cinler
hakkında yüce Allah'ın verdiği bilgi
dışında hiçbir şey bilmiyoruz. Burada bize bu
varlıklardan oluşan bir grubu Hz. Süleyman'ın
emrine verdiğini bildiriyor. Aralarından biri eğer
Allah'ın emrine karşı çıkarsa O'nun
azabı yakasına yapışır. Okuyoruz:
"Bu cinlerden buyruğumuzun dışına çıkanlara
kızgın alevli ateşin azabını
tattırırız."
Bu cümle, cinlerin Hz. Süleyman'ın buyruğuna
sunuluşu hikâyesi tamamlanmadan, araya sıkıştırılan
bir değerlendirme cümlesidir. Bu cümlenin bu şekilde
araya konmasının sebebi belki de cinlerin, yüce Allah'ın
emri altında olan varlıklar olduklarını
vurgulamaktır. Çünkü bazı müşrikler, Allah
ı bir yana bırakarak onlara tapıyor, onları ilâhlaştırıyorlardı.
Oysa bu cümlenin verdiği bilgiden öğreniyoruz ki,
cinler yüce Allah'ın emri altındadırlar ve O'nun
emrinden sapınca, tıpkı onlara tapan müşrikler
gibi azaba çarpılırlar.
İşte bu cinler Hz. Süleyman'ın buyruğuna
sunulmuşlardır. Okuyalım:
"Onlara Süleyman'a, isteği uyarınca mabetler,
heykeller, havuz gibi geniş çanaklar ve yerlerinden kımıldatılamaz
koca kazanlar yaparlardı."
Önce a etin orjinalinde kullanılan
aşağıdaki kelimelerin anlamlarını
irdeleyelim: "Meharib', "ibadet yerleri, mabetler"
demektir. "Temasil" "bakırdan, ağaçtan,
ya da başka nesnelerden yontulmuş heykeller"
demektir. Cevabi kelimesinin tekili olan "Cabiye" sözcüğü
"içinde su toplanan havuz" demektir. Cinler Hz.
Süleyman'a havuzları andırır irilikte geniş
yemek çanakları yaparlardı. Bunların yanı
sıra O'na öyle koca yemek kazanları yaparlardı ki,
bunları çok ağır oldukları için hiç kimse
yerlerinden oynatamazdı.
Bu işler Hz. Süleyman'ın cinlere
yaptırdığı işlerin bazı
örnekleridir. O yüce Allah'ın buyruğuna sunduğu
bu yaratıkları Allah'ın izni ile dilediği gibi
çalıştırabiliyordu. Hz. Süleyman hakkında
bize anlatılan bütün bu olaylar, olağanüstü olaylardır,
onların içyüzünü kavramamız ya da nasıl gerçekleştiklerini
açıklamamız mümkün değildir. Bu konuda
yapabileceğimiz tek açıklama söz konusu olayların
doğrudan doğruya Allah'ın eseri olan birer "harika"
olay olduklarıdır. Bu konuda yapabileceğimiz tek ve
net açıklama budur.
Bu ayet, Davudoğulları'na yönelik bir seslenişle
sona eriyor. Okuyalım:
"Ey Davudoğulları, şükrediniz."
Yani "Atalarınız Hz. Davud'un ve Hz. Süleyman'ın
kişiliklerinde bunca varlığı ve olağanüstü
olayı buyruğunuza sunduk. Öyleyse ey Davudoğulları,
yaptığınız işleri, Allah'a şükür
ifadesi olarak yapınız. Yoksa buyruğunuza sunulan
olağanüstü imkânlara güvenerek övünmeyiniz, büyüklük
taslamayınız. İyi amel, yüce Allah'a şükretmenin
en iyi göstergesidir. Devam ediyoruz:
"Kullarım içinde şükredenler pek azdır."
Bu cümle hem açıklama hem yönlendirme hem de acı güden
bir değerlendirme cümlesidir. Kur'an'da, hikâyelere ilişkin
değerlendirme yapan bu tür cümlelere sık sık
rastlarız. Bu cümle bir yandan yüce Allah'ın
bağışının ve nimetinin büyüklüğünü
dile getiriyor. Öyle ki, bu bağışların ve
nimetlerin şükrünü yerine getirebilenlerin sayısı
az oluyor. Öte yandan da yüce Allah'ın
bağışı ve nimetleri karşısında
kulların şükretmekte ne kadar ihmalkâr davrandıklarını
ortaya koyuyor. Kullar ne kadar çok şükretseler bile,
şükür borçlarını yeterince yerine getiremezler,
buna güçleri yetmez. Bir de onların şükür borcunu
umursamadıklarını, daha baştan ciddiye
almadıklarını düşünelim. O zaman acaba durum
nice olur?
Yüce Allah'ın sınırsız nimetlerine
karşı "insan" denen gücü sınırlı
varlık ne kadar şükredebilir? Eğer siz yüce
Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız,
onları bitiremezsiniz. Bu nimetler insanı
başının üstünden, ayaklarının
altından, sağından ve solundan sarmış,
her yanından kuşatmıştır.
İnsanın kendisi bu nimetler denizinde kaybolmuş, o
denizden taşan bir damladır. Başka bir deyimle
insanın kendisi bu hesaba sığmaz nimetlerden
biridir.
Bir gün bir grup arkadaşla oturmuş,
konuşuyorduk, fikir alış-verişi yapıyor,
biribirimize cevap yetiştiriyorduk. Aklımıza gelen
her şeyi söylüyorduk. Bir ara baktık ki, küçük
kedimiz "susu" etrafımızda dolanıp
duruyor. Belli ki, bir şey arıyor. Sanki bizden
kendisine bir şey vermemizi isteyecek gibi bize bakıyor,
ama ne o istediğini bize söyleyebiliyor ve nede biz yaptığı
hareketlerden bu isteğinin ne olduğunu anlayabiliyoruz.
Sonunda Allah, zavallı hayvanın su istediğini
aklımıza getirdi. Gerçekten hayvanın derdi
buymuş, zavallı çok susamıştı. Çok
susamıştı, ama bunu ne söyleyebiliyor ve ne de işaret
yolu ile anlatabiliyordu. O zaman yüce Allah'ın biz
insanlara yönelik bir nimetini fark ettik.
Konuşma, söz söyleyebilme, kavrama ve önlem alabilme
nimeti idi bu. O anda içimiz şükür duyguları ile
dolup taştı. Ama bizim şükrümüzün O bol
nimetlere karşı ne anlamı var ki!
Hapiste uzun bir süre güneş yüzü görmekten yoksun bırakılmıştık.
Bazen bozuk para çapında bir güneş
ışını demeti hücremize sızabiliyordu. O
zaman bu bir demetlik güneşten yararlanmak için bütün
hücre arkadaşları sıraya girerdik.
Sırası gelenimiz bu ışın demetinin
karşısına durur, onu yüzünün, ellerinin, göğsünün,
sırtının, karnının, ayaklarının
üzerinde yapabildiği kadar gezdirirdi. Sonra yerini bu
nimetten mümkün olduğu kadar, yararlansın diye
sıradaki kardeşimize verirdi. İşte bu
mahrumiyet döneminin sonunda ilk güneşe
kavuştuğumuz günü hiç unutamıyorum. Daha
doğrusu arkadaşlarımızdan birinin o gün
yüzünde okuduğum, uçarı hareketlerinde gözlediğim,
coşkun sevinci hiç aklımdan çıkmıyor. Adam
neşesinden uçacak gibi idi. Bu arada derin bïr nefes aldıktan
sonra çığlık gibi bir sesle şunları söylemişti;
"Allah! Aha, işte güneş! Rabb'imizin güneşi
doğuşunu sürdürüyor. Elhamdülillah!"
Güneşlenirken, güneş banyosu yaparken vücudumuzun
bu ışınlardan ne kadarını emdiğini
hiç düşündük mü? Yüce Allah'ın nimet denizinde yüzdüğümüzün,
bu denizin derinliklerine gömüldüğümüzün farkında
mıyız? Bu yaygın, her yanı saran, parasız,
pulsuz, emeksiz, çabasız, sıkıntısız
nimete karşılık acaba ne kadar şükrediyoruz?
Eğer yüce Allah'ın nimetlerini bu şekilde gözden
geçirmeye devam edersek ömrümüz biter, gücümüz tükenir,
fakat yine bu uğurdu fazla bir yol alamayız. İyisi
mi, Kur'an'ın işaret etme ve dolaylı anlatım yöntemi
uyarınca bu uyarıcı işareti yapmakla yetinelim.
Kalplerin bu işareti irdeleyerek onun izinden gitmesini
bekleyelim, şükür nimetinden aldığı pay
kadar bu yolda adım atmasını dileyelim. Çünkü
şükür de başlı başına bir ilâhi
nimettir. İnsanın bu nimeti elde edebilmesi için tüm
samimiyeti ve arınmış kalbi ile Allah'a yönelerek
onu hakketmesi gerekir.
Kur'an ayetlerini okumaya devam ederek hikâyenin son sahnesine
geliyoruz. Bu sahne Hz. Süleyman'ın ölüm sahnesidir. Oysa
emri altındaki cin'ler efendilerinin öldüğünden
habersiz O'nun buyurduğu ağır işleri yapmaya
devam ettiriyorlar. Sonunda Hz. Süleyman'ın
dayandığı değneği kemiren bir tahta kurdu
olay fark etmelerini sağlıyor. Çünkü değnek
aşınınca Hz. Süleyman'ın cansız vücudu
yere yığılıyor ve bunu gören cin'ler O'nun
öldüğünü anlıyorlar. Okuyoruz: