1- Elif, lâm, mim.
2- Rumlar yenildi.
3- En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra
yeneceklerdir.
4- Birkaç yıl içinde, eninde-sonunda emir Allah'ındır.
O gün mü'minler sevinir.
5- Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir)
esirgeyendir.
6- Bu, Allah'ın vaadidir. Allah verdiği sözden
caymaz: fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
7- Onlar dünya hayatının görülen kısmını
bilirler. Ahiretten ise habersizdirler.
Sure, tefsiri konusunda: Kur'an'ın Araplar'ın
bildiği harflerden oluşmuş olmasına
karşın, onlar için erişilmezlik teşkil etmesi
ve Araplar'ın aynı harf malzemesine sahip oldukları
halde, O'nun benzerini ortaya koyamamalarına dikkat çekmenin
hedeflendiği görüşünü benimsediğimiz kopuk
harflerle başlıyor.
"Elif, lâm, mim."
Ardından birkaç yıl içinde Rumlar'ın galip
geleceklerine ilişkin doğru haber geliyor. İbn
Cerir, Abdullah İbn Mesud, kanalıyla konuyla ilgili
şu bilgiyi veriyor: Abdullah İbni Mesud: "Farslar
Rumlar'ı yenmişlerdi. Müşrikler Farslar'ın
Rumlar'ı yenmesini arzuluyor, müslümanlarsa, Kitap Ehl-i ve
dinlerine daha yakın olmalarından ötürü Rumlar'ın
Farslar'ı yenmesini arzuluyorlardı.
"Rumlar yenildi."
"En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra
yeneceklerdir" ayeti indiğinde, müşrikler; Ey
Ebubekir! Arkadaşın Muhammed birkaç yıl içinde
Rumlar'ın Farslar'ı yeneceğini söylüyor, ne
dersiniz? dediklerinde; O: "Doğrudur" dedi. Onlar:
"Bahse girelim mi?" dediler (Başka bir rivayette
bahisleşme olayının "falakü" çekiminden
sayılarak haram kılınmadan önce gerçekleştirmiştir)
ve haklının anlaşılması için yedi sene
beklemek üzere, dört dişi deve üzerine sözleştiler.
Yedi sene geçti, hiçbir şey olmadı. Müşrikler bu
duruma sevindiler, müslümanlara bu durum ağır geldi.
Olay Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iletildiğinde:
"Size göre `birkaç yıl' ne kadardır?" diye
sordu. "O'ndan az olan" dediler. O: "Git bahse konu
olan malı arttı, süreye de iki yıl ekle" dedi.
İki yıl geçmeden kervanlar, Rumlar'ın
Farslar'ı yendiği haberini getirdiler. Müslümanlar
sevindiler."
Bu olaya ilişkin birçok rivayet var, onlardan İmam
İbni Cerir'inkini seçtik. Suredeki bu olayın
ardından gelen yönlendirmelere geçmeden önce, olayın
dolaysız konuları üzerinde durmak istiyoruz:
Bu gerçeklerin ilki, Tevhid ve imana davetin önünde,
şirk ve küfrün her zaman birlikte karşı
koymalarıdır. Eskiden ülkeler ve uluslar günümüzde
olduğu gibi yoğun bağlantılar içinde
olmamalarına rağmen, Mekke'deki müşrikler, nerede
olursa olsun müşriklerin Kitap Ehli'ne karşı
zaferlerini kendi zaferleri olarak algılıyorlardı.
Müslümanlar da kendilerini Kitap Ehli'ne bağlayan bir
bağ buluyor, nerede olursa olsun müşriklerin zafer
kazanması onların canını sıkıyor,
çağrılarını ve meselelerinin çevrelerindeki
alemin her yerinde cereyan eden ve küfür-iman mücadelesini
etkileyen olgudan kopuk olmadığını
kavrıyorlardı.
Günümüz insanının çoğunun farkına
varamadığı açık gerçek işte budur.
Bunlar yaklaşık ondört asır önce, Peygamberimizin
zamanındaki müslümanlar ve müşriklerin bu gerçeğe
verdiği önemi vermiyorlar. Yerel ve ulusal sınırlar
içine sıkıştıklarından, meselenin küfür-iman
meselesi olduğunu ve savaşın Allah'ın
taraftarları ile şeytan yanlıları
arasındaki savaş olduğunu kavrayamıyorlar.
Yeryüzünün dört bir yanındaki günümüz müslümanları,
savaşın yapısını ve meselenin özünü
anlamaya ilişkin gerçek konusunda; şirk ve küfür
grupların arkasına gizlendikleri yayınların
onları yanıltmamasına ne kadar muhtaçtırlar.
Nedenler ne ölçüde çeşitlenirse çeşitlensin,
onların müslümanlarla inançları için savaştıklarında
kuşku yoktur.
Diğer bir gerçek de; Ebu Bekir'in tereddüt etmeden
söylediği sözünde görüldüğü gibi ilk
müslümanların Allah'ın vaadine duydukları mutlak
güvendir. Müşrikler O'nu arkadaşının sözü
ile şaşkınlığa düşürmek istiyorlar
ve bahse giriyorlar. Ve "birkaç yıl" içinde
Allah'ın vaadi gerçekleşiyor... Müslümanların gönlünü
güç, kesin iman ve Allah'ın vaadi gerçekleşene dek,
sıkıntı, elem ve engeller karşısında
direnme gücü ile dolduran; işte bu eşsiz biçimdeki
mutlak güvendir. Uzun yorucu cihad yolunda, her akide sahibinin
azığı budur. ,
Üçüncü gerçek de; haberin akışı içinde ara
cümlesi olarak gelen bu olaydan "Eninde-sonunda emir
Allah'ındır" Allah'ın sözünün vurgulandığı
ve diğer olaylarda da duruma egemenliğin tümüyle
Allah'a havale edilmesi konusunda acele edilmesi hem de tüm diğer
konumlarına mihenk taşı olması için bu
kapsamlı gerçeğin öne çıkarılmasıdır.
İşte gerçeğin ifadesi olarak; zafer ve yenilgi,
devletlerin doğuşu ve batışı,
zayıflığı ve güçlülüğü, hepsinin
durumu evrende meydana gelen diğer olaylar ve
pozisyonların durumu gibi olup, temel nedenleri tümüyle
Allah'a dayanmakta, hikmeti ve dileğince O yönetmektedir.
Olaylar ve gelişmeler bu mutlak iradenin görünümünden başka
bir şey değildir. O irade ki, kimsenin etkisinden söz
edilemez, arkasındaki hikmetleri kimse bilemez.
Kaynaklarını da sadece Allah bilir. Öyle ise, insanın
Allah'ın planlanmış bir değerlendirmeye uygun
olarak oluşturduğu olaylar ve gelişmeler
karşısında yapabileceği tek şey,
hakkı yerine getirmek ve ona teslim olmaktır.
"Elif, lam, mim." "Rumlar yenildi."
"En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden
sonra yeneceklerdir." "Birkaç yıl içinde.
Eninde-sonunda emir Allah'ındır: O gün mü'minler
sevinir.
Nitekim Allah'ın vaadi doğru çıkmış,
mü'minler de Allah'ın zaferiyle sevinmişlerdïr.
"Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir)
esirgeyendir."
İşte her zaman duruma egemen olan O'dur. O, zaferi
dilediğine verir. Dilediğini sınırlayacak hiçbir
şey yoktur. Sonucu gerekli kılan dileme, nedenleri
hazırlayan dilemenin kendisi olduğundan, nedenlerin
varlığı, zaferin dilemeye bağlanmasıyla
çelişmez. Kâinatı yöneten yasaların tümü,
hiçbir kayda tabi olmayan bu dilemeden ortaya çıkmıştır.
Yine O, dileme işlevini; eksiksiz yerine getiren yasalar ve
kararlı değişmez sistemler olmasını
hedeflemiştir. Zafer ve yenilgi, kayıt tanımaz
dilemenin gerekli kıldığı o yasalara uygun
olarak etkileyen faktörlerden doğan durumlardır.
Bu konuda İslam akidesi açık ve mantıkidir.
İşte o, her şeyde Allah'ı egemen kabul etmekte
fakat sonuçların görünür ve olgu dünyasına,
durumlarına göre çıktığı, doğal
nedenlerin oluşturulması konusunda da insanoğlunu
sorumlu tutmaktadır. Yalnız sonuçların
fiilen gerçekleşip gerçekleşmemesi insanoğlunun
sorumluluğu kapsamında değildir. Çünkü bu,
temelde Allah'ın tedbirine bağlıdır. Nitekim
bedevi, devesini Peygamberimizin mescidinin önünde başıboş
bırakıp, "Allah'a tevekkül ettim" diyerek,
girip namaz kılmaya başladığında
Peygamberimiz Adama: "Onu bağla öyle tevekkül et"
(Tirmizi, Enes B. Malik'ten vermiş) demiştir. Görüldüğü
gibi, İslam inancında tevekkül (Allah'a dayanma) oluşum
nedenlerini yerine getirmeyle kayıtlı olup işin
Allah'a bırakılması ondan sonradır.
"Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir)
esirgeyendir." Durum böyle olunca, zafer, onu oluşturan
ve olgu dünyasına çıkaran kadir güç ve onu insanların
yararına dönüştürüp, hem yenen hem de yenilenler
için yaralı kılan rahmetin gölgesi ile kuşatılmıştır.
"Allah insanların bir kısmını bir
kısmı ile savmasaydı yeryüzü kargaşaya
boğulurdu." (Bakara Suresi, 251) Yeryüzünün
kargaşadan korunması nihayetinde yenen ve yenilenlerin
her ikisi için de rahmettir.
"Bu, Allah'ın vaadidir. Allah verdiği sözden
caymaz; fakat insanların çoğu bunu bilmezler."
"Onlar dünya hayatının görülen kısmını
bilirler. Ahiretten ise habersizdirler."
Görüldüğü gibi zafer Allah'ın vaadidir.
"Allah vaadinden caymaz" gerçeği, mutlaka hayat
olgusu çerçevesinde gerçekleşmesi gerekir. Vaadinin
özgür iradesi ve derin hikmetinden kaynaklandığı,
gözden kaçırılmamalıdır. O vaadini gerçekleştirir.
Dilemesini geri çevirecek, yargısını bozacak
yoktur, evrende dilediğinden başka şey olmaz.
Bu vaadin gerçekleşmesi, değişmez büyük yasanın
bir yönüdür. "Fakat insanların çoğu bunu
bilmezler" dıştan bilgin görünseler ve çok
şey bilir olsalar da, onlara ilişkin bu yargı geçerlidir.
Çünkü, bilgileri yüzeysel, hayatın dış görünüşü
ile ilgili olup, değişmez özgün yasalarına
inememekte, genel yasaları ve varlıkla olan güçlü bağlantılarına
erememektedir. "Onlar dünya hayatının görünén
kısmını bilirler." Bu dış görünüşü
aşıp arkasındakini göremezler.
Dünya hayatının dış görünüşü,
insanlara ne ölçüde geniş kapsamlı görünse de sınırlı
ve küçüktür. Sınırlı hayatlarında çabaları
da sınırlıdır. Hayat tümüyle de bu görkemli
varlıktan küçük bir bölüm olup, ona da bu varlığın
yapısı ve bileşimindeki yasalar ve sistemler
egemendir.
Kalbi, bu varlığın içyüzü ile ilgi kuramayan,
sezisi ona egemen olan yasa ve sistemlere ulaşamayan,
bakmayı sürdürür ama sanki görmez. Dış biçimi
ve sürekli hareketini görür, fakat hikmetini anlayamaz, onu ve
onunla birlikte yaşayamaz. İnsanların çoğunluğu
böyledir, çünkü hayatın pratiğini,
varlığın sırları ile
bağlantılı kılan sadece gerçek imandır.
Bilgiye varlığın sırlarını kavrama
ruhunu veren de O'dur. Bu özellikleri içeren iman sahipleri
insanlar arasında azınlıktadırlar. Çoğunluk
gerçek bilgiden yoksun yaşar.
"Ahiretten ise habersizdirler." Ahiret, yaratma
zincirinde bir halka, varlığın çok olan sayfalarından
bir sayfadır. Yaratmanın hikmetini ve
varlığın yasasını kavrayamayanlar;
ahireti ihmal ediyor, onu gereğinde değerlendiremiyor.
Ve ahiretin; varlığın seyir çizgisinde yolundan
geri kalmaz, hedefinden sapmaz bir aşama olduğunu görmüyorlar.
Ahiretin göz ardı edilmesi, onu göz ardı edenlerin
ölçülerini yanıltıcı kılmakta, ellerindeki
değerlerin dengesini bozmaktadır. Dolayısıyla,
hayatı, olaylarını ve değerlerini doğru
algılayamamakta, onlara ilişkin bilgileri eksik, yüzeysel
kalmaktadır. Çünkü insanın iç dünyasında
ahiretin hesaba alınması, yeryüzünde oluşan her
şeye bakışını değiştirmektedir.
Ahiret hesaba alındığında, kişinin yeryüzündeki
hayatı, evrendeki uzun yolculuğunun kısa bir
aşaması ve yeryüzündeki nasibi de varlıktaki
kocaman payının az bir bölümüdür. Yeryüzünde olup
biten olaylar ve pozisyonlarda romanın küçük bir
bölümünden başka bir şey değildir.
İnsanın yargısını, uzun yolculuktan
kısa bir aşama, kocaman paydan az bir bölme, romandan
küçük bir bölüme dayandırması
yakışık almaz!
Diğer yandan, ahirete inanıp onu hesabına alan
insan; yalnız bu dünya için yaşayan, onun ötesini
beklemeyen diğeri ile bağdaşamaz. O ikisi,
hayatın hiçbir durumu ve değerlerinden hiçbir değerin
değerlendirilmesinde uyuşmazlar. Biri sadece dünya
hayatının dış yüzünü görür, diğeri
ise; ilişkiler, sistemler ve kapsamlı yâsalar aracılığı
ile dışı-içi görünmeyeni-görüneni, dünyayı
ahireti, ölümü, hayatı, geçmişi, günü, geleceği,
insanlar, alem, canlı-cansız her şeyi kapsayan büyük
alemi kavrar... İslam'ın insanlık için taşıdığı,
kapsamlı, geniş, engin ufuk işte budur...
İslam insanlığı o ufukta, yapısında
Allah'ın ruhundan yakışır saygın
konumlara yüceltmektedir.
KENDİ VARLIKLARINI DÜŞÜNSÜNLER
Allah'ın zaferine ilişkin vaadinin gerçekleşmesi
ve ahiret konusunun, varlığın
dayandığı büyük gerçeğe
bağlanması için Kur'an, konu değiştirip
insanları evrenin içerdikleri, göklerde-yerde ve aralarındaki
varlıklar içinde başka bir gezintiye çıkarıyor.
Ayrıca onları iç dünyalarına yöneltiyor, onun
derinliklerine iniyor, araştırıyor. Amaç bu
büyük gerçeği kavramalarını sağlamak.
İnsanlar bu gerçekten, ahiretten habersiz olduklarından
gafil olmakta ve buna bağlı olarak bu gerçeğin görülmesi
ve araştırılmasına yönlendiren çağrıdan
da gafil düşmekteler: