49- De ki; "Hak geldi, artık batıl hiçbir
tarafa doğru kımıldayamaz. "
Hak çeşitli kılıklarda, çeşitli biçimde
geldi. Peygamberlik misyonu biçiminde, Kur'an kılığında,
doğru ve tutarlı bir hayat yöntemi kimliğinde
ortaya çıktı. "De ki; `Hak geldi." Bu haberi
duyur, bu olayı anlat, bu gelişmeyi haykır. Evet,
hak geldi. Gücü ile dinamizmi ile, onuru ile egemenliği
meydana çıktı. Böyle olunca;
"Artık batıl hiçbir tarafa doğru
kımıldayamaz."
Batılın, eğriliğin işi bitti
artık. Ne canı kaldı, ne kımıldayacak
mecali. Sonu geldi ve bu sonun "yok oluş"
olduğu kesinlikle belli oldu.
Bu mesaj son derece sarsıcıdır. İşiten
anlar ki, kesin hüküm verilmiştir, artık söylenecek
söz kalmamıştır.
Bu gerçekten böyledir. Sebebine gelince Kur'an-ı Kerim
geldikten sonra hak sistemi kökleşmiş, belirgin bir
varlık kazanmıştır. Açık, kesin ve
belirgin hak karşısında batılın
yapabildiği şey, demogojiden ve mızıkçılıktan
öteye geçememiştir. Gerçi batılın bazı
durumlarda, bazı özel şartlar altında maddi
üstünlük sağladığı anlar olmuştur.
Fakat bu durumlarda batıl, hakkı yenmiş, alt
etmiş değildir. Söz konusu olan hak yanlılarının
yenilgisidir, yani bu durumlarda ilkeler arasında bir
yenişme karşısında değiliz, bu ilkelerin
taraftarları arasındaki bir yenme-yenilme olayı
karşısındayız. Batılın bu tür başarıları
üstelik geçici oluyor, bir süre sonra eriyip gidiyor. Buna karşılık
hak, sürekli biçimde belirgin, berrak ve apaçık olarak
kalmaktadır.
Şimdi de bu mesajlar dizisinin sonuncusunu okuyalım:
50- De ki; "Eğer ben eğri yolda isem
sapıtmamın zararını kendim çekerim. Eğer
doğru yolda isem, bu Rabb'imin bana ilettiği vahiy
sayesindedir. Hiç kuşkusuz O her şeyi işitir ve
kullarına çok yakındır. "
Öyleyse eğer ben sapıtmışsam bu sizi
ilgilendirmez. Zararını çekecek olan benim. Buna karşılık
eğer doğru yolda isem, beni vahiy
aracılığı ile doğruya ileten yüce Allah'ın
yönlendirmesi sayesinde doğru yoldayım. Bu konuda benim
elimde olan hiçbir şey yok, olan her şey O'nun izni ile
oluyor. Ben O'nun dileğine bağlıyım, O'nun
bağışının tutsağıyım.
Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz O, her şeyi işitir ve
kullarına çok yakındır."
İşte ilk müslümanlar yüce Allah'ı böyle algılıyorlardı.
O'nun bu sıfatları ile vicdanlarının
derinliklerinde böyle bütünleşiyorlardı. Bu
sıfatları gerçek hayatta kaynaşmış
buluyorlardı. Duygusal yaklaşımlarına göre
yüce Allah onların sözlerini işitiyordu, onların
yakınında idi. Onların her işi ile
doğrudan ilgili idi. Şikayetleri ve
yakarışları O'na dolaysız biçimde ulaşıyordu.
O onları ihmal etmez, başkalarına havale etmezdi.
Bundan dolayı O'ndan gelen güvenin rahatlığı
içinde, O'nun himayesinde O'nun yakınında, O'nun
sıcak ilgisi ve gözetimi altında
yaşıyorlardı. Bütün bu duyguları
vicdanlarında canlı, somut ve yalın biçimde
buluyorlardı. Bu duygular onlar için soyut bir düşünce,
sembolik bir kavram ve kuru bir zihinsel yaklaşım
değildi.
"O her şeyi işitir ve kullarına çok yakındır."
Sure son olarak yine bir kıyamet sahnesi ile
noktalanıyor. Çarpıcı hareketler ile dolu olan bu
sahne, dünya ile ahiret arasında gidip geliyor. Sanki bu iki
alem, bütünleşmiş, bir tek alan halinde
kaynaşmıştır. Çarpıcı ve
coşkulu bir sahnede alanın bir yanı ile öbür yanı
arasında mekik dokuyan bir topun
zıplayışlarını izliyor gibiyiz.
Okuyalım: