1- Ha, Mim.
2- Ayn, Sin,
Kaf.
3- O üstün
iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre
yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder.
4- Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür.
5- Neredeyse
gökler onların Allah'a ortak koşmaları
karşısında tepelerinden çatlayacaklar. Melekler,
Rab'lerini hamd ile tesbih ederler, yerdekiler için bağışlanma
dilerler. İyi bilinki Allah, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir.
6- Allah'tan
başka dostlar edinenleri Allah gözetlemektedir. Sen onların
üzerinde vekil değilsin.
Bazı
surelerin başlarında yeralan birbirinden kopuk harflerle
ilgili düşüncemizi diğer surelerde yeterince açıklamıştık.
Bu sure de birbirinden kopuk harflerle başlıyor ve bunu
şu ayet izliyor:
"O
üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre
yapan Allah, sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder."
Yani bu
şekilde, bu düzen içinde ve bu yolla gerçekleşiyor
sana ve senden önceki peygamberlere indirilen vahiy. Bu kitap
insanların bildiği, anladığı ve
anlamlarını kavradığı harflerle
oluşan sözlerdir, kelime ve ibarelerdir. Ne varki insanlar
bildikleri bu harflerle bunun benzeri bir kitabı meydana
getiremezler.
Bir
başka açıdan da vahyin ve vahyi indiren
kaynağın birliği dile getiriliyor. Çünkü vahyi
indiren üstün iradeli ve her yaptığını bir
hikmete göre yapan yüce Allah'tır. Tarih boyunca
gelmiş geçmiş tüm peygamberlere vahiy indiren yüce
Allah'tır. Peygamberler ve zaman değişse de vahyin
özü birdir... "Sana
ve senden önceki peygamberlere."
Bu hikayenin
başlangıcı eskilere dayanır. Zamanın
derinliklerinin içine kök salmıştır. Bu,
birbirine girmiş, çok halkalı bir silsiledir. Birçok
ayrıntısının olmasına rağmen
sağlam temellere dayanan bir hayat sistemidir, bir hareket
metodudur.
Bu gerçek
-bu şekilde- mü'minlerin vicdanlarında yeredince, inanç
sistemlerinin köklülüğü, sağlamlığı,
kaynağının ve yolunun birliği düşüncesini
uyandırır zihinlerinde. Ve onları bu vahyin
kaynağına bağlar: "Üstün iradeli ve her
yaptığını bir hikmete göre yapan Allah."
Aynı şekilde, kendileri ile her zaman ve her yerdeki,
Allah tarafından gönderilen vahye bağlayan diğer mü'minler
arasında bir yakınlık olduğu fikrini
uyandırır. Şu halde mensup bulundukları
ailenin kökü tarihin derinliklerine dayanır. Zamanın
derinliklerine kök salmışlardır. Hepsi de en
sonunda Allah'a bağlanıyor, O'nda buluşuyorlar. O "Üstün
iradelidir." Güçlüdür, dilediğini yapar. "Her
yaptığını bir hikmete göre yapar." Dilediği
kimseye, dilediğini bir hikmete ve plana göre vahyeder.
Şu halde nasıl oluyor da bu tek ve değişmez
ilahi sistemden ayrılıp, sonuçta Allah'a götürmeyen,
kaynağı bilinmeyen, belli ve tutarlı bir hedefi
olmayan değişik yollara sapıyorlar?
Burada
konunun akışı kesiliyor ve tek başına bütün
peygamberlere vahiy gönderen yüce Allah'ın
sıfatları sunuluyor. Göklerde ve yerde bulunan tüm
varlıkların mülkiyetinin sadece O'na ait olduğu ve
sadece O'nun yüce olduğu, büyük olduğu belirtiliyor:
"Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür." Çoğu
kere sırf bazı şeyleri ellerinde bulunduruyorlar,
onları buyruklarına almışlar,
yararlanıyorlar ve diledikleri yerde kullanabiliyorlar diye
insanlar buna kanarak birçok şeye sahip
olduklarını sanıyorlar. Oysa bu gerçek bir
mülkiyet değildir. Gerçek mülkiyet Allah'ındır.
Vareden, yokeden, dirilten, öldüren O'dur. İnsanlara
dilediğini verebilir ve onları dilediği şeyden
de yoksun bırakabilir. Sahip bulundukları şeyleri
ellerinden alabilir ve bunun yerine başka bir şey
koyabilir. Gerçek mülk, varlıkların özüne hükmeden,
onları kendi seçtiği yasalar sistemine göre
yönlendiren Allah'ındır. Eşya ve varlıklar yüce
Allah'ın belirlediği yasa doğrultusunda
Allah'ın buyruğuna olumlu cevap verir, boyun eğer,
üstüne düşeni yerine getirirler. Göklerde ve yerde
bulunan herşey Allah'a aittir. Öyleki hiç kimse onun
mülküne ortak değildir. "O, yücedir, büyüktür."
O sadece mülkün sahibi değildir. Tek başına
eşsiz bir yücelik ve büyüklük sahibidir de. O'nun sahip
bulunduğu bu yücelik karşısında herşey
çok aşağıda kalır. O'nun büyüklüğünün
yanında herşey çok küçük kalır!
Bu gerçek,
vicdanlarda gereği gibi yeredince insanlar kendileri için
bir rızık, bir iyilik ve bir kazanç dilemek için
nereye yönleneceklerini bilirler. Çünkü göklerde ve yerde
bulunan her şey Allah'ındır. Dolayısiyle mülkten
bağışta bulunma yetkisi mülkün sahibine aittir.
Hem Allah "Yücedir, büyüktür" Bir şey
istemek için O'na uzanan eller, hiç te yüce ve büyük olmayan
yaratıklara uzandıklarında doğru olduğu
gibi küçülmezler, aşağılanmazlar.
Sonra evren üzerindeki mülkiyetin Allah'a özgü
olduğu, aynı şekilde O'nun yüceliği ve büyüklüğü
bir tablo halinde sunuluyor. Bu olgu, Rabb'inin yüceliği
karşısında duyduğu heybetten ve yeryüzündeki
bazı varlıkların doğru yoldan sapmasından
dolayı içine düştüğü dehşetten neredeyse
çatlayacak gibi olan göklerin hareketinde, yine hamd ile
Rab'lerini tesbih eden, sapmalarından, küstahlık
yapmalarından dolayı yeryüzündeki kimi varlıklar
için bağışlanma dileyen meleklerin hareketlerinde
somutlaştırılıyor:
"Neredeyse gökler, onların Allah'a
ortak koşmaları karşısında tepelerinden
çatlayacaklar. Melekler Rab'lerini hamd ile tesbih ederler,
yerdekiler için bağışlanma dilerler. İyi
bilinki, Allah çok bağışlayan. çok esirgeyendir."
Gökler, yeryüzünde yaşayan bizler için
yukarıda gibi görünen şu uçsuz bucaksız
varlıklar kümesidir. Ve biz onun büyüklüğü karşısında
çok az sayılacak bir şey biliyoruz. Bu güne kadar
göklerde yüz milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu,
her birinde bizim güneşimiz gibi yüz milyarlarca güneşin
yeraldığını ve bunların herbirinin
hacminin bizim dünyamızdan milyon kere daha büyük olduğunu
öğrendik. Bu güneş sistemlerini artık biz
insanlar küçük teleskoplarımızla gözetleyebiliyoruz.
Bunlar gök boşluğuna dağılmış
durumdadırlar. Aralarındaki mesafeler ise yüz
milyarlarca ışık yılı olarak ifade
edilecek kadar korkunçtur. Işık yılı
hızına göre hesaplanır ki, bu, saniyede 168.000
mile ulaşır.
İşte, hakkında bu küçük ve sınırlı
bilgiye sahip bulunduğumuz bu gökler yüce Allah'ın büyüklüğünün
ve yüceliğinin ürpertisi ile, yeryüzünde yaşayan
bazı varlıkların sapmasının dehşeti
ile çatlayacak gibi oluyorlar. Yeryüzünde sapan bu varlıklar
(yani bazı insanlar) evrenin vicdanının duyup
dehşetinden titrediği, sarsıldığı ve
en yüce yerinden çatlayacak gibi olduğu bu büyüklüğü
unutuyorlar:
"Melekler, Rab'lerini hamd ile tesbih ederler,
yerdekiler için bağışlanma dilerler."
Melekler kayıtsız şartsız
Allah'a itaat eden varlıklardır. Yaratıklar içinde
en başta içtenlikle boyun eğen onlardır. Ancak yüce
Allah'ın yüceliğinin ve büyüklüğünün farkında
oldukları, aynı zamanda ona itaat etme ve onu övmede
kusur etme endişesi içinde oldukları için sürekli
Rab'lerini tesbih ederler. Öte yandan yeryüzünde yaşayan
kusurlu ve zayıf varlıklar Rab'lerini inkar ediyorlar,
doğru yoldan sapıyorlar. Bu durum
karşısında melekler yüce Allah'ın öfkesinden
korkuyorlar ve yeryüzünde işlenen günah ve kusur için
yeryüzünde yaşayanlar adına bağışlanma
diliyorlar. Mü'min suresindeki ayete dayanarak meleklerin bağışlanma
dileklerinin mü'minler için olduğunu söyleyebiliriz: "Arşı
taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rab'lerini överek
tesbih ederler. O'na inanırlar ve mü'minler için bağışlama
dilerler." (Mü'min Suresi, 7)
Bu durum, yeryüzünde meydana gelen herhangi bir
günahtan hatta mü'minlerin işledikleri herhangi bir
kusurdan dolayı meleklerin ne kadar korktuklarını,
dehşete düştüklerini, bu yüzden yüceliğini ve büyüklüğünü
hissederek, onun mülkünde meydana gelen bir günahtan dolayı
dehşet içinde olduklarını belirterek, sürekli
onun bağışlamasını ve rahmetini ümitle
isteyerek Rab'lerinden bağışlanma diliyorlar, onu
hamd ile tesbih ediyorlar.
"İyi bilin ki Allah, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir."
Böylece yüce Allah'ın üstünlüğü,
hikmeti, yüceliği ve büyüklüğünden sonra bağışlayıcılığı
ve merhametliliği de dile getiriliyor. Bu sayede kullar
değişik sıfatları ile Rab'lerini
tanımış oluyorlar.
Bölümün sonunda -Bu sıfatların ve
onların tüm evren üzerindeki etkilerinin ardından-
Allah'ın dışında dost ve dayanak edinenler gündeme
getiriliyorlar. Oysa evrende Allah'ın dışında
desteğine ihtiyaç duyulacak bir başka dost ve
dayanağın olmadığı ortaya çıkmıştı.
Şu halde Allah'ın elçisi -salât ve selâm üzerine
olsun- onları kendi hallerine bırakmalıdır.
Çünkü onların üzerinde bekçi değildir. Onların
üzerinde gözetleyici olan yüce Allah'tır. O'dur
onların akıbetlerini garantileyen:
"Allah'tan başka dostlar edinenleri
Allah gözetlemektedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin."
Bu bedbaht ve sapık kişilerin
uğursuz tabloları canlanıyor zihinde; bunlar
Allah'tan başka dostlar ediniyorlar, ama elleri
boşluğu yakalıyor, çünkü dostluğu işe
yarayacak kimse yok ortada. İnsan vicdanında canlanan bu
tabloda onlar ve Allah'ın dışında edindikleri
dostları çok basit, çok aşağılık görünüyorlar.
Onlar bu durumdayken yüce Allah onları gözetliyor. Onun
kontrolünde, küçük ve güçsüz duruyorlar. Ama Hz. Peygamber
-salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindeki mü'minler
onların durumunu düşünmek ve onların meseleleri
ile ilgilenmekle yükümlü değildirler. Çünkü yüce Allah
onlarla bu şekilde ilgilenilmesini istemiyor.
Mü'minleri, -her durumda bu konuda bir endişelerinin
olmaması, rahatsız olmamaları için bu gerçeğin
vicdanlarında bu şekilde yerleşmesi zorunludur.
Allah'tan başka dostlar edinen bu kimseler ister yeryüzünde
iktidar sahibi olsunlar, ister iktidardan yoksun güçsüz
kimseler olsunlar. Mü'minler bu gerçeği bu şekilde
kavrayınca yeryüzünde iktidar sahipleri -istedikleri kadar
zorbalaşsınlar gözlerinde basitleşirler. Çünkü
bu despotların gücü, iktidarı yüce Allah'ın
desteğinden yoksundur. Üstelik yüce Allah onları gözetliyor
ve onları çepeçevre kuşatmıştır İçinde
yaşadıkları evren bütünüyle Rabb'ine inanıyor.
Onlarsa koroya ters düşen çatlak bir ses gibi sapmışlardır.
Mü'minler diğer durumda da kendilerinden emindirler.
Çünkü şu sapıkların Allah'tan başka dostlar
edinmesinde onlar için bir sorumluluk sözkonusu değildir.
Çünkü mü'minler yaratılışın normal
çizgisinden sapanlar üzerinde bekçi değildirler.
Onların görevi sadece öğüt vermek, Allah'ın
mesajını açıkça duyurmaktır. Kulların
kalplerini gözetlemek ise Allah'ın yetkisindedir.
Bu yüzden mü'minler yollarına devam ederler.
İzledikleri yolun Allah'ın vahyinin yol göstericiliği
ile hedefe ulaşacağından emin olurlar.
Sapıkların yoldan ayrılmalarından dolayı
kendilerinin bir zarara uğramayacaklarını, bu
sapıklığın boyutları ne olursa olsun
bilirler.