4- Aralarından bir uyarıcı gelmesine
şaşırdılar. İnkârcılar; "bu
yalancı bir sihirbazdır" dediler.
5- Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor?
Bu, cidden tuhaf bir şeydir.
6- Onlardan ileri gelenler; "yürüyün, tanrılarınıza
bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz
budur.
"
7- Biz bunun söylediğini babalarımızın
bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu
uydurmadan başka bir şey değildir.
İşte üstünlük taslama budur: "Kur'an aramızda
O'na mı indirilmeliydi?" Zorluk çıkarmaları
ise şudur: "Tanrıları bir tek tanrı
mı yapıyor?" "Biz bunun söylediğini
babalarımızın bağlı olduğu son dinde
de işitmedik...!" "Bu yalancı bir
sihirbazdır" "Bu uydurmadan başka bir şey
değildir."
Ve buna benzer
nice bahaneler...
Peygamberin, bir insan olmasına akıl erdirememe hikâyesi
çok eskidir. İnsanlık dönüp dolaşıp buna
takılmıştır. Her millet, bunu bir gerekçe
olarak ileri sürmüştür. İlk günden beri bütün
peygamberlere yöneltilen bir itirazdır. Buna rağmen her
zaman peygamber, insanlar arasından seçilmiştir.
İnsanlar da her seferinde bu itirazlarında tekrar edip
durmuşlardır.
"Aralarından bir uyarıcı gelmesine
şaşırdılar."
Halbuki akla ve mantığa en uygun, en yatkın
şey, uyarıcının (peygamberin) insanlardan
olmasıdır. İnsanların nasıl düşündüklerini,
nasıl hissettiklerini bilen, anlayan, içlerinde neler dolaştığını,
bünyelerinde nelerin hareket ettiğini, ne gibi eksiklikler
ve zaaflarla mücadele ettiklerini, ne tür eğilimleri,
arzuları istekleri olduğunu anlayabilen, hangi işe,
hangi çabaya güçlerinin yettiğini, hangilerine
yetmediğini, ne gibi sorunlarla ve problemlerle
karşı karşıya bulunduklarını,
nelerin etkisinde kaldıklarını, nelere
karşı hassas olduklarını bilen bir insan...
Kendisi de insanlardan biri iken, insanların arasında
yaşayan, pratik hayatı ile onlara örnek olan, insanların,
onun hayatını örnek almalarını sağlayan
bir insan. İnsanların onu kendilerinden biri
olduğunu ve onunla kendileri arasında bir bağ, bir
benzerlik bulunduğunu hissettikleri bir insan. Bu durumda o
insanlar, onların uymalarını istediği,
kendisinden de uyduğu, uymaları için çağrıda
bulunduğu bu hayat sistemini, yaşam tarzını
rahatlıkla benimseyebilirler. Bu sistemi uygulama imkânı
bulabilirler. Zira bu programı kendilerinden olan bir insan,
onların gözleri önünde bizzat hayatında
uygulamış bulunmaktadır...
Kendilerinden bir insan. Aynı kuşaktan olan,
aynı dili konuşan. Kavramlarını,
alışkanlıklarını, geleneklerini ve
hayatlarının detaylarını bilen, onların
da onun dilini bildikleri, dediklerini anladıkları,
kendisiyle anlaşabildikleri, onunla
karşılıklı ilişki içinde bulundukları,
bir insan... Bu nedenle türlerinin ayrılığı,
dillerinin ayrılığı, hayatlarının
tabiatı (doğası) ya da detaylarının
farklılığı yüzünden kendileri ile onun arasında
bir kopukluğun bulunmadığı bir insan...
Ne yazık ki, olması en uygun ve en zorunlu olan
şey, sürekli olarak hayret konusu, kabul etmemenin ekseni ve
yalan saymanın ana gerekçesi yapılmıştır!
Zira onlar peygamberin insanlar arasından seçilmesinin
hikmetini bir türlü kavrayamadıkları gibi,
peygamberliğin temel özelliklerine ilişkin düşüncelerinde
de yanılgıya düşmüşlerdir.
Peygamberliği Allah'a giden yolda, insanlığın
gerçek bir önderliği, liderliği kabul edecekleri yerde,
onu, insanlara yakın olması, rahat
anlaşılması gereken, sırlarla çevrili gizemli
bir hayal olarak düşünmüşlerdir! Peygamberliği,
elle tutulmayan, aydınlıkta gözükmeyen, açıkça
anlaşılmayan, insanların dünyasında bir
realite olarak yaşamayan, etrafta uçuşan hayalı
bir önderlik biçiminde görmek istemişlerdir! Bu durumda
ise, saçma-tutarsız olan kendi inançlarını
oluşturan efsaneleri kabul ettikleri gibi, onu da, gizemli
bir efsane olarak kabul etmekten başka çare bulamamışlardır.
Ne var ki, yüce Allah özellikle, bu son peygamberlik ile
insanlığın gerçekliği olan, tertemiz bir
hayat yaşamasını dilemiştir. Arı-duru,
tertemiz ve üstün bir hayat olmakla beraber, şu yeryüzünde
gerçekliği bulunan bir hayat. Kuruntu değil! Hayal
değil! Efsaneler ve ütopyaların semasında uçuşan
bir ideal değil! Gerçekleşmesi mümkün olmayan ve bu
nedenle hayallerin ve kuruntuların kuytu dehlizlerine kaçan
bir hayat değil!
"İnkârcılar: `Bu yalancı bir
sihirbazdır' dediler."
Onlar, yüce Allah'ın kendilerinden bir adama vahiy göndermesini
imkânsız gördükleri için böyle söylediler. Kamuoyunu
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- aleyhine
çevirmek, onun sözlerindeki apaçık gerçeği ve
kişiliğinden belli olan doğruluğu gölgelemek
için böyle dediler.
Şüphe götürmeyen bir gerçektir ki, Kureyş'in
ileri gelenleri gerçek anlamda tanıdıkları
Abdullah'ın oğlu Muhammed'e -salât ve selâm üzerine
olsun- "Bu bir sihirbazdır" "Bu bir
yalancıdır" gibi yakıştırmalarda
bulunurken, kendileri bir an dahi bu söylediklerinin doğruluğuna
inanmamışladır! Bu gölgeleme, saptırma ve
ileri gelenlerin büyük bir ustalıkla kotardıkları
aldatma savaşının silahlarından başka bir
şey değildi. Onlar, bu savaş ile, İslam
inancıyla somutlaşan ve bu ileri gelenlerin kendilerine
basamak, dayanak yaptıkları çürük değerleri ve
temelsiz makamları-mevkileri sarsan, gerçeğin
karşısında kendilerini ve konumlarını
korumaya çalışıyorlardı!
Daha önce, Kureyş büyüklerinin Mekke'de kendi çıkarlarını,
kitleler arasında konumlarını korumak-Hacc
mevsiminde Mekke'ye gelen kabileleri, yeni dine ve bu dinin
önderi olan Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun karşı
şartlandırmak için O'na ve O'nun önderlik yaptığı
gerçeğe karşı menfi propaganda savayı
kullanma konusunda, nasıl anlaştıklarını
açıklamıştık. Burada da aynı olayı
aktarıyoruz.
İbn-i İshak der ki: Hac mevsimi geldiğinde,
Kureyş'in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan
Velid İbn-i Muğire etrafında toplandılar.
Velid onlara dedi ki: Hac mevsimi yaklaştı. Bu sezonda
Arapların elçileri size geleceklerdir. Onlar şimdi
Muhammed'in yaptıklarını duymuşlardır.
Siz, onun hakkında görüş birliğine varın.
Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın.
Sözleriniz birbiriyle çelişmesin.
Onlar dediler ki: Ey Velid, sen buyur söyle. Tutarlı bir
görüş ortaya at da, biz de öyle söyleyelim. Velid: Aslında
siz söyleyin, ben sizi dinliyorum, dedi. Onlar dediler ki, "kâhin
diyelim. Velid: Hayır. Allah'a yemin ederim ki, O kâhin değildir.
Biz çok kâhin gördük. Bu, kâhinlerin uzaktan geldiği
zannedilen, anlaşılmayan, kafiyeli sözleri değildir
dedi. Onlar dediler ki: "cin çarpmış" diyelim.
Velid: O deli değildir. Çok cin çarpmış gördük,
onları biliyoruz. Onun sözleri boğuk seslerine,
insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine
benzemektedir dedi. Onlar dediler ki: "Şair"
diyelim. Velid: Bu şiir değil. Biz beyitleriyle,
kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve
uzunuyla şiirin her çeşidini biliyoruz. O yüzden bu
şiir değildir, dedi. Onlar "Büyüdür"
diyelim dediler. Velid: O büyücüleri de büyülerini de çok
gördük. Bu, onların üfürüklerine ve düğümlerine
benzememektedir, dedi. Bunun üzerine onlar; "Velid ya ne
diyelim?" diye sordular. Velid: "O Allah'a yemin ederim
ki, O'nun sözünün bir tatlılığı var. Kökü
sağlam biçimde oturmuştur. Dalları meyve
vermiştir. Siz, O'nun hakkında ne söylerseniz söyleyin,
mutlaka bu, sözünüzün saçma olduğu ortaya çıkacaktır.
Bu konuda söylenebilecek en yakın söz `Bu adam bir
büyücüdür.' Büyü gibi etki eden bir söz söylüyor,
böylece oğul ile babasını, kardeş ile
kardeşini, koca ile karısını, insan ile
akrabalarını birbirinden ayırıyor, demenizdir"
dedi. Bu konuda anlaşan Kureyş'in ileri gelenleri
kalkıp gittiler. Hacc mevsiminde hacılar gelmeye
başladığında insanların yollarına
oturuyor, oradan gelip-geçen herkese Muhammed'in yaptıklarını
anlatıp, ondan sakınmalarını söylüyorlardı...
İşte Kureyş büyüklerinin "O
büyücüdür, yalancıdır" sözleri hakkındaki
asıl görüşleri buydu. Onlar böyle derken aslında
kendilerinin böyle demekle yalan söylediklerini biliyorlardı.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- büyücü
ve yalancı
olmadığını çok iyi biliyorlardı.!
Müşrikler, Hz. Muhammed'in kendilerini bir olan Allah'a
tapmaya çağırmasına da hayret etmişlerdir.
Halbuki bu çağrı en doğru söz, ve kulak verilmeye
en layık çağrıydı:
"Tanrıları bir tek tanrı mı
yapıyor? Bu, cidden tuhaf bir şeydir. Onlardan ileri
gelenler: Yürüyün, tanrılarınıza
bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz
budur." "Biz bunun söylediğini,
babalarımızın bağlı olduğu son dinde
de işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir şey
değildir."
Kur'an'ın ifade üslubu, onların rahat
anlaşılabilen ve doğuştan gelen bu gerçek karşısında
nasıl irkildiklerini tasvir ediyor:
"Tanrıları bir tek tanrı mı
yapıyor?" Bu sanki insanın aklına
sığmayan bir iddiadır. "Bu cidden tuhaf bir
şeydir." Kelimenin söylenişi bile `Ucaab'
(tuhaf irkilişin şiddetini, çapını ve büyüklüğünü
ortaya koymaktadır!
Kur'an'ın ifade tarzı müşriklerin kitlelerin
kalbindeki bu gerçeğe karşı koymak ve onların
atalarından kalma çürük inançlarına bağlı
kalmalarını sağlamak, bu yeni dinin çağrısı
ardında dış görünüşün ötesinde çirkin
hesapların olduğu imajını vermek için nasıl
bir yönteme baş vurduklarını da tasvir etmektedir.
Onların işlerin iç yüzünü bilen ve yeni dinin bu çağrısının
arkasında nelerin gizlendiğini anlayan büyükler olarak
kendilerini halka tanıttıklarını ortaya
koymaktadır. "Onlardan ileri gelenler, `yürüyün,
tanrılarınıza bağlılıkta direnin,
sizden istenen şüphesiz budur."
Öyleyse bu yeni çağrı ile amaçlanan ne din ne de
inançtır. Burada amaç, bunların ötesinde başka
bir şeydir. Bu konuyu, halk kitleleri, ehliyetli olan
uzmanlarına bırakmalıdır. Gizli-kapaklı
hesaplardan anlayan ve yapılan manevraları kavrayabilen
yetkili kişilere havale etmelidir. Kitleler, atalarından
kalma geleneklerine bağlı kalmalı, bilinen
ilahlarına tapmaya devam etmeli ve bu yeni çağrı
ile ortaya konan manevranın perde arkasını düşünmemeli,
onunla ilgilenmemelidir! Zira halkın bu çağrıya
karşı direnebilecek yetenekli ve yeterli uzmanları
vardır. Kitleler müsterih olmalıdır. Zira, sözde
ileri gelen büyükler, onların ilahlarını inançlarını
ve milletin çıkarını en güzel şekilde
kollamaya çalışacaklardır!
Bu yöntem, zalim yöneticilerin kitleleri kamuoyunu
ilgilendiren konularla ilgilenmekten, gerçekleri düşünmekten
alıkoymak için sürekli olarak kullandıkları
alışılagelen bir plandır. Zira, kitlelerin
bizzat kendilerinin gerçekleri öğrenmek için uğraşmaları
ilahi mesajı hesaba katmayan yöneticiler ve yine bu özelliği
taşıyan ileri gelenler, büyükler için ciddi tehlike
oluşturur. Onların, kitleleri içinde boğdukları
saçma planlarını temelsiz planlarını
deşifre eder. Zaten, gayri meşru yönetimler kitleleri
ancak temelsiz planlar için de boğarak hayatlarını
sürdürebilirler!
Sonra, kendilerine en yakın inanç sisteminin, yani Ehl-i
Kitab'ın inanç sisteminin maskesini kullanarak insanları
ikna etmeye çalışıyorlar. Tabii ki, bu inanç
sistemine onu salt tevhid ilkesinden saptıracak bir
takım efsaneler, mitolojiler
karıştırdıktan sonra.
Müşrikler, bu oyunlarım gizlemek ve insanlara kabul
ettirmek için kendilerine en yakın olan inanç sisteminin
ana ilkelerini kullanıyorlar. Salt Tevhid'in çizgisinden
saptırıcı bir takım hurafeler ve mitolojilerle
karışan Ehl-i Kitab'ın inanç sistemini bu konuda
kendileri için bir maske yaparak diyorlar ki:
"Biz, bunun söylediğini babalarımızın
bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu
uydurmadan başka bir şey
değildir."
Bu sırada teslis (üçleme) Hristiyanlıkta, Üzeyr
efsanesi de Yahudilik'te yaygın bir inanç haline gelmişti.
İşte Kureyş'in büyükleri
"Biz
bunun söylediğini babalarımızın
bağlı olduğu son dinde de işitmedik." derken
bu inançlara dikkatleri çekmek istiyorlardı. Yani
Kureyş'in büyükleri Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- Allah'ı mutlak anlamda birleme (Tevhid) çağrısını
şimdiye kadar hiç kimseden duymadık. Öyleyse onun bu
çağrısı uydurma bir çağrıdan başka
bir şey değildir, demek istiyorlardı.
İslam dini, Tevhid inancını net bir şekilde
ortaya koymak ve daha önceki inanç sistemlerinde bulunan
Tevhid'in etrafında meydana gelen sapmaları, uydurma
anlayışları ve mitolojileri temizlemek için son
derece özen göstermiştir.
İslam'ın bu konuya özen göstermesinin nedeni,
Tevhid'in bütün kainatın temelini oluşturan en büyük
ve en başta gelen gerçek olmasıdır. Bütün bir
kainatın bu gerçeğe açık ve kesin bir
şekilde tanıklık etmesidir. Aynı zamanda
Tevhid, insan hayatının hem ana ilkelerinde hem de
detaylarda kendisi üzerinde kurulmadığı müddetçe
huzura kavuşamayacağı temel kaidedir.
Biz, Kureyş'in ilahlarının
sayısını bire indirgeyen İslam inancına
karşı direnmesinden, bu girişim
karşısından hayrete ve dehşete düşüşünden...
Kureyş'ten önceki müşriklerin asırlarca ve bu
asırlarda kendilerine gönderilen ilahi mesajlar boyunca hep
bu gerçeğe karşı durmalarından... Bunun
yanında Allah tarafından gönderilen her peygamberin bu
konuda telkinlerini yoğunlaştırmalarından,
peygamberlik makamının bu gerçeğin temeli üzerine
kurulmasından... Tarih boyunca bu gerçeğin
yerleştirilmesi için insanlığın ne denli büyük
zorlukları göğüslediğinden,
sıkıntılara katlandığından söz
ederken, evet işte bu konudan söz ederken, bu gerçeğin
değerini, az da olsa, açıklamak, bu konuyu açmak
istiyoruz.
Tevhid inancı her şeyin başında gelen, büyük
ve önemli bir gerçektir. Bütün bir varlık onun temeli
üzerinde durmaktadır. Evrendeki her şey, O'nun bir
tanığı, bir belgesidir.
Gözlerimizle, apaçık olarak gördüğümüz bu
evrende hükmeden evrensel (doğal) yasaların
birliği, bu yasaları belirle~en, düzenleyen iradenin de
tek olması gerektiğini haykırmaktadır. Nerede
ve ne zaman bu evrene baksak bu gerçek ile yasaların
birliği ile karşılaşırız. Bu, onlara
hükmeden iradenin birliğini ön plana çıkaran bir
birliktir.
Bu evrende bulunan her şey, sürekli ve düzenli bir
hareket içindedir. Bu evrendeki canlı-cansız her
şeyin ilk birimini (en küçük parçasını)
oluşturan küçücük atom, sürekli bir hareket içindedir.
Bu küçücük atom protonlardan oluşan, çekirdeğin
etrafında hareket eden (dönen) elektronlardan oluşmaktadır.
Tıpkı, Güneş sistemindeki gezegenlerin Güneş
etrafında döndükleri gibi. Nitekim Güneş
sisteminden ve yıldızlara benzer kütlelerden oluşan
Saman yolu da kendi ekseni etrafında dönmektedir.
Gezegenlerde, Güneşte ve Samanyolu'nda dönüş
istikameti birdir. Batıdan doğuya doğru
gitmektedir. Saat yelkovanının tersine!
Dünya ve diğer gezegenleri meydana getiren temel unsurlar
aynıdır. Yıldızların temel elementleri Dünyanın
temel elementleridir. Elementler atomlardan
oluşmaktadır. Atomlar ise elektronlardan, protonlardan
ve nötronlardan meydana gelmektedir... Hepsi istisnasız
olarak bu üç teme1 yapıtaşından
oluşmaktadır.
Maddenin üç temel unsura indirgendiği sırada
bilginler de "enerjileri" bir tek asla
indirgemektedirler. Işık ve ısı. Alfa, Beta ve
Gama ışınları gibi Dünyadaki tüm
ışınlar aslında bir tek enerjinin
değişik şekillerinden öte bir şey
değildir. Bunların hepsi aynı oranda
hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Tek
farklı yönleri, dalga boylarının
değişikliğidir.
Madde, üç temel yapı taşından
oluşmaktadır: Enerjiler ise kesintisiz dalgalardan
oluşmaktadır.
Einstein ileriye attığı özel izafiyet
teorisinde madde ile enerji arasında bir özdeşlik
kurmakta ve "Madde ile enerji tamamen aynıdır"
demektedir. Yapılan bilimsel deneyler onun bu görüşünü
doğrulamaktadır. Son bir deney, onun görüşünü,
dünyanın duyabileceği en yüksek sesle haykırarak
doğruladı. Bu da atomun bombasında parçalanması
deneyiydi.
Buna göre medde (kütle) ile enerji aynı şeyin iki
değişik biçimde ortaya çıkışını
simgeleyen eş değerli iki kavramdır.
İşte bu evrenin oluşumundaki (birliğin) bütünlüğün
ifadesidir. İnsanlar ancak gözleme dayanan son deneylerinde
bunu öğrenebilmişlerdir . Evrenin düzeninde de apaçık
gözlemlenen bir bütünlük (birlik) vardır. Nitekim sürekli
hareket yasasını açıklarken buna
değinmiştik. Sonra bu öyle düzenli-uyumlu bir
harekettir ki, bu evrende onun dışında kalan hiçbir
şey diğeri ile çekişmiyor. Bütün varlıklarda
mevcut olan bu hareket biri, diğerini etkisiz
bırakmayacak ve biri diğeri ile çatışmayacak
biçimde düzenlenmiş, dengelenmiştir. Bu hareket ile
birlikteki dengenin en güzel örneği uzayda dönüp giden
gezegenler, yıldızlar, koca koca galaksilerdir:
"Hepsi belli bir yörüngede (felekte)
yüzmektedirler."
(Yasin
Suresi, 40)
Bu düzenli-uyumlu hareket, bu koca uzayda onu meydana
getirenin bu varlıkların hareketlerini,
uzaklıklarını ve konumlarını belirleyenin
de bir olduğunu, bu tek olan kudretin onların
yapılarını ve hareketlerini bildiğine
şahitlik etmektedir. İnsanları hayretler içinde bırakan
bu evrenin özünde söz konusu hareketlerin özelliklerin hepsini
yerleştiren olduğunu göstermektedir.
Bu evrenin düzeninin haykırdığı ve evrende
yer alan her şeyin kendisi lehinde tanıklık
ettiği birlik gerçeğini irdeleme konusunda bu
kadarcık kısa bir işaretle yetiniyoruz.
Bu öyle bir gerçektir ki, insanların düzeni ona dayandırılmadığı
sürece düzelemez, ayakta duramaz. Bu gerçeğin insanın
vicdanında netleşmesi etrafını kuşatan
evrene ilişkin düşüncelerini bu evrendeki konumlarını
ve evrenin içinde yer alan canlı-cansız tüm varlıklarla
ilişkilerini ciddi boyutlarda etkilemektedir. Sonra
onların tek Allah düşüncelerinin ve onların
Allah'la ilişkileri gerçeğinin üzerinde de etkili
olmaktadır. Bunun ötesinde ve dışında kalan
evrendeki cansızlar ve canlılar ile alâkalı düşüncelerine
tesir etmektedir. Bunların hepsi insanın
duygularını şekillendirme ve hayattaki bütün işlerine
bakış açılarını belirleme açısından
köklü bir öneme sahiptir.
Bir olan Allah'a inanan ve bu birlik gerçeğinin
anlamını kavrayan insan, Rabb'ı ile
ilişkilerini bu ilkenin doğrultusunda
şekillendirir. Allah'ın dışında kalan
canlı ve cansız varlıkların hepsiyle
ilişkilerini bu ilkeye göre düzenler. Her birini yerli
yerince yerleştirir. Bunun dışına taşmaz.
Güçlerini, enerjilerini ve duygularını farklı
karakterlere sahip ilahlar arasında dağıtmaz!
Allah'ın dışında başına musallat
olan Allah'ın yarattıkları arasında güçlerini
ve duygularını dağıtma zorunda kalmaz!
Bir olan Allah'ın bir olan kaynağı olduğuna
inanan insan bu varlıkla ve orada bulunan canlı ve
cansız varlıklarla ilişkilerini tanışma,
yardımlaşma, kaynaşma ve sevgi ilkelerine
dayandırır. İşte bu bakış açısı,
hayata, evrendeki bu birliğe inanmayan, kendisi ile
etrafını kuşatan canlı ve cansız
varlıklar arasında bu bakış açısını
hesaba katmayan insanların asla zevkine eremeyeceği bir
neşe, bir zevk kazandırır.
Evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanan
insan, yüce Allah'ın yasamalarını ve yönlendirmelerini
özel bir özenle alır, kabul eder. Böylece insanın
hayatına hükmeden yasa ile bütün bir evrene egemen olan değişmez
yasa arasında bu uyuma-ahenge ulaşır.
Yasaların içinden Allah'ın yasalarını tercih
eder. Zira insanın hareketi ile evrenin bütün hareketi arasında
bir ahenk sağlayan biricik yasa ilahi yasadır.
Öz olarak ifade edersek, bu gerçeğin
anlaşılması insan kalbinin (vicdanının) düzelmesi,
belli bir yöne (istikamete) yönelmesi, aydınlanması,
etrafını kuşatan evrenle uyum içine girmesi, kendi
hareketi ile evrenin bütün hareketinin birbiriyle ahenk içine
girmesi, kendisi ile yaratıcı arasındaki
ilişkilerinde netliğe kavuşması, kendisi ile
çevresini kuşatan evren arasındaki ve de kendisi ile
evrendeki tüm canlı ve cansız varlıklar
arasındaki ilişkilerinde netliğe
kavuşması için zorunludur. Bunlara bağlı
olarak gerçekleşecek ahlaki, sosyal ve hayati tüm
etkilenmeler, hayatın her alanındaki
değişmeler için zaruridir.
İşte bu nedenle Tevhid inancının
yerleştirilmesine onca özen gösterilmiştir. Her
peygamberlik ve her peygamber döneminde bu kesintisiz ve sürekli
çaba, önemini daima korumuştur. Bütün peygamberler
-salât ve selâm hepsinin üzerlerine olsun- tevhid kavramı
üzerinde amansız bir biçimde ısrar etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in özellikle Mekke'de inen surelerinde
Tevhid konusuna ve bu konunun gereklerine verilen önem bu konuda
gösterilen çaba, özen ve ısrar kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır. Aynı konu Medine'de inen surelerde de
bu surelerin teşhis ve tedavi ettiği konuların
karakterlerine uygun tablolarla ortaya konmuştur.
İşte müşriklerin, Hz. Muhammed'in -salât ve
selâm üzerine olsun- üzerinde o kadar ısrar etmesine bir türlü
akıl erdiremedikleri temel gerçekte budur.
Onlar, bu gerçekten söz etmemesi için Hz. Muhammed ile tartışmalara
girişiyorlar, konuyu evirip-çevirip, insanların onun bu
tutumuna ve bu gerçeğe akıl erdirememeleri için
ellerinden geleni yapıyor, bütün yollara başvurarak
insanları ondan alıkoymaya, uzaklaştırmaya
çalışıyorlardı.
Bundan sonra Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
Allah tarafından bir peygamber olarak seçilmesini dillerine
dolamaya başlıyorlar: