O |
Şurä
|
O |
|
DİNİN EGEMENLİĞİ VE FİTNE
13- Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana
vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa ya ve İsa 'ya
tavsiye ettiğimiz Allah'ın dinini hayata egemen
kılın ve bu konuda görüş
ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için
bir hayat düsturu olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın
bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi.
Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de
doğru yola iletir."
14- Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sadece
aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa
düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş
sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi.
Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar da ondan
kuşku duymaktadırlar.
15- Bundan dolayı sen insanları Allah'ın dinine
davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol, onların
heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine uyma ve deki:
"Ben Allah'ın indirdiği her Kitab'a inandım;
aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah
bizimde Rabb'imiz, sizinde Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bize,
sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda
tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi bir
araya toplar, dönüşte O'nadır."
16- İnsanlar Allah'ın çağrısını
kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında
tartışanların delilleri, Rab'leri yanında
batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir
azab vardır.
Surenin giriş kısmında şöyle deniyor: "O
üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre
yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder."
Bu ifade, bütün
peygamberlerin vahiy aldıkları kaynağın,
uyguladıkları sistemin, gerçekleştirmek
istedikleri hedefin birliğine yönelik genel bir işaretti.
Şimdi ise bu işaret açıklığa
kavuşturuluyor. Yüce Allah'ın müslümanlar için hayat
düsturu olarak öngördüğü direktifin -genelde- Nuh'a,
İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği prensip
olduğu vurgulanıyor. Özelde müslümanlara genelde de
tüm peygamberlerin ümmetlerine emredilen prensip şudur: "Allah'ın
dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş
ayrılığına düşmeyin" Bu konuda
görüş ve inanç ayrılığına düşenlere
aldırmadan kalıcı ilahi sisteme uymakta ısrar
etmek, bu açık, dengeli ve tutarlı dini uygulamak,
Allah'ın hakimiyeti hakkında
tartışanların delillerini çürütmek, onları
Allah'ın öfkesi ile, şiddetli azabı ile korkutmak
gibi sonuçlar bu prensibin yerleşmesinden sonra gelir.
Tıpkı az önceki bölümde olduğu gibi burada da
belli bir amaca yönelik bir bütünlük ve ahenk olduğu göze
çarpmaktadır:
"Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana
vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiğimiz `Allah'ın dinini hayata egemen kılın
ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin'
direktifini
sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü."
Böylece surenin giriş kısmında
ayrıntılı olarak ele aldığımız
gerçek; bütün peygamberlerin sundukları mesajın
temelde bir olduğu; zamanın derinliklerine kök salmış
dinin bir olduğu gerçeği iyice pekiştiriliyor.
Buna bir de mü'minin duygusunda tatlı bir iz bırakan açıklamalar
ekleniyor. Mü'min uzanıp giden yolda yürüyen önceki kuşaklara
bakıyor. Birden peşpeşe yola koyulan
insanlığın şu seçkin, şu saygın
şahsiyetlerini; Hz. Nuh'u, İbrahim'i, Musa'yı,
İsa'yı ve Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerlerine
olsun- görüyor. Bu seçkin insanların devamı
olduğunu, onların izinden gittiğini düşünüyor.
Çeşitli engeller ve dikenlerle dolu da olsa, bu yüzden
birçok nimetten yoksun da kalsa daha bir coşku ile yolunu
izliyor. Çünkü o, yüce Allah katında en saygın, en
onurlu olan bir kafile ile yoldaşlık etmektedir. Bu
kafile insanlık tarihi ile birlikte bütün evrende gelmiş
geçmiş en büyük, en seçkin kafiledir.
Aynı şekilde, Allah'ın değişmez dinine
inanan ve O'nun kalıcı yasasına uyanlar
arasında köklü bir barış vardır. Bunlar
ayrılıkları ve farklılıkları bir
kenara bırakırlar. Sağlam bir yakınlık
bilincini taşırlar. Bu da beraberinde
yardımlaşmayı, anlaşmayı, şimdiki
zamanı geçmişe, geçmişi de şimdiki zamana
bağlamayı ve topyekün Allah'ın belirlediği
yolda yürümeyi getirir.
Yüce Allah'ın, dinden bir kural olarak Hz. Muhammed'e
-salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlara hayat
düsturu olarak öngördüğü prensip, yüce Allah'ın
Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya -selâm
üzerlerine olsun- tavsiye ettiği bir prensibin
aynısı olduğuna göre Hz. Musa'ya uyanlarla Hz.
İsa'ya uyanlar niçin birbirleri ile savaşıyorlar?
Hz. İsa'ya uyan değişik mezheplere bağlı
kişiler kendi aralarında niçin savaşıyorlar?
Hz. Musa'ya ve İsa'ya uyanlar neden Hz. Muhammed'e -salât ve
selâm üzerine olsun- uyanlarla savaşıyorlar?
İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri
sürenler niye müslümanlarla savaşıyorlar? Niçin
hepsi biraraya gelip kendilerine gönderilen son peygamberin kaldırdığı
tek bayrağın altında toplanmıyorlar? Çünkü
yüce Allah'ın yerine getirilmesini istediği bu direktif
herkese yöneliktir: "Allah'ın dinini hayata egemen
kılın ve bu konuda görüş
ayrılığına düşmeyin." Allah'ın
dinini bütün yönleriyle uygulayın, yükümlülüklerini
yerine getirin, ondan sapmayın, onun ilkelerini çarpıtmayın.
Yükselen bayrağın altında tek saf halinde durun.
Bu, tek ve değişmez bir bayraktır. Bu
bayrağı son dönemde Hz. Muhammed'e -salât ve selâm
üzerine olsun- gelene kadar sırasıyla Hz. Nuh,
İbrahim, Musa ve İsa -selâm üzerlerine olsun- taşımıştır.
Ne varki -Hz. İbrahim'in dinine bağlı
olduklarını ileri süren- şehirlerin anası
Mekke ve çevresinde yaşayan müşrikler bu yeni ama kökü
eskilere dayanan son çağrıya karşı
değişik bir tutum sergiliyorlar:
"Fakat kendilerini çağırdığın bu
düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." Aralarındaki
Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahyin gelmesi
onlara ağır geldi. Çünkü "İki
şehrin büyüklerinden birine" (Zuhruf Suresi, 31)
vahiy gelmesini istiyorlardı. Aralarında nüfuz sahibi
ileri gelenlerden birine gelmesini bekliyorlardı. Kendi
itirafları ile doğru ve güvenilir olan Hz. Muhammed'in
-salât ve selâm üzerine olsun- ne kişisel nitelikleri ne
de ortalama bir Kureyş ailesi olan soyu onlara göre otoriter
bir kabile başkanı olması için yeterli değildi.
Putperestlik ve putçuluk döneminin otoritelerinin dayanağı
efsanelerin bitmesi ile birlikte otoritelerinin bitecek
olması onlara ağır geliyordu. Çünkü ekonomik ve
kişisel çıkarları bu putperest efsanelere
dayanıyordu. Bu yüzden şirke sarıldılar.
Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
kendilerini çağırdığı net ve arı
tevhid düşüncesini, yani Allah'ın tek ve ortaksız
hakimiyetine dayanan islam düşüncesini kabul etmek ağır
geldi.
Ölen müşrik atalarının sapıklık
üzere, cahiliye üzere öldüklerini söylemek ağır
geldi onlara ve ahmaklığa dört elle sarıldılar.
Günahla övünür oldular. Atalarının
sapıklık üzere öldüklerini söylemektense cehenneme
atılmayı tercih ettiler.
Kur'an-ı Kerim onların bu ahmakça tutumları
üzerine yüce Allah'ın dilediği kimseyi peygamberlik görevi
için seçip tercih ettiğini, yine kendisine
sığınmak isteyeni doğru yola ilettiğini,
ayağı kayıp yoldan çıkan kimilerinin
tevbesini kabul ettiğini belirterek bir değerlendirme
yapıyor:
"Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir."
Nitekim Hz. Muhammed'i de -salât ve selâm üzerine olsun-
peygamberlik görevi için seçmiştir. Yine yüce Allah
kendisine dönüp yönelen için de yolu açık tutmuştur.
Ardından surenin akışı tekrar
peygamberlerin izleyicilerinin tutumlarına dönüyor. Bütün
peygamberler soydaşlarına aynı dini
getirmişler, ama izleyicileri onlardan sonra gruplara bölünmüş,
bölük, pörçük olmuşlardır:
"Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece
aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa
düştüler. Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş
sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi.
Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan
kuşku duymaktadırlar."
Şu halde onlar cahil oldukları için görüş
ayrılığına düşmediler. Kendilerini,
peygamberlerini ve inanç sistemlerini birbirine bağlayan tek
ve değişmez temel ilkeden habersiz oldukları için
ayrılmadılar. Tam tersine, kendilerine yeterli ve
aydınlatıcı bilgi geldikten sonra
ayrıldılar, parçalandılar. Birbirlerini tepelemek,
içlerindeki kıskançlık duygusunu tatmin etmek, hem
kendilerine, hem de gerçeğe haksızlık etmekti
asıl gerekçe. Azgın ihtirasların, sınır
tanımaz arzuların etkisi ile parçalandılar.
Doğru inançtan, dengeli ve tutarlı hareket metodundan
kaynaklanan bir gerekçeye dayanmaksızın görüş ve
inanç ayrılığına düştüler. Eğer
inanç sistemlerini herşeyin üstünde tutsalardı,
eğer hareket metodlarına uysalardı, parçalanmazlardı,
bölünmezlerdi.
Kuşkusuz, bu şekilde parçalanıp bölünmeleri
dolayısıyla işledikleri suçun, azgınlığın
ve zulmün karşılığı olarak yüce Allah
tarafından cezalandırılmayı
hakketmişlerdi. Ne varki yüce Allah daha önce dilediği
bir hikmetten dolayı belli bir sürenin sonuna kadar onlara
mühlet tanımaya ilişkin bir söz vermiştir: "Eğer
belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı,
aralarında hemen hükmedilirdi." Şayet yüce
Allah daha önce belli bir süre için onlara mühlet vereceğine
ilişkin bir söz vermiş olmasaydı, hemen
aralarındaki meseleyi çözümlerdi. Gerçeği ortaya
koyar, batılı geçersiz kılardı. Meseleyi bu dünya
hayatında sonuçlandırırdı. Ne varki
onların meselelerinin çözümü zamanı belirlenmiş
güne ertelenmiştir.
Hz. Peygambere uyanlar arasında görüş ve inanç ayrılığına
düşüp parçalananlardan sonra kitabı devralan
kuşaklar ise inanç sistemlerini ve kitaplarını
kesin bir inançtan uzak bir tavırla
karşıladılar. Çünkü önceki kuşaklar
arasında başgösteren görüş ve inanç ayrılıkları
onların inanç sistemini içtenlikten uzak bir şekilde
karşılamalarına ve değişik mezhepler ve
gruplar arasında kuşku, karmaşa ve
şaşkınlığın kol gezmesine neden
olmuştur:
"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan
kuşku duymaktadırlar." İnanç sistemi
böyle olmaz kuşkusuz. Çünkü inanç sistemi mü'minin
üzerinde durduğu sert bir kayadır. Çevresindeki her
yer yıkılır, dökülür ama o, yerinde sarsılmadan
duran sert kayanın üzerinde ayakları yere sağlam
basmış olarak güvenle durur. İnanç sistemi ufukta
beliren ve hiçbir zaman sönmeyen bir klavuz yıldızıdır.
Mü'min kasırgalar, fırtınalar arasında ona yönelir.
Bu sayede yolunu yitirmez, sapmaz. Ancak inanç sisteminin kendisi
şüphe konusu olursa ve zihinlerin bulanmasına neden
olursa, o zaman hiçbir şey ve hiçbir mesele kişinin içinde
kalıcılık göstermez, bir yönde karar kılamaz
ve güven içinde yoluna devam edemez.
Kuşkusuz inanç sistemi, kendisine bağlananlara
Allah'a giden yolu ve yönü göstermek için gelmiştir.
Onlar da tereddüt etmeden, kararsızlık göstermeden,
inanç sisteminin belirlediği yoldan sapmadan
peşlerinden gelen insanlara yol göstericilik yaparlar. Fakat
kendileri izledikleri yoldan emin değillerse, inanç
sisteminden kuşku duyuyorlarsa, bu durumda hiç kimseye
öncülük edemezler. Çünkü kendileri
şaşkındırlar.
İşte bu yeni din geldiği gün diğer
peygamberlerin izleyicilerinin durumu bundan ibaretti.
Hindistan'lı yazar Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi
"Müslümanların gerilemesi ile dünya neler
kaybetti" adlı kitabında şöyle der:
"Büyük dinler, boş ve gereksiz işlerle
uğraşanların elinde bir kurban gibiydiler. Münafıklar,
dini bozmak isteyen art niyetli kişilerin elinde oyuncak
haline gelmişlerdi. O kadar ki, bu dinler ruh ve
şekillerini yitirmişlerdi. Bu dinlerin ilk
bağlıları dirilecek olsaydı bunları
tanımayacakları kuşkusuzdu.
Uygarlığın, kültürün, hüküm ve siyasetin beşiği
sayılan merkezler, anarşizmin, toplumsal
çöküntünün, kargaşanın, kötü idarenin ve zorba
yöneticilerin kol gezdiği birer sahneye dönüşmüşlerdi.
Artık kendi içlerine kapanmışlardı. Dünyaya
sunacakları bir mesajları, milletlere yönelik bir çağrıları
kalmamıştı. Manevi değerler alanında
iflas etmişlerdi, hayat kaynakları kurumuştu. Ne
semavi dinlerden kaynaklanan katışıksız bir
şerait ne de beşeri egemenliğin ortaya koyduğu
kalıcı bir sosyal düzen mevcuttu."
Avrupalı yazar G.H. Denison "Emotion as the Basis of
Civilisation" adlı eserinde şöyle der:
"Beşinci ve altıncı yüzyıllarda uygar
dünya anarşizmin, kargaşanın korkunç uçurumunun
kenarında duruyordu. Çünkü uygarlığın
ayakta kalmasına yardımcı Olan inanç sistemleri yıkılmışlardı.
Onların yerini tutacak bir şey de
geliştirilmemişti. O sıralarda kuruluşunun
temelinde dört bin yıllık emek yatan en büyük uygarlık
ta parçalanmaya, çökmeye yüz tutmuştu. İnsanlık
bir kez daha barbarlığa, ilkelliğe dönme endişesini
taşıyordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor,birbirini
kırıp geçiyorlardı. Kanun, düzen kalmamıştı.
Hristiyanlığın ortaya koyduğu düzenler birleştirmek
ve düzen sağlamak yerine parçalamaya, yıkmaya çalışıyordu.
Uygarlık gölgesi tüm dünyayı kaplamış dal
budak salmış büyük bir ağaç gibiydi. Ne varki
artık ağacın ayakta duracak gücü kalmamıştı.
Çürüme tüm gövdeyi sarmıştı. Her yeri
kasıp kavuran bu kokuşmuşluk, bu çözülmüşlük
görüntüleri arasında, tüm dünyayı
birleştirecek olan adam doğuverdi." Yani Hz.
Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-.
Peygamberlerin izleyicileri -kendilerine aydınlatıcı
bilgi geldikten sonra- görüş ayrılıkları yüzünden
bölündükleri için, onlardan sonra kitabı devralanlar da
omuzladıkları inanç sisteminden kuşku
duydukları için... Evet bu iki önemli neden için... Ayrıca
insanlığın önderlik merkezi, Allah'a giden yolu
bilen kişinin inançlı ve kararlı bir önderden
yoksun bulunduğu için yüce Allah Hz. Muhammed'i salât ve
selâm üzerine olsun- peygamber olarak gönderdi.
İnsanları davet etmesini, davetinin öngördüğü
hareket metodu üzerinde dosdoğru yürümesini, kendisi ve
net, dengeli ve tutarlı mesajı hakkında ortaya
atılan asılsız söylentilere, ihtiras ürünü
itirazlara aldırmamasını emretti. Yüce Allah'ın
bütün peygamberler için hayat düsturu olarak öngördüğü
değişmez mesaja yeniden inanmaları için insanları
açıkça çağırmasını istedi:
"Bundan dolayı sen insanları Allah'ın
dinine davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol,
onların heva ve heveslerinden kaynaklanan hayat sistemlerine
uyma ve de ki: `Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba
inandım, aranızda adaleti gerçekleştirmekle
emrolundum. Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir. Bizim
amellerimiz bize, sizin amelleriniz size
aittir. Bizimle
sizin aranızda tartışılacak birşey
yoktur. Allah hepimizi biraraya toplar, dönüş de
O'nadır."
Bu, tüm insanlığı kapsayan yepyeni bir
önderliktir. Açık, kesin ve kalıcı hareket
metoduna uyan tutarlı, dengeli ve kararlı bir
önderliktir. Bu önderlik bir kanıta dayanarak
insanları Allah'ın dinine uymaya çağırır.
Sapmadan Allah'ın emri doğrultusunda hareket eder.
Birbiriyle çekişen, herbiri bir başka tarafa çekmek
isteyen heva ve heveslerden uzak durur. Bu önderlik, tüm
insanlar için gönderilen mesajın, peygamberliğin,
kitabın, hayat sistemi ve hareket metodunun bir olduğunu
açıkça duyurur. İmanı tek ve değişmez
aslına döndürür, insanlığı da bu tek asla yöneltir:
"De ki: Ben,
Allah'ın indirdiği her kitaba inandım." Sonra
bu, hak ve adalet ilkesine dayalı olarak insanlar üzerinde
egemenlik kurmak, bu doğrultuda üstünlük sağlamaktır:
"Aranızda adaleti gerçekleştirmekle
emrolundum." Şu halde bu önderlik siyasi otoritesi
bulunan ve yeryüzünde tüm insanlar arasında evrensel
adaleti ilan eden etkin bir önderliktir. (Bu mesaj henüz islam
çağrısı Mekke'de taraftarları ile birlikte
baskı altındayken geliyordu. Ama davanın bu
karakteri, evrenselliği açıkça görülebiliyordu.)
Yine bu önderlik Rabb'lığın birliğini tüm
dünyaya duyuruyor: "Allah
bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir." Bunun
yanısıra sorumluluğun bireyselliğini
vurguluyor: "Bizim
amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir." Kesin
bir söz ile tartışmanın bittiğini ilan
ediyor: "Bizimle sizin aranızda
tartışılacak bir şey yoktur." Herşeyi
nihai emir sahibi Allah'a bırakıyor: "Allah
hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır."
Şu bir tek ayet, kısa ama kesin, öz, ince ve aydınlatıcı
bölümleri ile bu son dinin karekteristik özelliğini açıkça
ortaya koyuyor. Buna göre bu din, insanların arzu ve
ihtiraslarından etkilenmeden kendi yolunda hareket etmek
üzere gelmiştir. Yeryüzüne egemen olmak ve insanlar arasında
adaleti sağlamak için gelmiştir. Bundan önceki bütün
dinlerde olduğu gibi Allah'a giden yolun bir olduğunu göstermek
için gelmiştir...
Mesele bu şekilde açıklığa
kavuştuktan ve mü'min kitle Allah'ın çağrısına
bu şekilde karşılık verdikten sonra, Allah
hakkında tartışmaya girmek isteyenlerin bu
tavırları ilgilenmeye değmez çirkin bir tavır
olarak beliriyor. İleri sürdükleri delillerin geçersizliği,
çürüklüğü, hiçbir değerinin, hiçbir ağırlığının
olmadığı ortaya çıkıyor. Bölüm onlarla
ilgili son sözü söyleyerek onları yüce Allah'ın
şiddetli azabı ile başbaşa
bırakıyor:
"İnsanlar Allah'ın çağrısını
kabul ettikten sonra, Allah'ın dini hakkında
tartışanların delilleri, Rab'leri yanında
batıldır. Onların aleyhine bir gazab ve çetin bir
azap vardır."
Kimin ileri sürdüğü delil Rabb'i katında geçersizse,
kim Rabb'inin yanında yenik duruma düşerse artık
onun ileri sürebileceği bir kanıtı, bir gücü
kalmamış demektir. Yeryüzündeki yenilginin ve bozgunun
ardından ahirette de yüce Allah'ın
gazabı ve
şiddetli bir azap vardır. Hiç kuşkusuz bu, samimi
kalplerin içten karşılık vermelerinden sonra
batılda ısrar edenlerin, apaçık gerçek herkesin
anlayabileceği şekilde ortaya konduktan sonra
maksatlı olarak tartışmayı sürdürenlerin bu
suretle işledikleri suça uygun bir cezadır.
|
|
O |
|
O |
|