21- Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir
şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı
vardır? Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı,
derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimler
için can yakıcı bir azap vardır.
22- Yaptıkları işler başlarına inerken
zalimlerin, korkudan titrediklerini görürsün. utanıp iyi
işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rab'lerinin yanında
onlara diledikleri herşey vardır. İşte büyük
lütuf budur.
23- Allah, inanıp salih ameller işleyen
kullarını bununla müjdeler. Ey Muhammed! De ki:
"Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden
başka bir ücret istemem." Kim güzel bir amel işlerse
onun güzelliğini arttırırız. Doğrusu
Allah bağışlayandır. Şükrün karşılığını
verendir."
24- Yoksa "Allah'a yalan uydurdu" mu diyorlar? Allah
dilerse senin kalbine mührü basar; batılı mahveder,
hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Doğrusu O,
kalplerde olanı bilendir."
Bir önceki bölümde yüce Allah'ın müslüman ümmet
için hayat sistemi olarak öngördüğü prensibin daha önce
Hz. Nuh'a, İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye
edildiği, aynı prensibin Hz. Muhammed'e -salât ve
selâm üzerine olsun- de vahyedildiği açıklanmıştı.
Bu bölümde ise içinde yaşadıkları durumu,
uydukları hayat sistemini kınama, yerme amacı ile,
yüce Allah kendilerine hayat sistemi belirlemediğine göre,
ve şu anda uydukları hayat sistemi de bundan önce yüce
Allah'ın gönderdiği tüm dinlere, onun koyduğu tüm
kanunlara aykırı olduğuna göre kimdir onların
uydukları kanunları koyan? Kimdir hayat sistemlerini
belirleyen? şeklinde bir soru yöneltiliyor:
"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir
şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı
vardır?"
Kim olursa olsun yüce Allah'ın yarattığı
hiç kimsenin yüce Allah'ın kanun olarak
koymadığı ve izin vermediği bir şeyi
kanun olarak koyma yetkisi yoktur. Kulları için kanun koyma
yetkisi sadece yüce Allah'a aittir. Çünkü bütün evreni
yoktan var eden ve kendi seçtiği yasalar sistemi ile tüm
evreni yöneten O'dur. İnsanlık hayatı ise bu uçsuz
bucaksız evren çarkında küçücük bir dişli
konumundadır. Bu yüzden evreni yönlendiren yasalar sistemi
ile uyuşan bir yasa hükmetmelidir insanlık
hayatına. Bu ise, uçsuz bucaksız evreni yönlendiren
tüm yasalar sistemini kapsayan bir bilgiye sahip bir kanun koymadıkça
mümkün olmaz. Allah'tan başka herkes
tartışmasız bu denli kapsamlı bir bilgiye
sahip olmaktan uzaktırlar. Bu yüzden bu yetersizlikle
beraber onların insanlık hayatı için kanun
koymalarına itibar edilmez.
Bu gerçek olanca çıplaklığı ile gözler
önünde olmasına rağmen, birçokları bunu
tartışma konusu yapıyorlar veya inanmıyorlar.
Halkları için iyiliği seçtiklerini ileri sürerek
yüce Allah'ın koyduğu kanunların
dışında kanunlar koymaya yelteniyorlar. Bunu
yaparken de içinde bulundukları şartlarla, kendi
kafalarından uydurdukları kanunlar arasında bir
paralellik kuruyorlar. Sanki yüce Allah'tan daha çok biliyorlarmış,
ondan daha iyi hüküm verebiliyorlarmış gibi! Ya da
sanki, Allah'ın izin vermediği konularda onlar için
kanun koyan Allah'ın dışında ortakları
varmış gibi! Bundan daha çirkin bir davranış,
Allah'a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz.
Kuşkusuz yüce Allah, insanlık hayatı için
insanın karakteri ile, öz yaratılışı
ile, içinde yaşadığı evrenin doğası
ve öz yaratılışı ile
uyuşacağını bildiği bir yasa
koymuştur. Bu sayede hem insanların kendi
aralarında hem de evrende yeralan güçlerle en yüksek
düzeyde yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşir.
Yüce Allah bunun için gerekli olan tüm temel yasaları
koymuştur. İnsana düşen sadece genel sistemin ve
çerçevesi belirlenmiş yasanın sınırları
içinde hayatın değişen ihtiyaçları ile
birlikte ayrıntı sayılan yeni düzenlemeler yapmaktır.
Bu konuda aralarında görüş
ayrılığı baş gösterirse meseleyi yüce
Allah'a döndürürler; yüce Allah'ın insanlar için hayat
düsturu olarak koyduğu temel yasalara başvururlar.
Çünkü yüce Allah bu temel yasaları insanların
ayrıntı sayılan düzenleme ve uygulamalarını
ölçtükleri bir kriter olarak koymuştur.
Böylece yasama kaynağı bire indirgenmiş oluyor;
hüküm tek başına Allah'a özgü kılınıyor.
O, herkesten iyi hükmeder. Bu yöntemin dışındaki
her girişim Allah'ın şeriatına, Allah'ın
dinine, Allah'ın Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya
ve Muhammed'e -salât ve selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği
prensibe karşı çıkmaktır, isyan etmektir.
"Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı,
derhal aralarında hüküm verilirdi." Yüce Allah,
onlara her meselenin kesin çözüme bağlandığı
güne kadar mühlet verileceğine ilişkin olarak kesin
bir söz vermiştir. Eğer bu söz olmasaydı,
kuşkusuz yüce Allah onlara ilişkin kararını
bildirecekti; yüce Allah'ın koyduğu kanunlara
karşı çıkıp, ondan başkasının
koyduğu kanunlara uyanları suçüstü yakalayıp en
kısa zamanda cezalarını verecekti. Ne varki yüce
Allah, her meselenin çözüme bağlandığı, her
amelin karşılığını eksiksiz
aldığı güne kadar onlara süre tanımıştır.
"Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir
azap vardır."
İşte zulmün karşılığı
olarak onları bekleyen bu can yakıcı azaptır.
Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp
ondan başkasının koyduğu kanunlara uymaktan
daha büyük bir zulüm var mıdır?
Bu yüzden zalimler bir kıyamet sahnesinde sunuluyorlar.
Burada zalimler azaptan dolayı korkuyor, titriyorlar. Oysa
daha önce korkmuyorlardı, hatta büyük bir küstahlıkla
bu azabın bir an önce gelip çatmasını
istiyorlardı.
"Yaptıkları işler başlarına
inerken zalimlerin, korkudan titrediklerini görürsün."
Bu ilginç ifade onların korkudan titremelerini
"Yaptıkları
işlere" bağlıyor.
Sanki onların dünyadaki bu kazançları
başlıbaşına korkunç bir felakettir. Oysa bu
onların kazançlarıdır, kendi elleri ile elde
etmişlerdi, ondan dolayı sevinmişlerdi! Ama onlar
bugün dünyada "yaptıkları işler
başlarına inerken" korkuyor, paniğe
kapılıyorlar. Sanki onların işledikleri
ameller kaçıp kurtulması mümkün olmayan bir azaba
dönüşmüş ve çepeçevre kuşatmıştır
onları.
Karşı sayfada ise bu günün azabından korkan,
titreyen, mü'minleri görüyoruz. Onları güvenlikte,
esenlik ve rahatlık dolu bir ortamda buluyoruz: "İnanıp
iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler.
Rabb'lerinin yanın da onlara diledikleri herşey
vardır. İşte büyük lütuf budur." ...
"Allah,
inanıp salih ameller işleyen kullarını bununla
müjdeler..."
İfade bütünüyle insana huzur veriyor, etrafa huzur
havası yansıtıyor: "Cennet bahçelerindedirler.."
"Rabb'lerinin yanında onlara diledikleri herşey
vardır." Herşey sınırsız ve
sonsuz... "İşte büyük lütuf budur..."
"Allah inanıp
salih ameller işleyen kullarını bununla müjdeler."Bu
ortada bulunan bir müjdedir ve önceki müjdeleri de doğrulamaktadır.
Bu atmosfere en uygun olanı da müjde havasıdır.
Bu bol, güzel ve geniş nimetlerin yer
aldığı sahnenin ardından Hz. Peygamber'e -salât
ve selâm üzerine olsun-; sonuçta bu nimetleri elde etmelerini
sağlayacak ve kendilerini bu can yakıcı azaptan
uzaklaştıracak doğru yolu bulmalarına
karşılık olarak kendisi ile aralarında bulunan
akrabalık bağını gözetmekten, bu konuda sevgi
göstermekten başka bir ücret istemediğini, ücret
olarak bunun yeterli olduğunu söylemesi telkin ediliyor:
"Ey Muhammed! De ki: `Ben sizden buna karşı
yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem: Kim güzel
bir amel işlerse onun güzelliğini
arttırırız. Doğrusu Allah
bağışlayandır. Şükrün karşılığını
verendir."
Bu ayetin ifade ettiği anlam için şuna işaret
etmiştim: Hz. Peygamber onlardan bir ücret istemiyor. Onun
akrabalara yönelik sevgisi -Nitekim Peygamber efendimizle Kureyş
kabilesine mensup bütün aileler arasında akrabalık
vardı- onu kendisinin izlediği doğru yola,
hidayete, onları da çağırmaya yöneltiyordu.
Onlara karşı beslediği bu sevgiyi, bu duyguyu
tatmin etmek için onlara bu şekilde iyilik yapmak istiyordu.
Bu
girişimine
karşılık istediği tek ücret buydu ve bu da
yeterliydi.
Kur'an-ı Kerim'de bu ifadeyle
karşılaşıp okuduğum her seferinde içimde
bu düşünce uyanır. Bir de İbn-i Abbas'ın
-Allah onlardan razı olsun- bu ayetle ilgili olarak şöyle
bir açıklamada bulunduğu rivayet edilir. Bu rivayeti
Buhari'de yer aldığı için buraya alıyorum:
Buhari diyor ki: Bize Muhammed b. Beşşar
anlattı, ona da Muhammed b. Cafer anlatmış, ona da
Şu'be Abdulmelik b. Meyserenin şöyle dediğini
aktarmış: Tavus'un İbn-i Abbas'tan
şunları anlattığını duydum:
İbn-i Abbas'tan yüce Allah'ın "Yakınlara
sevgiden başka bir ücret istemem
"
sözünün ne
anlama geldiği soruldu. Said b. Cübeyr: Burada kastedilen
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- soyunun akrabalığıdır
dedi. Bunun üzerine İbn-i Abbas: Acele ettin! Hz.
Peygamberle Kureyş kabilesine mensup bütün aileler arasında
akrabalık vardı. Peygamberimiz bunu kastederek,
"Benimle aranızdaki akrabalığı gözetmenizden
başka ücret istemiyorum" demiştir.
Bu durumda ayet şu anlamı ifade eder:
Akrabalığımızı gözönünde bulundurarak
bize eziyet etmekten vazgeçmenizden, beni dinleyip, size
yönelttiğim çağrıyı daha yumuşak bir
tavırla karşılamanızdan başka birşey
istemiyorum. Sizden istediğim tek ücret budur, başka
değil.
İbn-i Abbas'ın yorumu Said b. Cübeyr'in yorumundan
realiteye daha yakındır. Ne varki ben halâ biraz
önceki anlamın daha yakın ve daha uygun olduğu düşüncesini
taşıyorum. Hiç kuşkusuz yüce Allah bununla neyi
kastettiğini bizden daha iyi bilir.
Her halukârda Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- cennet bahçelerinin ve müjdelerin sunulduğu sahnenin
karşısında bunun için onlardan herhangi bir ücret
istemediğini hatırlatıyor. Oysa bundan çok daha
düşük şeylerle yol göstericilik yapan herberler
büyük ücretler isterler. Ne varki bu, yüce Allah'ın lütfudur.
O, kullarına lütufta bulunurken onları ticaret ve
adalet ölçülerine göre hesaplamaz. Hoşgörü ve lütufuna
göre hesaplar ödüllerini.
"Kim güzel bir amel işlerse onun güzelliğini
artırırız."
Sözkonusu olan sadece ücret istememek değildir. Bunun
yanısıra iyilikler de arttırılıyor, bol
nimetler bahşediliyor. Bütün bunlardan sonra bağışlanma
ve şükür vardır.
"Doğrusu Allah bağışlayandır,
şükrün karşılığını
verendir."
Allah bağışlıyor. Sonra... Allah
teşekkür ediyor... Kime teşekkür ediyor?.. Kullarına
teşekkür ediyor... Onların iyilik yapmalarını
sağlayan O'dur. Sonra onların iyiliklerini arttıran
O'dur. Kötülüklerini bağışlayan O'dur. Bütün
bunlardan sonra yüce Allah onlara teşekkür ediyor...
Ne büyük lütuf! Bunlara karşı şükretmek,
gereğini yerine getirmek bir yana, insan bu lütufları
izlemekten bile acizdir. Sonra tekrar ilk gerçeğe dönülüyor.
Burada söz son şüpheden açılıyor. Onlar, geçen
gezintilerde kaynağından, mahiyetinden ve hedefinden sözedilen
vahye kârşı takındıkları olumsuz
tavrı bu şüpheye bağlıyorlardı:
"Yoksa `Allah'a yalan uydurdu' mu diyorlar?"
Şu halde onlar Hz. Peygamber'in sözlerini doğrulamıyorlar.
Çünkü ona vahiy inmediğini, Allah katından ona
birşey gelmediğini iddia ediyorlar!
Fakat bu söz geçersizdir, hiçbir mantıklı
dayanağı yoktur. Çünkü yüce Allah, kendisine hiçbir
şey vahyedilmediği halde bir insanın kalkıp
Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini ileri sürmesine
müsade etmez. Yüce Allah'ın onun kalbini mühürlemeye ve
bunun gibi bir Kur'an'ı okumasına engel olmaya gücü
yeter. Böyle bir insanın sunduğu batılı
ortaya çıkarıp, gerçeği onun yerine
yerleştirebilir:
"Allah dilerse senin kalbine mührü basar; batılı
mahveder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir."
Çünkü Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
zihninde geçen hiçbir şey O'na gizli değildir. O
bunları ifade etmeden önce yüce Allah onun kafasında
geçenleri bilir:
"Doğrusu O, kalplerde olanı bilendir."
Şu halde bu, dayanaksız bir kuşkudur. Hiçbir
temele dayanmayan bir kuruntudur. Yüce Allah'ın tüm
gizlilikleri bildiğine, herşeye gücü yettiğine,
hakkı yerleştirip batılı yok etmeye
ilişkin yasasına ters düşen bir iddiadır.
Şu halde vahiy haktır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- sözü doğrudur. Onun hakkında
dolaşan dedikodular batıldır, zulümdür, sapıklıktır.
Bununla geçici bir süre için vahiy meselesine ara veriliyor. Bu
açıklamanın ardından surenin akışı
onları bir başka gezintiye çıkarıyor.
Surenin bu ikinci bölümü iç ve dış alemdeki
imanın kanıtlarından, ilahi gücün insanları
kuşatan doğrudan doğruya onların
hayatları ve geçimlerini ilgilendiren etkilerinden
sözediyor. Mü'minleri diğer insanlardan
ayrıcalıklı kılan belirgin niteliklerine
değiniyor. Surenin birinci bölümünde, değişik yönleriyle
vahiyden ve peygamberlik görevinden sözedildikten sonra bu
konuya giriliyor. Sonra tekrar surenin sonunda vahyin mahiyetinden
ve peygamberlere iletilirken izlenen yoldan sözediliyor. İki
bölüm arasında bir bağlantı olduğu da açıktır.
Bunlar insan kalbine giden, onu vahiy ve imana ulaştıran
iki yoldur.