktif bir iman
tablosu meydana getirdi. Bu sayede mü'min kitle omuzlarına yüklenen
önderlik görevini yerine getirmeye elverişli hale geldi.
Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların
gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı eserinde bu
imana ilişkin olarak şöyle der:
"En büyük düğüm -şirk ve küfür düğümü-
çözüldü. Bunun sonucu diğer tüm düğümler
çözüldüler. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine
olsun müşriklerle en öncelikli konuda cihada girişti
ve islamın öngördüğü her emir ve yasak için teker
teker cihad yapmaya gerek duymadı. En öncelikli mesele etrafında
girişilen çarpışmada islam cahiliyeyi yenilgiye
uğrattı. Artık her çarpışmada zafer
islamındı. Bundan sonra müşrikler kalpleri ile,
organları ile, ruhları ile topyekün barış ve
esenlik dini islama girdiler. Doğru yolu açık seçik
gördükten sonra Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine
olsun- karşı çıkmadılar. Onun verdiği
bir karara karşı içlerinde bir hoşnutsuzluk, bir
burukluk kalmamıştı. Zaten onun serbest veya yasak
olarak öngördüğü bir şeyde onların seçme hakkı
yoktu." "Gitgide içlerinde şeytanın
vesveselerine yer kalmadı. Hatta kendi
şahıslarını ilgilendiren duygular da içlerinde
barınamaz oldu. Başkalarından
uzaklaştıkları gibi kendi kendilerinden, çıkarlarından,
kişisel endişelerinden uzaklaştılar. Daha dünyadayken
ahiret adamı oldular. Bu günden yarını
yaşadılar. Bir musibet karşısında
paniğe kapılmadılar, feryadı basmadılar.
Nimet de şımartmadı onları. Fakirlikten
dolayı ezilmediler. Zenginlik
azgınlaştırmadı onları. Ticaret
onları oyalamadı. Güçlü bir konuma gelince başkalarını
küçümsemediler. Yeryüzünde büyüklenmek, bozgunculuk yapmak
düşüncesinde değildiler. İnsanlar için ideal
ölçüler oldular. Kendileri, anne-babaları ve
akrabaları aleyhinde de olsa Allah için şahitlikte
bulunarak adalet ilkesinin somut örnekleri oldular. Tüm
yeryüzü ayaklarının altına serilmişti.
İnsanlığın sığınağı,
dünyanın koruyucuları ve Allah'ın dininin davetçileri
olmuşlardı."
Üstad en-Nedvi, gerçek imanın insanın ahlâki yapısı
ile eğilimleri üzerindeki etkilerinden sözederken şöyle
der:
"Gerek Araplar gerek Arap olmayanlar, kısacası tüm
insanlık cahiliye hayatı yaşıyordu.
Kendilerinin yararlanması için yaratılan, kendi irade
ve yönlendirmelerine boyun eğen her şeye secde
ediyorlardı. Taptıkları bu yaratıklar
kendilerine itaat edeni ödüllendiremez, karşı çıkanı
da cezalandıramazdı: Herhangi bir şeyin
serbestliğini veya yasaklığını
belirleyemezdi. Din, hayatlarında etkisi bulunmayan yüzeysel
bir kurumdu. Ruhları, vicdanları ve kalpleri üzerinde
bir yaptırım gücü, ahlâki yapıları ve
davranış biçimleri üzerinde bir etkinliği yoktu.
Yüce Allah'a, işini tamamlamış, herşeyden
eletek çekmiş, bazı insanlara Rablık kisvesini
giydirmek için hakkından feragat etmiş bir
yaratıcı, bir usta gibi inanıyorlardı. Kontrolü
ellerine geçirmişlerdi. Örgütlü bir hükümetin diğer
yetkilerinin yanısıra memleketin yönetimini, işlerinin
yürütülmesini, gelir kaynaklarının
dağılımını kendi arzularına göre
düzenlemek üzere üstlenmişlerdi. Allah'a inanmaları
tarihsel bir bilgiden öteye geçmiyordu. Allah'a inanmaları,
gökleri ve yeri onun yarattığını kabul
etmeleri, bir tarih talebesinin; şu eski sarayı kim
yaratmıştır? sorusuna karşılık,
ondan korkmaksızın, ona boyun eğmeksizin bir eski
kralın adını söylemesinden farksızdı.
Dinleri Allah korkusundan, ona dua etmekten uzaktı. Allah'
hakkında onu sevmelerini sağlayacak olumlu birşey
bilmiyorlardı. Allah hakkındaki bilgileri,
anlaşılmaz, kapalı, kısa ve sembolikti.
Bu yüzden içlerinde Allah'a karşı sevgi ve
ürperme duygusu uyanmazdı..." "...Araplar ve müslüman
olan diğer toplumlar Allah
hakkındaki
bu yanlış,karmaşık ve ölü anlayıştan
kurtulup derin, açık ve canlı bir anlayışa
sahip oldular. Bu anlayış ruh, vicdan, kalp ve organlar
üzerinde etkindi. Etkileri ahlâki ve toplumsal yapıya
yansımıştı. Hayat ve hayatla ilgili her
şeyde bu aktif anlayışın etkinliğini görmek
mümkündü. En güzel isimlere sahip ve en ideal örneği
veren Allah'a inanıyorlardı. Alemlerin Rabb'i,
Rahman-Rahim, din gününün sahibi, mülk sahibi, eksikliklerden
uzak (el-Kuddüs), esenlik veren (es-Selam), güven veren
(el-Mü'min), herşeyi kontrolü altına alan
(el-Muheymin), üstün iradeli olan (el-Aziz), caydırıcı
güce sahip bulunan (el-Cebbar), herşeyden büyük olan
(el-Mütekebbir), herşeyi yaratan (el-Halık),
herşeyi var eden (el-Bari), varlıklara şekil veren
(el-Musavvir), her yaptığını bir hikmete göre
yapan (el-Hakim), bağışlayan (el-Gafur), seven
(el-Vedûd), şefkat gösteren (el-Rauf), acıyan
(er-Rahim), yaratan ve yarattığını yönlendiren,
her şeyin mülkiyetini elinde bulunduran, koruyan ama
kimsenin korumasına muhtaç olmayan... Ve bunun gibi
Kur'an'da yeralan sıfatlara sahip bulunan, cennetle
ödüllendiren, ateşle cezalandıran, dilediğinin
rızkını bollaştıran, dilediğininkini
de azaltan, göklerde ve yerde gizli şeyleri bilen, gözlerin
hain bakışlarını ve göğüslerin içinde
saklı bulunan duyguları bilen ve bunun gibi onun gücünü
ve yaptıklarını ifade eden Kur'an ayetlerinin
işaret ettiği niteliklere sahip bulunan Allah'a
inanıyorlardı... Bu geniş boyutlu, derin etkili ve
anlaşılır iman ile kişiliklerinde insanı
dehşete düşüren bir devrim gerçekleşmişti.
Herhangi birisi Allah'a inanıp Allah'tan başka ilah
olmadığına şahitlik ettiği zaman
hayatı altüst oluyordu. İman bütün organlarına nüfuz
ediyordu, bütün damarlarına akıyor, bütün duygularına
yansıyordu. Bedeninde can ve kan yerine geçiyordu.
Cahiliyenin tüm mikroplarını,
kalıntılarını yok ediyordu. İman kalbini
ve aklını bürüyordu. Ondan bambaşka bir insan
meydana getiriyordu. Bu duruma gelen insan iman,
kararlılık, sabır ve cesaretin parlak örneklerini
sergilerdi. Aklı, felsefeyi ve ahlak tarihini
şaşkın bırakan olağanüstü davranış
ve ahlak örneklerini ortaya koyardı. Bu olağanüstülükler
sonsuza kadar, şaşkınlık ve dehşet konusu
olmaya devam edeceklerdir. İlim, tam ve derin bir insan
dışında bu olağanüstülükleri yorumlamaktan,
bunlara bir açıklama getirmekten acizdir."
"İman bir ahlak ve ruhsal eğitim okulu gibiydi.
Kişiye sağlam irade, güçlü bir ruh yapısı,
otokontrol, kişisel arzu ve eğilimlerden uzaklaşmak
gibi üstün meziyetler kazandırıyordu. Bu
eğitimden geçen kişi ahlâk tarihinin ve psikolojinin
tanıdığı, ahlâki çöküntüden ve insanlığın
düştüğü aşağılık durumdan
kurtulan en ideal örnekti. Hiçbir gözün göremediği,
kanun elinin uzanamadığı bir sırada
insanın içindeki hayvansal dürtüler azgınlaşıp
insanın ayağı kaydığı zaman bu iman
nefse ağır eleştiriler yöneltir, onu sürekli kınar,
vicdanı yakan bir kamçıya dönüşürdü.
İşlediği suçu sürekli düşünmesini sağlardı.
Artık kişi kanun önünde suçunu itiraf etmedikçe
rahat etmezdi. Kendini ağır bir cezaya kendi eliyle
teslim ederdi. Allah'ın azabından ve ahiret
cezasından kurtulmak için, isteyerek, derin bir içtenlikle
bu cezaya katlanırdı."
"...Bu iman, insanlık onurunun ve iffetinin güvenilir
bekçisiydi. Sürükleyici arzular ve eğilimler
karşısında baş kaldıran nefsini, hiç
kimsenin kendisini görmediği bir yerde kontrol ederdi. Hiç
kimseden korkmasının sözkonusu olmadığı
yerlerde nefsini frenler, ihtiraslarına engel olurdu. Nitekim
islam fetihleri tarihinde, ganimetlere el sürmemek, emanetleri
layık olana vermek, içtenlikle Allah için çalışıp
her şeyden vazgeçmek gibi insanlık tarihinin bir örneğini
gösteremediği göz kamaştırıcı olaylar
yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz bu imanın
kökleşmesinin, Allah'ın gözetimini ve onun her zaman
ve her yerde herşeyi bildiğini düşünmenin
sonucuydu."
"Bu imana sahip olmadan önce, hareket, ahlaki yapı,
davranış biçimi, alıp verme, siyaset ve toplum açısından
tam bir keşmekeşlik içindeydiler. Hiçbir otoriteye
boyun eğmez, hiçbir düzen tanımazlardı. Hizaya
girmeyen serserilerdi. Canları ne isterse onu
yaparlardı. Körükörüne hareket eder, ne yaptıklarını
bilmeden koyu karanlıkta yol alırlardı. Ama
şimdi iman ve kulluk dairesine girmiş
dışına çıkmıyorlardı. Her
şeyin mülkiyetinin, herşey üzerindeki hakimiyetin,
serbest ve yasak belirleme yetkisinin Allah'a ait olduğunu
kabul ediyorlardı. Kendilerinin uyruk, kul ve
kayıtsız şartsız itaâtla yükümlü olduklarını
itiraf ediyorlardı. Yol göstericiliği
bırakmış eksiksiz bir şekilde Allah'ın hükmüne
teslim olmuşlardı. Omuzlarındaki
ağırlıkları atmış, kişisel
arzularından ve benliklerinden
soyutlanmışlardı. Yüce Allah'ın isteği
ve hoşgörüsü dışında hayatta hiçbir mala,
cana ve yetkiye sahip bulunmayan kullar olmuşlardı.
Allah'ın izni olmadan savaşmaz, O'nun izni olmadan
barış yapamazlardı. Allah'ın izni olmadıkça
ne birinden hoşnut olabilirlerdi, ne de kızabilirlerdi.
Yine hiç kimseye birşey veremez veya verilen birşeyi
alıkoyamazlardı. Onun izni ve buyruğu olmadıkça
hiç kimseyle ilişki kurmaz, yahut ilişkileri
kesemezlerdi."
İşte, islam inanç sistemi ile insanlığa
önderlik yapmak üzere seçilen cemaatin niteliklerini gündeme
getiren ayetin işaret ettiği iman budur. Bu imanın
bir gereği de Allah'a dayanıp güvenmektir. Ancak
Kur'an-ı Kerim bu niteliği ayrı olarak ele
alıyor ve altını çizerek belirginleştiriyor:"Rabb'lerine
güvenirler."
Cümlenin kuruluşunda özne ile yüklemin yer değiştirmiş
olması onların sadece Rabb'lerine dayanıp güvendiklerini
ifade ediyor, başkasına değil. Tek Allah`a iman
etmek sırf ona dayanıp güvenmeyi gerektiriyor.
İşte tevhidin, yani Allah'ın Rab ve İlah
olarak birliği düşüncesinin ilk ve temel
görüntüsü. Çünkü mü'min Allah a ve O'nun sıfatlarına
inanır. Varlıklar aleminde O'nun iradesi
dışında hareket eden bir canlının
olmadığından kuşku duymaz. Yine O'nun izni
olmadan hiçbir şeyin olmayacağına kesinlikle
inanır. Bu yüzden sırf O'na dayanıp güvenir. Bir
şey yaparken veya bir şeyden vazgeçerken O'ndan başkasına
yönelmez.
Bu bilinç herkes için zorunludur. Bir insanın
başını dik tutması, Allah'tan
başkasının önünde başını
eğmemesi, Allah'tan başka hiç kimseden herhangi bir
şey beklemeden, korkmadan kendinden emin bir kalbe sahip
olması için bu anlayış kaçınılmazdır.
O zaman sıkıntıdan dolayı yüreği
hoplamaz, bolluktan dolayı şımarmaz, normal
durumunu sürdürür. Varlık ve yokluk onu etkilemez. Şu
da varki
bu bilinç, yol göstericilik sorumluluğunu yüklenen
önderler için çok daha gereklidir.
"Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar."
Büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan
kalbi arındırmak, temiz davranışlar sergilemek
gerçek imanın sonuçlarından biridir. Yine doğru
bir önderliğin vazgeçilmez gereğidir. Bir insan büyük
günahlara ve kötülüklere yeltenirken, onlardan kaçınmazken
kalpteki iman berraklığını ve
saflığını koruyamaz. İmanın
berraklığından soyutlanmış, içindeki
iman aydınlığı kötülükler ve günahlar
tarafından bastırılmış bir kalp önderliğe
elverişli değildir.
İman, mü'min kitlenin gönlünde son derece ince bir
duyarlılığa ulaşmıştı. Nitekim
az önceki alıntılarda imanın
ulaştığı bu duyarlılık düzeyine işaret
edilmişti. İşte bu ilk müslüman kitle bu özelliğiyle
insanlığa önderlik etme sorumluluğunu üstlenmeyi
hakketmişti. Ama bu önderliğin ne bundan önce, ne de
bundan sonra bir benzeri bir daha görülmedi. Ve bu ideal toplum,
arzu ve ihtirasların, şehvetlerin kol gezdiği bir
ortamda doğru yolu bulmak isteyenlerin bakıp
yollarını buldukları bir yıldız
işlevini görmektedir.
Yüce Allah, insan denen şu yaratığın
zayıf ve dirençsiz olduğunu biliyor. Bu yüzden
önderliği ele almanın ve Allah katındaki ödülü
hakketmenin sınırını büyük günahlardan ve iğrenç
davranışlardan kaçınmak şeklinde belirliyor,
küçük günahları ve hataları bunun
dışında tutuyor. İnsanın dayanma gücünü
bildiği için işlediği küçük günahları
rahmetinin kapsamına alıyor. Hiç kuşkusuz bu, yüce
Allah'ın bir lütfudur, insana yönelik rahmetinin, hoşgörüsünün
belirtisidir. Bundan dolayı yüce Allah'tan utanmak gerekir.
Çünkü hoşgörü insanı mahcup eder,
bağışlama onurlu kalplerde utanma duygusunu
uyandırır.
"Kızdıkları zaman da affederler."
Bu nitelik, yüce Allah'ın insanın işlediği
küçük günah ve hatalara yönelik hoşgörüsüne üstü
kapalı olarak işaret edildikten sonra kullar
arasında hoşgörülülüğü ve bağışlayıcılığı
teşvik amacı ile yeralıyor. Böylece mü'minlerin
bir niteliği olarak, onlar kızdıkları zaman
bağışlarlar ifadesi önplana çıkarılıyor.
Burada bir kez daha islamın insana yönelik hoşgörüsü
belirginleşiyor. İslam hiçbir zaman insana gücünü aşan
bir sorumluluk yüklemiyor. Çünkü yüce Allah öfkenin insanın
öz yaratılışından kaynaklanan bir tepki
olduğunu ve bunun büsbütün kötülük olmadığını
biliyor. Allah için, onun dini için, hak için, adalet için
öfkelenmek, kızmak iyidir ve gereklidir. Bu yüzden
öfkelenmek özü itibariyle yasaklanmıyor ve bir hata olarak
nitelendirilmiyor. Tam tersine insanın
doğasının ve öz yaratılışının
bir parçası olduğu kabul ediliyor. Böylece insan öz
yaratılışı ile dininin emri arasında
şaşkın duruma düşmekten, duygu ve
davranış olarak çelişik görünümler
sergilemekten kurtarılıyor. Fakat Kur'an-ı Kerim
aynı zamanda insanı öfkesini yenmeye, bağışlamaya,
affetmeye yöneltiyor ve bu niteliği imanın ideal
niteliklerinden biri olarak önplana çıkarıyor. Bunun
yanısıra Peygamber efendimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- hiçbir zaman kendi şahsı için kızmadığı,
sadece Allah için kızdığı Allah için kızınca
da bundan pişmanlık duymadığı
bilinmektedir. Fakat bu Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- yüce kişiliğine özgü bir derecedir. Yüce
Allah mü'minleri bundan sorumlu tutmamış, sadece buna
teşvik etmiştir ve kızdıklarında
bağışlamalarını, ellerine güç
geçirdiklerinde affetmelerini, intikam duygusunu yenmelerini
istemekle yetinmiştir. Kuşkusuz bunun için de sorunun
insanın kendi kişiliği ile ilgili olması, bu
sınırı taşmaması gerekir.
"Rabb'lerinin çağrısına gelirler."
Rabb'leri ile aralarına giren tüm engelleri ortadan kaldırırlar.
İnsanın Rabbi ile iletişim kurmasını
önleyen tüm engelleri bertaraf ederler. Zaten kişi ile
Rabbi arasında insanın kendisinden,
ihtiraslarından, arzu ve isteklerinden, kendi
varlığından, egoistliğinden başka engel
yoktur. İnsan bütün bu engellerden kurtulduğu zaman
Rabb'ine giden yolun açık ve engebesiz olduğunu görür.
Bu durumda hiçbir engele takılmadan Rabb'inin çağrısına
koşar. Bu çağrının gereklerini eksiksiz
yerine getirir. Her yükümlülüğün karşısında
kendi ihtirasından kaynaklanan herhangi bir engele
takılıp duraksamaz. Bu, Allah'ın çağrısına
koşmanın genel ifadesi. Şimdi de çağrıya
koşmanın gerekleri açıklanıyor:
"Namaz kılarlar."
Namaz, islam dininde büyük öneme sahiptir. Çünkü namaz
islamın ilk temel ilkesinden; Allah'tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi
olduğuna şahitlik etme ilkesinden hemen sonra gelir.
Namaz Allah'ın çağrısına olumlu
karşılık vermenin ilk belirtisidir. Kul ile Rabbi
arasındaki bağdır. Tek safta rükua giden, secde
eden kullar arasındaki eşitliğin göstergesidir.
Burada hiçbir baş bir diğerinden üstün, hiçbir adam
bir başkasından öncelikli değildir.
Belki de namaz kılma niteliğinden hemen sonra
zekattan söz edilmeyip ondan önce şura ilkesinin gündeme
getirilmesi bu yüzdendir:
"Onların işleri aralarında
danışma iledir."
İfade onların her meselelerini aralarında
danışarak çözüme bağladıklarını
belirtiyor. Böylece tüm hayatlarını şura
boyası ile boyuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bu
ayet, bir islam devleti kurulmadan önce Mekke'de inmiştir.
Şu halde bu nitelik müslümanların hayatında
devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen
anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile
her durumda müslüman cemaatin temel bir niteliğidir,
karekteristik özelliğidir.
Gerçekte islamda devlet, cemaatin ve onun kendine özgü
niteliklerinin doğal sonucundan başka birşey
değildir. Cemaat devleti özünde barındırır
ve islam hayat sistemini yürürlüğe koymak, onu fert ve
toplum hayatına egemen kılmak üzere devletin
fonksiyonunu yerine getirir.
Bu yüzden şura ilkesi cemaat içinde ilk dönemlerde
yürürlüğe girmiş ve bu ilke devlet ve devlet
işlerini yürütmekten daha geniş ve daha kapsamlı
olarak algılanmıştı. Şura islami
hayatın ayrılmaz bir parçasıdır.
İnsanlığa önderlik etmek üzere seçilen cemaatin
ayırıcı özelliğidir, önderlik görevinin en
gerekli, en kaçınılmaz niteliğidir.
Şura ilkesinin uygulanış biçimi ise, demir kalıplara
dökülmüş değildir. Bu yüzden şura ilkesinin
uygulanış biçimi, bu temel özelliğin islam
cemaatinin hayatında yürürlüğe konulmak üzere her
toplumun ve çağın koşullarına
bırakılmıştır. İslam düzeni tamamen
donuk kalıplardan oluşmaz ve tümü de tartışılmaz
doğmalardan ibaret değildir. İslam düzeni herşeyden
önce iman gerçeğinin kalbe yerleşmesinden kaynaklanan
bir ruhtur. Müslümanın bilinç ve davranışı
bu gerçekle şekillenir. Geri planda bulunan iman gerçeğini
gözönünde bulundurmadan islam yönetim biçimi üzerine yapılan
araştırmalar sonuçsuz kalır. Hiç kuşkusuz
bu, islam inanç sistemine inanma gerçeğini bilmeyenlerin
ilk bakışta sandıkları gibi rastgele söylenmiş,
dayanaksız bir söz değildir. Çünkü bu inanç sistemi
-onun öngördüğü yönetim biçimine bakmadan önce, katışıksız
itikadi temelleri ile- psikolojik ve aklî gerçekler içerir.
Bunlar özleri itibariyle insanın ruhsal ve bedensel
yapısı içinde aktif ve etkin bir varlık gösterirler;
insanlık hayatında belli kapılanmaların; yönetim
biçimi ve rejimlerin oluşmasına, ortaya çıkmasına
ön ayak olurlar. Bundan sonra gelen ayetler uygulamalara ve
yönetim biçimlerine işaret ediyorlar. Ama sadece düzenleme
amacı ile, yeniden oluşturma, meydana getirme amacı
ile değil... İslami herhangi bir yönetim biçiminin oluşması
için, bundan önce müslümanların olması gereklidir.
Aktif ve etkin bir iman kaçınılmazdır. Aksi
taktirde hiçbir yönetim biçimi ihtiyaca cevap vermez, islami
olarak nitelendirilebilecek bir düzen kurulamaz.
Gerçek müslümanlar varolduğu ve iman gerçeği
kalplerinde yerettiği zaman islam düzeni ortaya çıkar.
O zaman müslümanların yaşadıkları çevreye
ve ortama uygun islam düzeninin bir şekli yürürlüğe
konur ve islam ilkeleri eksiksiz olarak ve en iyi bir şekilde
uygulanır:
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır
için harcarla r."
Bu da aynı şekilde henüz hicretin ikinci yılında
miktarı ve şartları belirlenen zekat yükümlülüğünden
önce gelmiş bulunan bir hükümdür. Ne varki genel anlamda
Allah'ın verdiği rızıktan hayır amaçlı
harcamada bulunmak islam cemaatine yöneltilen ilk direktiflerden
biridir. Daha doğrusu bu direktif islam cemaatinin
doğuşu ile birlikte gündeme gelmiştir.
Allah'ın dinine davet için maddi harcamada bulunmak kaçınılmazdır.
Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk
sevgisini yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek
zorunludur. İmanın ifade ettiği anlamın bütünüyle
gerçekleşmesi için bütün bunlar gereklidir. Ayrıca
bunlar cemaat hayatı için de gereklidirler. Çünkü Allah'ın
dinine davet etmek bir savaştır, bir mücadeledir. Bu
savaşı, savaşın yaralarını ve sonuçlarını
paylaşmak, birlikte üstlenmek bir zorunluluktur. Bu dayanışma
ve paylaşma bazan hiç kimsenin kişisel malından söz
edilmeyecek şekilde kapsamlı olur. Nitekim muhacirlerin
Mekke'den hicret edip Medineli kardeşlerinin yanına
konuk oldukları zaman böyle olmuştu. Olağanüstü
şartlar ortadan kalkıp durum normale dönünce zekat
vermeye ilişkin sürekli prensipler belirlenmişti.
Durum her ne olursa olsun genel anlamda mali harcamada
bulunmak, sözü edilen nitelikleri ile insanlığa
önderlik yapması için seçilen mü'min cemaatin belirgin
özelliklerinden biridir
"Bir zulme ve saldırıya
uğradıkları zaman, yardımlaşarak
kendilerini savunurlar."
Daha önce de söylediğimiz gibi Kur'an'ın Mekke'de
inen kısmında böyle bir nitelikten sözedilmesinin
özel bir anlamı vardır. Bu ayet, müslüman cemaatin
temel niteliklerinden birini; saldırıya karşı
topyekün direnme, zulme boyun eğmeme niteliğini gündeme
getiriyor. Bu da, iyi niteliklere sahip ideal bir ümmet olsun,
iyiliği serbest bırakıp kötülüğü yasaklasın,
insanlık hayatına hak ve adalet ilkeleri ile egemen
olsun diye insanların örnek alması için ortaya çıkarılmış
bir cemaat açısından doğaldır. Ve bu cemaat
Allah'ın desteği ile güçlüdür, üstündür,
onurludur: "Onur Allah'ın, peygamberinin ve mü'minlerindir."
(Müna fikun
Suresi, 9) Şu
halde topyekün yardımlaşarak saldırıya
karşı koymak, haksızlığı bertaraf
etmek bu cemaatin karekteristik özelliğidir, görevidir. Bir
süre Mekke'deki yerel şartlardan ve özellikle ilk
müslüman Arapların hayatındaki eğitimin
gerektirdiği nedenlerden dolayı savaştan uzak
durun, namazı kılın, zekatı verin direktifine
uyulmuş olmasına rağmen bu geçici bir uygulamadır,
oturmuş bir cemaatin özellikleriyle ilgisi yoktur.
Kuşkusuz Mekke döneminde barış ve sabır
taktiğinin tercih edilmesinin özel nedenleri vardır.
En başta, ilk müslümanlara yönelik işkenceler,
dinlerinden dönmeleri için uygulanan baskı yöntemleri
topluma egemen bir durumdan kaynaklanmıyordu. Çünkü Arap
yarımadasının o günkü siyasi ve sosyal rejimi
düzensiz kabile yapılanmasına dayanıyordu. Bu yüzden
herhangi bir müslüman şahsa yönelik eziyetler, eğer
akrabaları varsa onlardan ve ailesinden geliyordu. Aksine
mensup olmayan biri herhangi bir müslümana dininden dolayı
eziyet etmeye cesaret edemezdi. -Bir müslümana veya bir grup
olarak tüm müslümanlara toplu saldırıda bulunma
eylemi çok az meydana gelmiştir-. Nitekim efendiler de kölelerine
işkence ederlerdi. Ancak bu köleler müslümanlar tarafından
satın alınıp serbest
bırakılırlardı. Bundan sonra genellikle kimse
bunlara eziyet etmeye cesaret edemezdi. Öte yandan Peygamber
efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir evde müslüman
olmuş bir kişi ile o ailede henüz müslüman olmamış
kişiler arasında bir kavganın, bir çarpışmanın
meydana gelmesini istemiyordu. Çünkü katı kalplerin
yumuşaması için barış daha uygun bir
ortamdı.
Mekke döneminde barış ve sabır taktiğinin
tercih edilmesinin nedenlerinden biri de Arap insanının
karekteridir. Arap toplumu haksızlığa dayanmayan
onuruna düşkün, kahramanlık duygularının
ağır bastığı bir toplumdu.
Haksızlığa uğrayan, eziyet gören biri için
hemen harekete geçerlerdi. Müslümanların eziyetlere
katlanması, inançlarından taviz vermeyip baskılara
karşı sabretmesi bu kahramanlık duygusunun islam ve
müslümanlar saffına yönelmesi, onun lehine dönmesi için
uygun ortamı sağlıyordu. Nitekim
Haşimoğullarının Ebu Talip mahallesinde
Ablukaya alınmaları üzerine meydana gelen olaylar bunu
kanıtlamaktadır. Arap insanın temel karekteri olan
haksızlığa katlanmama duygusu bu
ablukaya
karşı harekete geçmiş, bu kararı içeren
sayfayı parçalamış ve ağır maddeler içeren
bu zalim antlaşmayı geçersiz kılmıştı.
Bir diğer neden de şudur: Arap toplumu sürekli savaşan
ve en ufak bir olayda kılıçlara sarılan, kanun, düzen
tanımaz sinirli bir toplumdu. İslami kişiliği
dengelemek bu başıboş heyecanı, bu gergin
siniri dizginlemeyi, onu bir amaca yöneltmeyi, onu sabretmeye ve
sinirleri frenlemeye alıştırmayı
gerektiriyordu. Bunun yanısıra ruhlarda inanç
sisteminin her türlü kişisel arzu ve ihtirastan, her türlü
ganimet ve mal varlığından daha üstün olduğu
duygusunu uyandırmayı gerektiriyordu. Bu yüzden
eziyetlere karşı sabretmeye ilişkin çağrı
islami kişilikte denge oluşturmayı, ona sabretmeyi,
direnmeyi ve ne pahasına olursa olsun yolu izlemeyi öğretmeyi
amaçlayan eğitim sistemine uygundu.
İşte bu ve benzeri düşünceler Mekke'de barış
ve sabır stratejisinin uygulanmasını
gerektirmişti. Bunun yanında müslüman cemaatin temel
ve değişmez özelliği de
vurgulanmıştı:
"Bir zulüm ve saldırıya
uğradıkları zaman, yardımlaşarak
kendilerini savunurlar."
Bu kural, hayatta başvurulan genel yöntem olarak
şu ifade ile pekiştiriliyor :
"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür."
Bir eyleme karşılık vermede asıl ölçü
budur; kötülüğe kötülükle karşılık
vermek... Kötülüğün şımarıp
azgınlaşmaması için bu gereklidir. Çünkü
kötülük, yeryüzünde bozgunculuk yapmasını
önleyecek bir engelle karşılaşmazsa güven içinde
yoluna devam eder.
Bunun yanısıra, Allah'ın hoşnutluğunu
elde etmek, kişiyle ve toplumu kin ve nefretten
arındırmak için kötülüğü bağışlama
teşvik ediliyor. Bu durum az önceki kuralın
dışında tutulmuştur. Bağışlama
ancak, kötülüğe, onun gibi bir kötülükle karşılık
verebilme durumunda sözkonusu olabilir. Ancak bu durumda bağışlamanın
bir ağırlığı, saldırgan ile
hoşgörülü şahıs üzerinde bir etkisi olabilir.
Çünkü saldırgan kişi bağışlamanın
zayıflıktan çok hoşgörüden kaynaklandığını
anlarsa mahçup
olur, utanır, kendisini affeden rakibinin kendisinden üstün
olduğunu anlar. Gücü yettiği halde
bağışlayan kişi de nefsini
arındırmış, yüceltmiş olur. Bu durumda
bağışlama her iki kişi içinde iyi sonuçlar
doğurur. Zayıflık
ve çaresizlik anında
durum böyle değildir. Zaten çaresizlik durumunda bağışlamaktan
söz etmek normal bir davranış değildir. O zaman
bağışlamanın bir yararı da olmaz. Tam
tersine saldırganı gittikçe azdıran,
saldırıya uğrayanı da
aşağılayan ve yeryüzünde bozgunculuğun
yayılmasına neden olan bir kötülüğe dönüşür.
"Doğrusu Allah zalimleri sevmez."
Bu ifade bir yönden "Kötülüğün
cezası, yine onun gibi bir kötülüktür" kuralını
pekiştiriyor. Bir diğer yönden de kötülüğü
bertaraf etmekle veya bağışlamakla yetinmeyi ve
karşı saldırıda bulunurken
sınırı aşmamayı ima ediyor.
Bu kuralı pekiştirmek amacı ile yeralan
diğer ifade ise, daha çok ayrıntılıdır:
"Zulüm gördükten sonra hakkını alan
kimselerin aleyhine bir yol yoktur." "İnsanlara
zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere
taşkınlık edenlere karşı
durulmalıdır. İşte can yakıcı azap
bunlaradır."
Buna göre zulme uğradıktan sonra kendini savunarak
zulmü bertaraf eden, kötülüğe onun gibi bir kötülükle
karşılık veren, ama haksızlık etmeyen
kişi hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaktır.
Çünkü o yasal hakkını kullanmıştır. Hiç
kimse onu sorumlu tutup yargılama yetkisine sahip
değildir ve hiç kimse onun karşısına geçip
engelleyemez. Karşılarına dikilip engel
olunması gerekenler insanlara zulmedenlerdir, yeryüzünde
haksız yere azgınlaşanlardır. Çünkü,
içinde zalimler bulunduğu ve bu zalimler insanların
tepkisiyle karşılaşmadıkları, zulümlerinden
vazgeçirilmeye çalışılmadıkları sürece
yeryüzü ıslah olmaz. Azgınlar diledikleri gibi
haksızlık ettikleri ve hiç kimse tarafından
engellenmedikleri, direnişle
karşılaşmadıkları sürece yeryüzündeki
hayat normal akışını sürdüremez. Yüce Allah
zalim ve azgın kişileri acıklı bir azapla
tehdit ediyor ama, insanların da zulüm ve azgınlığa
karşı çıkmaları, yolunu tıkamaları
gerekir.
Ardından ayetlerin akışı yeniden, dengeli
ve ölçülü davranmaya, nefsi kontrol etmeye, kişisel
durumlarda sabır gösterip hoşgörülü davranmaya ilişkin
konuya dönüyor. Kuşkusuz hoşgörülü davranmanın
haksızlığı bertaraf edebilme durumu için
geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir
durumda sabırlı davranıp hoşgörü göstermek
üstünlüğün belirtisidir, küçük düşürülmenin değil.
Onurluluğun belirtisidir, aşağılanmanın
değil:
"Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü
affederse şüphesiz bu hareket! yapılmaya değer
işlerdendir."
Bu mesele ile ilgili bütün ayetler, iki taraf arasında
dengeli ve ölçülü davranmayı ifade ediyor, nefsi kin ve
nefretten, zayıflık ve zilletten, zorbalık ve
azgınlıktan korumaya özen gösteriyor. Her durumda
Allah'ı, onun hoşnutluğunu gözetmesini ve şu
yeryüzündeki yolculuk için gerekli olan temel gıdanın
sabır olduğunu vurguluyor. .
Mü'minlerin nitelikleri bir araya gelince, insanlığa
önderlik eden ve Allah katında, Rabb'lerine inanıp
sırf ona dayanan mü'minler için hazırlanan daha iyi ve
daha kalıcı ödüle göz koyan islam cemaatinin ayırıcı
ve karekteristik özelliği çizilmiş oluyor.
|
|
O |
|
O |
|