40- O gün Allah, onların hepsini diriltip bir araya
getirir ve sonra meleklere "Bu adamlar size mi
tapıyorlar?" der.
41- Melekler derler ki; "Seni her türlü noksanlıktan
tenzih ederiz. Bizim dayanağımız, koruyucumuz onlar
değil sensin. Hayır, onlar cinlere
tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı.
"
42- O zaman zalimlere deriz ki; "Bu gün biribirinize ne
faydalı olabilirsiniz ve ne de zarar verebilirsiniz. Vaktiyle
inkâr ettiğiniz cehennem ateşinin azabını
şimdi tadınız bakalım. "
Bu adamlar dünyadayken yüce Allah'ı bir yana
bırakarak meleklere tapıyorlar ya da meleklerin Allah
ile aralarında aracılık edeceklerine
inanıyorlardı. İşte şimdi o melekler ile
yüz yüzedirler. Melekler yüce Allah'ı "tesbih"
ediyorlar. Maksatları o saçma iddianın
asılsızlığını dile getirme, kâfirlerin
kendilerine yönelik tapınma girişimleri ile hiçbir ilişkileri
olmadığını vurgulamaktır.
Ayetin ifadesine göre böyle bir tapınma olayı sanki
hepten asılsızmış, sanki hiçbir zaman böyle
bir olay gerçekleşmemiş, somut olarak
varolmamış da bu adamlar aslında şeytanın
izinden gidiyorlarmış; ya ona
tapıyorlarmış, onu ilahi ediniyorlarmış
ya da onun Allah'a ortak koşmalarını isteyen
kışkırtmalarına uyuyorlarmış.
Başka bir deyimle onlar meleklere taparken aslında
şeytana tapıyorlardı. Zaten cinlere tapmak,
arapların yabancısı oldukları bir
sapıklık türü değildi. Arapların bir bölümü
cinlere ya doğrudan doğruya tapıyorlar ya da
yardım ve aracılık diliyorlardı. Okuyoruz:
"Aslında onlar cinlere tapıyorlardı, çoğu
onlara inanıyorlardı."
İşte Kur'an, kendine özgü "Hikâye anlatma"
üslubu uyarınca bu noktada "Hz. Süleyman ile cinler"
hikâyesi ile bu surenin işlediği meseleler ve konular
arasında ilişki kuruyor.
Sahne henüz gözlerimizin önünde dururken sözün akışı
üçüncü şahıstan ikinci şahısa dönüyor,
düz anlatımı bırakıp "Hitap"
kalıbına başvuruyor. Sözü müşriklere yönelterek
onları azarlıyor, paylıyor. Okuyoruz:
"Bu gün birbirinize ne faydalı olabilirsiniz ve ne
de zarar verebilirsiniz." Ne melekler insanlara bir
şey yapabilirler ve ne de bu kâfirler biribirlerine bir
şey yapabilirler. Hani bu zalimler vaktiyle cehennem
ateşini yalan saymışlardı ya, onun
hakkında "Eğer doğru söylüyorsanız
bu tehdit ne zaman gerçekleşecek" demişlerdi
ya (Sebe Suresi, 29). İşte şimdi o cehennem
ateşi karşılarındadır, onu kendi gözleri
ile görüyorlar. Okuyalım:
"O zaman zalimlere deriz ki; `Vaktiyle inkâr ettiğiniz
cehennem ateşinin azabını şimdi
tadınız bakalım."
Surenin "gezi" niteliğindeki bu bölümü burada
noktalanıyor. Bu bölümün ağırlıklı
konuları, tıpkı surenin daha önceki bölümlerinde
olduğu gibi, yeniden
dirilme, hesaplaşma, ödül müşriklerin cehaleti ve
ceza olguları idi.
Surenin bu son bölümü müşriklerden söz ederek, onların
Peygamberimiz ve Kur'an hakkındaki saçma sözlerini
aktararak başlıyor. Müşriklere daha önceki
benzerlerinin başına neler geldiğini
hatırlatıyor; kendilerinden daha güçlü, daha bilgili
ve daha zengin inkârcıların yok oluş sahnelerini gözleri
önüne seriyor.
Bu girişi, sürekli mizrap darbelerini andıran, bir
dizi çarpıcı mesaj izliyor. Mesajların ilkinde müşrikler
vicdanlarında yüce Allah ile başbaşa kalmaya,
sağlıklı değerlendirmeyi ve doğru yolu
bulmayı önleyen engellerin etkisi altında
kalmaksızın O'nu düşünmeye çağrılıyor.
İkinci mesajda müşrikler Peygamberimizin kendilerine yönelik
çağrısının itici sebeplerini düşünmeye
çağrılıyorlar. Bu çağrısının
ardında kişisel bir çıkarı
olmadığına ve kendilerinden herhangi bir ücret
istemediğine göre bu çağrıya niçin kuşku
ile bakıyorlar, neden ona yüz çeviriyor? Sonra " De ki;
de ki; de ki;" diye başlayan bir mesajlar dizisi ile
karşılaşıyoruz. Bu mesajların hepsi
biribirinden çarpıcı ve sarsıcıdır.
Öyle ki, en zayıf hayat ve bilinç kalıntısı
taşıyan kalp bile bu mesajların etkisinden
kurtulamaz.
Bölüm ve onunla birlikte sure bir Kıyamet sahnesi ile
noktalanıyor. Çarpıcı hareketler ile dolup
taşan bu sahne az önce sözünü ettiğimiz kısa ve
sarsıcı mesajlarınkine paralel bir etki
bırakıyor kalplerimizde.