"Sana Arapça bir Kur'an vahyettik." Bu ifade
ile vahiy gerçeğinin bir yönü, surenin başında
yeralan diğer yönüne bağlanıyor. Surenin
başında yeralan birbirinden kopuk harfler ile
Kur'an'ın Arapça bir kitap oluşu arasındaki münasebet
ise açıktır. Çünkü bu harfler Arap harfleridir.
Kur'an da Arapçadır. Yüce Allah kendisinin önceden
belirlediği hedefi gerçekleştirmek için Kur'an'ı
bu şekilde Arapça bir kitap olarak ve bu Arap harfleri aracılığı
ile vahyetmiştir.
"Şehirlerin anası Mekke'de ve onun çevresinde
bulunanları uyarman için."
Şehirlerin anası Mekke'dir. Allah'ın
kuruluşu eskiye dayanan evi ile (Kâbe) saygınlık
kazanan Mekke... İşte yüce Allah onu ve çevresindeki
diğer şehirleri son dinin merkezi olarak seçmiştir.
Yine kendisinin bildiği ve dilediği bir amaca yönelik
olarak Kur'an'ı bu yörede konuşulan Arapça bir kitap
olarak indirmiştir. "Allah peygamberlik görevini
kime vereceğini herkesten iyi bilir." (En'am Suresi,
124)
Bugün, bu davanın kendi yolunu izlemesinden ve
birtakım sonuçlar elde etmesinden sonra gelişen
olayların ve olaylara ilişkin değerlendirmelerin,
yaşanan şartların ve bu şartların
doğurduğu sonuçların ötesinden baktığımızda...
Bugün baktığımızda yüce Allah'ın o
zaman diliminde, tüm insanlık için gönderilen ve ta ilk
günden itibaren evrenselliği açıkça görülen son
dinin merkezi olarak bu bölgeyi seçmesinin hikmetinin bir
yönünü kavrayabiliriz.
Bu son dinin doğuşu sırasında medeni dünya
aşağı yukarı, dört imparatorluk tarafından
paylaşılmıştı: Birincisi: Roma
imparatorluğu, Avrupa, Asya ve Afrika'nın bir
kısmına egemendi. İkincisi: Fars imparatorluğu,
o da Asya ve Afrika'nın büyük bir kısmında
egemenlik kurmuştu. Üçüncüsü: Hind imparatorluğu. Dördüncüsü:
Çin imparatorluğu.
Hind ve Çin
imparatorlukları dışa kapalı bir karaktere
sahiptir. Kendi inanç sistemleri ile, siyasal ve diğer
ilişkileri ile dış dünyadan soyutlanmışlardı.
Bu soyutlanmadan dolayı, insanlık hayatı ve
gelişmesi üzerinde ilk iki imparatorluğun gerçek bir
etkiye sahip oldukları söylenebilir.
İslam'dan önceki iki semavi din -Yahudilik ve Hristiyanlık-
şu veya bu şekilde adı geçen iki imparatorluğun
etki alanına girmişlerdi. Birtakım bozulmalara ve
sapmalara uğramaları ile birlikte devlet üzerinde bir
etkinlikleri de yoktu. Devlet tam anlamı ile onlara egemendi.
Yahudilik bazan Romalıların, bazan da
İranlıların eline düşen bir kurban gibiydi.
Dolayısıyla bu bölgede sözü edilecek bir etkinliği
yoktu. Çeşitli etkenler nedeniyle
İsrailoğullarından başkasına kapalı
bir din haline gelmişti. Diğer halkları da
kanatları altına alma istek ve eğilimi yoktu.
Hristiyanlık ise Roma devletinin gölgesinde doğdu.
Roma devleti Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- doğduğu
günlerde Filistin, Suriye, Mısır ve
Hristiyanlığın gizlice
yayıldığı diğer bölgeleri yönetimi altında
bulunduruyordu. Hristiyanlık Roma imparatorluğunun
korkunç baskısı karşısında illegal
yollardan yayılıyordu. İmparatorluk yeni inanç
sistemini korkunç yöntemlerle sindirmeye çalışıyordu.
Bu amaçla onbinlerce insanı öldürerek eşi görülmemiş
bir soykırım gerçekleştiriyordu.
Romalıların baskıcı dönemi bitip Roma
imparatoru Hristiyanlığı benimseyince, putperest
Roma efsaneleri ile yine onun gibi putperest olan Grek
felsefesinin ürünleri de Hristiyanlığa
bulaştı. Böylece Hristiyanlık yabancısı
bulunduğu bir kimliğe büründü. Artık Allah
tarafından gönderilen ilk hristiyanlık değildi.
Aynı zamanda devlette özü itibariyle dinden çok fazla
etkilenmiş değildi. Yine egemen devletti ve inanç
sistemi kesinlikle devleti egemenliği altına
almamıştı. Bunların yanısıra
değişik hristiyanlık mezhepleri de kesin bir bölünme
sürecini yaşıyorlardı. En başta da kilise bölünmesi
geliyordu. Bunun sonucu Roma devleti parçalanmanın
eşiğine gelmişti. Sonuçta devlet, resmi mezhebi
kabul etmeyenleri acımasız yöntemlerle ezmeye başladı.
Ama aslında her iki taraf ta hristiyanlık gerçeğinden
sapmışlardı.
İşte bu sırada islam geldi. Bütün insanlığı
uygar dünyanın her tarafında hüküm süren kör
cahiliyeden, sosyal çöküntüden, kokuşmuşluktan,
bozgunluktan ve baskılardan kurtarmak için geldi.
İnsanlığın hayatına egemen olmak, bir
klavuza, bir aydınlatıcıya uyarak, bilerek ve görerek
insanlığı Allah'ın yoluna iletmek için geldi.
İnsanlık hayatında bu büyük dönüşümün,
değişimin gerçekleşmesi için islamın
egemenliği kaçınılmazdı. Bu yüzden
yeryüzündeki bu yolculuk özgürce gerçekleşmeliydi ve bu
imparatorluklardan hiç birinin onun üzerinde bir etkisinin
olmaması gerekliydi. Bundan önce de yabancı hiçbir
gücün kendi tabiatı üzerinde bir etkinliğinin
olmaması için özgür bir ortamda doğmalıydı.
Daha doğrusu hem kendisine hem de çevresine o egemen olmalıydı.
Arap yarımadası, özellikle şehirlerin anası
Mekke ve çevresi islamın doğuşu açısından
o gün için yeryüzündeki en uygun ortamdı. Burası
islamın daha ilk günden itibaren omuzladığı
evrensel misyonunu gerçekleştirmek üzere başlayacağı
evrensel yolculuk için en uygun sıçrama noktasıydı.
İslamın doğduğu günlerde, sözünü ettiğimiz
dört imparatorlukta olduğu gibi örgütlü iktidarı ile
yeni inanç sistemine karşı koyacak, kitleleri sistemli
şekilde iktidarına uyduracak, yasası, kanunu,
ordusu, polisi ve tüm yarımadayı kapsayan bir rejimi
bulunan sistemli bir hükümet, bir yönetim biçimi yoktu.
Aynı şekilde ilkeleri apaçık bilinen köklü
bir din de sözkonusu değildi. Karmaşık,
dağınık putperest bir cahiliye vardı.
İnanç ilkeleri ve ibadet şekilleri farklıydı.
Arapların meleklerden, cinlerden, yıldız ve
putlardan oluşan birçok tanrıları vardı. Kâbe'nin
ve Kureyş kabilesinin tüm yarımada üzerinde genel bir
otoritesi olmakla beraber, bu, yeni dinin karşısına
gerçek anlamda dikilen siyasi, örgütlü bir otorite değildi.
Şayet Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin ekonomik çıkarları
ve kendilerine özgü kabilesel rejimleri tehlikede olmasaydı
bu şekilde İslam davetine karşı çıkmazlardı.
Çünkü inançlarındaki çarpıklığın,
tutarsızlığın farkındaydılar.
Dini düzenin karışıklığının
yanısıra yarımadadaki siyasi düzenin de karışık
ve istikrarsız oluşu yeni dinin özüne yabancı her
türlü etkenden uzak özgür bir ortamda doğup ilerlemesine
yardımcı olan en büyük etkendi.
Böylesine karışık, istikrarsız bir ortamda
yeni mesajın doğup yayılması açısından
yarımadada sosyal yapılanma büyük öneme sahipti. Yarımadada
kabile düzeni geçerliydi. Bu düzende aşiretler büyük ağırlık
sahibiydiler. Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- mesajını,
davetini duyurmaya kalkınca kendini
Haşimoğullarının kılıçlarının
koruyuculuğu altında buldu. Kabileler arası denge içinde
mesajını duyuracak bir fırsat buldu. Çünkü Arap
kabileleri, onun getirdiği inanç sistemini kabul etmeseler
bile Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- koruyan Haşimoğullarına
savaş ilan etmekten çekiniyorlardı. Hatta ilk müslüman
azınlık içinde akrabası bulunan herhangi birine
saldırmaktan, eziyet etmekten kaçınıyorlardı.
Böylelerinin terbiye edilmesini -veya cezalandırılmasını
ailelerine bırakıyorlardı. Sadece köleler
müslüman oldukları için efendileri tarafından
işkenceye uğratılıyorlardı. Bu yüzden
Hz. Ebubekir -Allah ondan razı olsun bu köleleri satın
alıp azat ediyordu. Böylece onların işkence görmelerine,
dinlerinden dönmeleri için baskı görmelerine engel
oluyordu. Yeni dinin ortaya çıkışı açısından
bu durumun bir ayrıcalık sağladığı açıktır.
Bir de Arap halkının, cesaret, kahramanlık ve
yiğitlik gibi nitelikleri de bu bölgenin davetin merkezi
olarak seçilmesinde önemli bir etkendi. Çünkü yeni inanç
sistemini omuzlamak ve yükümlülüklerini yerine getirmek için
bunlar bir insanda bulunması zorunlu olan yeteneklerdir. Bu
haliyle o zamanki Arap yarımadası bağrında
uyanışın tohumlarını
barındırıyordu. Gaybın kapsamında kendisi
için planlanan silkinişin, cahiliyeden
uyanışın gerçekleşmesi için gerekli olan
yeterli düzeyde yetenek, kişilik mevcuttu. Kisra ve
Kayser'in imparatorlukları sınırları içinde
çıktıkları seyahatlerde insanlığın
sahip olduğu belli başlı deneyimleri öğrenmişlerdi.
Bu amaçla gerçekleştirdikleri yolculukların en
ünlüleri güneye doğru yaptıkları kış
yolculuğu ile kuzeye yaptıkları yaz
yolculuğudur. Bu yolculuklar Kur'an-ı Kerim'de şu
şekilde dile getirilir: "Kureyş kabilesinin
kış ve yaz yolculuklarındaki güvenlikleri sağlanmıştır.
Şu halde kendilerini aç iken doyuran ve korku içinde iken
emniyet veren bu Kâbe'nin Rabb'ine kulluk etsinler." (Kureyş
Suresi, 1-4)
Öte yandan Arap yarımadasının merkez olarak seçildiği
büyük görevi karşılamak için gerekli olan geniş
ufukluluğun ve fedakarlığın yanısıra
büyük bir deneyim birikiminin oluşmasında birçok
etken birbirine yardımcı olmuştu. İslam
geldiği zaman bu birikimin tümüne el koydu, açılıp
kullanmaya elverişli olan bu potansiyel enerjiyi harekete geçirdi.
Yüce Allah bu hazineleri islamın anahtarı ile açtı.
Bunları islamın hizmetine verdi, onun
kullanacağı bir birikime dönüştürdü. Sanırım
bunlar Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- hayatında
ilk kuşak sahabeler arasında, Ebubekir, Ömer, Osman,
Ali, Hamza, Abbas, Ebu Ubeyde, Sa'd b. Ebu vakkas, Halid b. Velid,
Sa'd b. Muaz ve Ebu Eyyüb el-Ensari gibi daha nice büyük insanın
islama muhatap o zaman kitle içinde yeralmasını
yeterince açıklamaktadır. Bu büyük insanların içinde
yeraldığı kitle bu dini omuzlamış ve onun
sayesinde büyümüştür ve hiç kuşkusuz düzelmiştir.
Ne varki bu kitle gelişip olgunlaşmaya elverişli
tohumlar barındırıyordu bağrında.
Burası Arap yarımadasının yeni dini
omuzlamak, doğuşuna koruyuculuk yapmak, hem kendisine
hem de çevresine egemen olmasını sağlamak için
seçilmesine neden oluşturan yeteneklerini
ayrıntılı biçimde açıklamanın yeri
değildir. Bu yetenekler bu bölgenin tüm insanlık için
gelen yeni inanç sisteminin beşiği olmak üzere
seçilmesinde kuşkusuz etkili olmuştur. Yine bizzat bu
mesajın taşıyıcısı Hz. Peygamberin
-salât ve selâm üzerine olsun- bu evin çevresinde yaşayanlar
arasında seçilmiş olması da uzun bir meseledir.
Başlıbaşına bağımsız bir çalışmayı
gerektirir. Dolayısiyle yüce Allah'ın bu konudaki gizli
hikmetine yönelik bu işaretle yetiniyoruz.
İnsanların hayat kanunlarına ilişkin
deneyimleri ve kavrayışları arttıkça bu
hikmetin altında yatan plan ve düşünceyi daha geniş
yönleriyle algılayabilirler.
İşte böyle, bu Arapça Kur'an şehirlerin
anası Mekke'yi ve çevresindeki şehirleri uyarmak için
gelmiştir. Arap yarımadası cahiliyeden çıkıp
islama girince ve egemenlik bütünüyle islama geçince bayrağı
omuzlamış, yeryüzünün doğusuna,
batısına taşımıştır. Yeni
risaleti ve ona dayalı insanlık düzenini tüm insanlığa
sunmuştur. -Zaten bu dinin öz mesajı tüm insanlığa
yöneliktir-. Bu mesajı insanlığa sunmak üzere
omuzlayanlar Allah'ın yarattığı kullar
arasında onu omuzlamaya, taşımaya en uygun
kimselerdi. Aynı şekilde bu mesajı yeryüzünde doğup
gelişmesine en uygun bir bölgeden alıp
insanlığa sunuyorlardı.
Hiç kuşkusuz Peygamber efendimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- Arap yarımadasının tamamıyle
islamın egemenliğine girene, bir bilgiye dayalı
olarak seçilen inanç sisteminin bu beşiği baştan
sona cahiliyeden temizlenene kadar yaşaması, yine bu
mesajın dünyanın dört bir yanına
taşınması için en elverişli olan bir dilin
tercih edilmesi de tesadüf değildir. Çünkü Arapça gelişmesini
tamamlamış, olgunluğun zirvesine
ulaşmıştı. Artık bu mesajı
omuzlamaya ve yeryüzünün dört bir yanına
taşımaya elverişli hale gelmişti. Eğer
ölü bir dil olsaydı veya doğal oluşumu eksik
olsaydı hiç kuşkusuz en başta bu davayı
omuzlamaya elverişli olmayacaktı, ikincisi Arap
yarımadasının dışına çıkarmak
için de yeterli olmayacaktı. Kısacası dil de
tıpkı o dili konuşanlar gibi, o dili
konuşanların yaşadığı bölge gibi bu
büyük evrensel olayı karşılamaya,
mesajını insanlara taşımaya hazırdı.
Bir araştırmacı "Allah
peygamberliği kime vereceğini herkesten iyi bilir" sözünün
altında yatan yüce Allah'ın hikmetine, bu yöndeki
seçimine, planına ve bunun kanıtlarına
baktığında bu dinin gönderilişi
esnasında seçilen bir dizi uyumlu faktör ile karşılaşır.
"Şehirlerin anası Mekke'de ve onun çevresinde
bulunanları uyarman; hakkında asla şüphe olmayan
toplanma gününe karşı korkutman için sana Arapça bir
Kur'an indirdik. O gün insanların bir kısmı
cennete, bir kısmı çılgın alevli cehenneme
girerler."
Kur'an-ı Kerim'de en çok tekrarlanan, ağırlıklı
olarak üzerinde durulan en büyük uyarı toplanma, yani
mahşer gününe yönelik uyarıdır. Yüce Allah o
gün zaman ve mekan açısından birbirinden ayrılan
tüm insanları yeni baştan ve farklı bir esasa
dayalı olarak birbirinden ayırmak için bir araya
getirir: "O gün insanların bir kısmı
cennete, bir kısmı da çılgın alevli cehenneme
gir