Allah kitabı hak içerikli olarak indirmiştir. Onunla
birlikte de adalet ilkesini indirmiştir. Ve bu kitabı
bundan önceki inanç sistemlerine bağlı
bulunanların aralarında başgösteren görüş
ayrılıkları ve insanların farklı görüş
ve arzuları için bir hüküm mercii olarak öngörmüştür.
Bu kitaptan kaynaklanan yasal sistemlerini de yönetimde adalet
ilkesine dayandırmıştır. Yüce Allah'ın yönetimde
gözönünde bulundurulmasını istediği adalet,
değerlerin, hakların, amel ve uygulamaların
ölçüldüğü bir terazi gibi ince ve duyarlıdır.
Ayetlerin akışı bu gerçekten; kitabın hak
ve adalet ilkesi ile indirilişi gerçeğinden
kıyamet meselesine geçiyor. Bu iki olay arasındaki
bağlantı ise açıktır. Çünkü kıyamet,
adalet ilkesine göre hükmedilecek ve her konudaki nihai kararın
verileceği zamandır; Öte yandan kıyamet
gaybın kapsamına giren bir meseledir. Kim bilir, belki
çok yakın bir zamanda kopacaktır:
"Ne bilirsin belki de kıyamet saati
yakındır."
Ama insanlar bunun farkında değildirler. Oysa
yakındır onlara kıyamet. Hak ve adalet ilkesine
dayalı hesaplaşma o gün gerçekleşecektir. Bu
hesaplaşmada hiçbir şey gözardı edilmez, hiçbir
şey kaybolmaz.
Bu arada mü'minlerle mü'min olmayanların kıyamet
olgusu karşısındaki tutumları tasvir ediliyor:
"Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini
isterler. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu
bilirler."
Kıyamete inanmayanların kalpleri kıyametin
dehşetini hissetmez, o gün kendilerini bekleyen azabın
korkunçluğunu, boyutunu değerlendiremez. Bu yüzden
alay ederek kıyametin bir an önce kopmasını
istemelerinin şaşılacak bir yanı yoktur.
Çünkü onlar bu gerçeği göremiyor, kavrayamıyorlar.
Mü'minler ise, kıyametin kopacağına kesinlikle
inanırlar. Bu yüzden ondan korkarlar, çekinirler. Bir korku,
bir ürperti ile beklerler kıyameti. Çünkü kıyamet
koptuğunda neler olacağını bilirler.
Kıyamet bir gerçektir. Onlar da bunun gerçek olduğunu
bilirler. Onlarla gerçek arasında da bir bağ
vardır. Bu yüzden gerçeği tanırlar:
"İyi bilin ki, kıyamet saati hakkında
tartışanlar, uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir."
Sapıklığa dalmış, iyice
uzaklaşmışlardır. Bu derin
sapıklıktan sonra dönmeleri çok zordur.
Ayet-i kerime ahiret meselesinden; kıyametten duyulan
korku ya da onu önemsememe meselesinden yüce Allah'ın
kullarına bir lütuf olarak bahşettiği
rızık meselesine geçiyor:
"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini
rızıklandırır. O kuvvetlidir, galiptir."
İlk bakışta bu iki mesele arasındaki
ilişki uzak gibi görülüyor. Ancak bir sonraki ayet okunduğunda
aralarında sağlam bir bağlantı olduğu göze
çarpıyor:
"Ahiret kazancını isteyenin kazancını
arttırırız; dünya kazancını isteyene de
ondan veririz; fakat onun ahirette bir payı bulunmaz."
Yüce Allah kullarına büyük lütuflarda bulunur, dilediğini
rızıklandırır. Hem iyiye, hem kötüye, hem
mü'mine, hem de kafire rızık verir. Çünkü şu
insanlar kendi rızıklarını varetme gücünden
yoksundurlar, bu konuda ellerinden birşey gelmez. Onlara bu
hayatı bahşeden Allah'tır. Ayrıca yüce Allah
hayatın ilk ve temel sebeplerini garantilemiştir.
Şayet yüce Allah kafirlerin, doğru yoldan çıkanların
ve kötü kimselerin rızıklarını kesecek
olsaydı, bunlar kendi kendilerini
rızıklandıramazlardı, aç susuz, çıplak
ve hayat için gerekli olan temel sebeplerden yoksun olarak ölüp
giderlerdi. Ancak yüce Allah'ın hikmeti, ahirette
onların lehine veya aleyhine hesaplanmak üzere onların
yaşamalarını, dünya hayatında çalışıp
çabalama fırsatını bulmalarını
öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah rızık
meselesini iyilik-kötülük, iman-küfür dairesinin dışına
çıkarmıştır. Onu genel hayatın durumu
ile, özel ferdî yetenekler ile ilgili sebeplerle bağlantılı
kılmıştır. Ayrıca insanlara
bahşettiği rızkı bir imtihan ve deneme
aracı kılmış ve insanları kıyamet günü
bu imtihan ve denemenin sonucuna göre yargılamayı
öngörmüştür.
Sonra yüce Allah ahiret ve dünyayı kişinin
dilediğini seçebileceği birer kazanç kılmıştır.
Kim ahiret kazancını isterse onun için çalışır.
Yüce Allah ta kazancını arttırır, bu
niyetinden dolayı ona yardımcı olur ve çalışmasını
bereketlendirir. Ahiret kazancının yanısıra,
bu dünya hayatı için takdir edilen rızık ta
kendisine verilir, hiçbir şeyden yoksun
bırakılmaz. Hatta yüce Allah'ın bu dünyada
kendisine bahşettiği rızık da üretiminde,
harcamasında, faydalanma ve hayır amaçlı
dağıtılışında Allah'ın
hoşnutluğunu gözettiği sürece bizzat ahiret
kazancına dönüşür. Kim de dünya kazancını
isterse yüce Allah bu dünyada kendisi için takdir edilen
nimetleri verir ve onu hiçbir şeyden yoksun bırakmaz.
Ancak onun ahirette bir payı olmaz. Çünkü o ahiret kazancı
için çalışmamıştır ki, böyle bir payın
beklentisi içinde olsun!
Dünya kazancını isteyenlerle ahiret
kazancını isteyenlere bakıldığında dünya
kazancını istemenin ne büyük bir ahmaklık
olduğu ortaya çıkar. Çünkü dünya rızkını
yüce Allah bir lütuf olarak sunuyor, dünyayı da,ahireti de
isteyene bahşediyor. Her biri yüce Allah'ın bilgisi
uyarınca kendisi için takdir edilen dünya kazancındaki
payı alır. Ama ahiret kazancı onu isteyen ve onun için
çalışan kimselere özgü bir pay olarak kalır.
Dünya kazancını isteyenler arasında, genel
duruma ve kişisel yeteneklere bağlı rızık
sebeplerinin bir sonucu olarak zenginler kadar fakirlerin de
olduğunu görüyoruz. Aynı durum ahiret
kazancını isteyenler için de geçerlidir. Şu halde
bu iki grup arasında bu dünyada rızık açısından
bir fark yoktur. Asıl fark ve ayrıcalık ahirette
ortaya çıkacaktır. Durum bu olduğuna göre bu
dünyadaki durumunda bir değişiklik
yapmadığı halde ahiret kazancını terkeden
kimseden daha ahmak biri var mıdır?
Mesele sonuçta Allah katından inen kitabın içerdiği
hak ilkesi ve ölçü ile ilgilidir. Çünkü bütün canlıların
rızıkları takdir edilirken hak ve adalet ilkesinin
gözetildiği açıktır. Bu ilke dileyene ahiret
kazancını arttırmada, ve dünya kazancını
isteyenlerin kıyamet günü ahiret kazancından yoksun
bırakılmasında da gözönünde bulundurulmuştur.