1
."Rahman"
olan Allah.
2- Kur'an'ı öğretti.
3- İnsanı yarattı.
4- Ona düşüncesini açıklamayı öğretti.
5- Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri
belirli bir hesaba dayanır.
6- Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun
eğerler.
7-
O,
göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu.
8- Tartıda titiz olun diye.
9- Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayız.
10- Allah, yeryüzünü canlıların ayakları
altına serdi.
11- Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma
ağaçları var.
12- Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler
var.
13- Ey insanlar ve cinler, peki, Rabbinizin hangi nimetini
yalanlıyorsunuz?
Burada sözü, anlamı, çağrışımı
ve müzikal ahengi ile bilerek seçilen bir "giriş"
ile karşı karşıyayız.
Evet "Rahman' olan Allah".
Dalga dalga yayılarak uzak enginlere varan
sarsıcı sesi şu evrenin her yanında, şu
varlığın bütün birimlerinde yankılanan bir
çığlıktır kulaklarımıza gelen.
Evet "Rahman' olan Allah".
Perde perde yükselerek mesafeleri aşan, varlık
aleminin katmanlarını titreştiren, her
varlığa hitap eden ahengi ile, her
varlığın dikkatini çeken, gökleri ve yeryüzünü
dolduran, her kulağa ve her kalbe ulaşan bir çığlık.
Evet "Rahman' olan Allah: '
Arkasından birdenbire gelen bir suskunluk. Ayet bitiyor. Tüm
evren de susup kulak kesiliyor. Bu çarpıcı girişi
izleyecek olan büyük haberi bekliyor. Derken o beklenen ve
bütün varlık aleminin vicdanını iliklerine kadar
titreten haber geliyor.
İşte surenin "Rahman" olan Allah'ın
nimetlerini açıklamayı konu edinen ilk bölümü ve o
çarpıcı duyuruyu izleyen haber bu ayetlerden
oluşuyor. İnceleyelim:
"Kur'an'ı öğretti:'
Bu, "Rahman" olan Allah'ın insana yönelik
merhametinin somut göstergesi olan en büyük nimettir. Kur'an
yanı. O, şu evrenin tüm yasalarının özenli
ve eksiksiz bir tercüman; göklerin ve yerin sistemidir.
İnsanlar bu kitaba sarılınca evrenin yasal sistemi
ile bağ kurarlar; inançlarını, düşüncelerini,
değer yargılarını, sosyal sistemlerini,
davranışlarını varlık aleminin
dayanağı olan değişmez temel üzerine
oturturlar. Bu durum onlara huzur, güven, evrensel yasalarla
aralarında anlayış ortaklığı ve
iletişim kurma imkânı sağlar.
Kur'an, kendisine sarılanların algı
organlarını ve duygularını şu güzel
evrene açar. İnsanlar bu evreni ilk kez görmüş gibi
olurlar. Kur'an onların kendi varlıklarına
ilişkin algılarını tazeleyip güçlendirdiği
gibi çevrelerini kuşatan evrene ilişkin
algılarını da tazeleyip güçlendirir.
Çevrelerindeki her şeye insanlarla iletişim kuran,
insanlara sevgi saçan taze bir ruh aşılar. O zaman
Kur'an'ın bağlıları, şu gezegen
üzerindeki yolculukları boyunca nereye gitseler, nerede
dursalar kendilerini dostlar arasında, cana yakın
ahbaplar arasında bulurlar.
Kur'an, bağlılarının beyinlerine yüce
Allah'ın yeryüzündeki halifeleri, onurlu temsilcileri
oldukları; gökleri, yeryüzünü ve dağları
dehşete düşüren yüce "emanet"in taşıyıcıları
oldukları bilincini aşılar. Böylece bu insanlar,
insanlıklarını gerçekleştirmekten doğan
değerlerinin farkına varırlar. Bu amaca erdiren tek
aracın "iman" olduğunu anlarlar. O iman ki, yüce
Allah'ın soluğunu ruhlarında tazeler, O'nun
insanlara yönelik en büyük nimetine gerçeklik kazandırır.
Bundan dolayıdır ki, Kur'an öğretme nimeti,
insanı yaratma nimetinden önce anılmıştır.
Çünkü bu canlının insan olma anlamı, bu nimet
sayesinde gerçekleşebilir. Devam ediyoruz:
"İnsanı yarattı. Ona düşüncesini açıklamayı
öğretti."
Burada şimdilik insanın
yaratılışı olayını bir yana
bırakalım. Surenin akışı içinde az
ilerde bu konunun yeri gelecek. Zaten burada bu nimetin anılmasının
amacı, onu izleyen, "düşünceyi açıklama"
nimetine sözü getirmektir.
Biz insanın konuştuğunu, meramını
anlattığını, düşüncesini açıkladığını,
diğer insanlarla anlaştığını,
onlarla iletişim kurduğunu hep görüyoruz. Bu sürekli
gözlem bize bu ilâhi bağışın önemini, bu
"harika" olayın müthişliğini unutturuyor.
Bu yüzden Kur'an, birçok yerinde bu olaya dikkatlerimizi
çekiyor, bizi onun üzerinde düşünmeye özendiriyor.
Evet insan nedir? Aslı nedir? Varlığa nasıl
başlamıştır? Düşüncesini açıklamayı
nasıl öğrenmiştir?
İnsan varoluşu, ana rahminde can bulan tek hücre ile
başlar. Yalın, küçücük, minicik, basit, ancak
mikroskopla görülebilen, belli-belirsiz tek bir hücre ile.
Fakat kısa bir süre sonra bu tek cenin'e (embriyo'ya) dönüşüyor.
Milyonlarca kemik, kas, sinir, deri ve kıkırdak hücresinde
oluşan bir canlı biçimi olarak karşımıza
çıkıyor. Sonra bu hücrelerden çeşitli organlarla
bu organların işitme, görme, tadma, koklama ve dokunma
gibi fonksiyonları oluşuyor. Sonra da en büyük
harikalar ve en çarpıcı sırlar, yani kavrama,
konuşma, bilinç ve sezgi yetenekleri ortaya çıkıyor.
Bunların hepsi o tek, yalın, küçük, minicik, basit ve
belli belirsiz hücreden kaynaklanıyor.
Nasıl ve nereden? "Rahman" olan Allah
tarafından ve O'nun sanatının eseri olarak.
Biz konuşmanın, meram anlatmanın nasıl
meydana geldiğini şöyle bir gözden geçirelim. Yüce
Allah buyuruyor ki:
"Allah sizi hiçbir şey
bilmez halde
analarınızın karınlarından çıkardı.
Size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler
ve kalpler verdi." (Nahl
suresi, 78)
Konuşma sisteminin yapısı, hiçbir zaman
şaşırtıcılık vasfı sona
ermeyecek bir harikadır. Dil, dudaklar, damak, dişler,
gırtlak, soluk borusu, bronşlar ve akciğerler. Bütün
bu organlar işbirliği halinde çalışarak meram
anlatma zincirinin bir halkasını oluşturan "seslenme"
işlemini meydana getirirler. Bu işlem, bütün önemine
rağmen, bu karmaşık surenin mekanik
yanını oluşturur. Süreç bunun ötesinde işitme
duyusu ile, beyinle, sinirlerle, sonra da akılla
ilişkilidir. O akıl ki, onun sadece adını
biliyoruz, ne mahiyetinden ve ne de özünden haberimiz var. Hatta
nasıl çalıştığı, fonksiyonunu hangi
yöntemle gerçekleştirdiği konusunda hemen hemen hiç
bir şey bilmiyoruz.
Konuşan bir insan herhangi bir sözcüğü nasıl
seslendirir?
Bu olay, çok aşamalardan geçen, çok adımları
olan, çok sayıda organik sistemin işbirliğini
gerektiren, bazı aşamaları halâ bilinmeyen,
şu ana kadar aydınlığa
kavuşturulamamış olan, son derece
karmaşık bir işlemdir.
Bu işlem, bilinçte o sözcüğü söyleyerek belirli
bir meramı gerçekleştirmeye yönelik bir ihtiyacın
belirmesi ile başlar. Bu ihtiyaç duygusu sonra idrak alanından,
ya da akıldan veya ruhtan somut bir işlem aracı
olan beyne gider. Ama bu geçişin nasıl olduğunu
bilmiyoruz. Sonra da bilim adamlarının söylediklerine
göre beyin, sinirler aracılığı ile bu belirli
sözcüğü seslendirmeye ilişkin emir verir. Sözcüğün
kendisini ise insana yüce Allah öğretiyor,
anlamını o belletiyor. Bu sırada akciğerler
depoladıkları havanın bir bölümünü dışarıya
basarlar. Bu hava bronşlardan soluk borusuna, oradan
gırtlağa geçerek ses tellerini titreştirir. Bu ses
telleri insan yapısı hiçbir ses aygıtının,
hiçbir müzik enstrümanının tellerine benzetilemeyecek
oranda şaşırtıcı bir yapıya
sahiptirler. Gırtlağa gelince sese dönüşen bu
hava aklın isteğine göre biçim alır. Yani yüksek
olur, alçak olur; hızlı olur, yavaş olur; sert
olur, yumuşak olur, bas olur, tiz olur, ya da başka bir
biçime ve niteliğe bürünür. Gırtlağın
yanısıra dil, dudaklar, gırtlak ve dişler de
devreye girer. Ses bu organlardan geçerken çeşitli
harflerin çıkış yerlerindeki özel vurguların
etkisi ile biçimlenir. Özellikle dil üzerinde her harfe özgü
ses tonunu sağlayan çeşitli bölgeler vardır.
Buralarda belirli vurgu gerçekleşerek belirli titreşimi
gerektiren harf seslendirilir.
Bütün bu aşamaların sonunda bir tek sözcük
seslendirilmiş olur. Bunun arkasından cümleler, konular,
düşünceler, geçmişe, şimdiki zamana ve
geleceğe ilişkin duygular gelir. Bütün bunlar
şaşırtıcı, tuhaf ve ayrı birer
alemdirler.` İnsanın şu tuhaf ve
şaşırtıcı organizmasında
oluşurlar. Onları meydana getiren, Rahman olan
Allah'ın sanatı ve lütfudur.
Sonraki ayetlerde "Rahman" olan Allah'ın
nimetlerinin evrensel fuardaki gösterisine devam ediliyor.
Okuyoruz:
"Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri
belirli bir hesaba dayanır.
Burada ayın ve güneşin yapıları ile
hareketleri arasında uyum sağlayan ince plâna dikkat
çekiliyor. Kalpleri ürperti, dehşet ve bilinçle dolduran
bu vurgulama, sözcükleri arasında geniş çaplı ve
derinlikli gerçekler barındırıyor. Şöyle ki:
Güneş, uzaydaki gök cisimlerinin en büyüğü değildir.
İnsanoğlunun sınırlarını
bilmediği, uçsuz-bucaksız bir boşluk olarak
algıladığı uzayda milyarlarca yıldız
vardır. Bunların arasında güneşten daha büyükleri,
ondan daha çok ısı ve ışık
yayanları vardır. Meselâ araplar arasında "şıra
el Yemanî" adı ile bilinen büyük ayı
takımındaki Cırı us yıldızı, güneşten
yirmi kat daha ağır ve güneşin elli katı
kadar ışıklıdır. Arcturus
yıldızı ise güneşin seksen katı hacminde
ve ondan sekiz bin kat daha parlaktır. Suheyl
yıldızının ışık yayma gücü de
güneşinkinden iki bin beş yüz kat fazladır. Bu
tablo bu şekilde genişletilebilir.
Fakat güneş, "yer" adını
verdiğimiz şu küçük gezegen üzerinde yaşayan
biz insanlar arasından en önemli yıldızdır.
Çünkü bu gezegenin kendisi ve sakinleri güneş
ışığının, güneş
ısısının ve onun çekim gücünün etkisi altında
yaşıyorlar, varlıklarını sürdürüyorlar.
Ay da öyle. O aslında yer yuvarlağının küçük
hacimli bir uydusudur. Fakat yeryüzünün hayatı üzerinde
büyük etkisi vardır. Denizlerde görülen gel-git olayının
en önemli faktörü odur.
Güneşin hacmi, ısı derecesi, dünyamıza
uzaklığı, yörüngesindeki dönüş
hızı; bunun yanısıra ayın hacmi, dünyamıza
uzaklığı ve yörüngesindeki dönüş
hızı, bütün bunlar gerek yeryüzündeki hayata
yönelik etkileri bakımından ve gerekse uzaydaki
diğer yıldızları ve gezegenler arasındaki
konumları açısından son derece ince ve
duyarlı hesapların sağladığı
dengelere dayanırlar.
Şimdi onların gezegenimizi ve üzerindeki hayat olayı
yakından ilgilendiren bu hesaplı dengelerinin bazı
yönlerinde göz gezdirelim: Güneşin dünyamıza
uzaklığı doksan iki buçuk milyon mildir. Eğer
o dünyamıza bundan daha yakın olsa yeryüzü ya yanar,
ya erir, ya da uzaya yükselen bir buhar kitlesine dönüşürdü.
Eğer bizden daha uzakta olsa o zaman da yerküremiz donar ve
üzerindeki hayat ölüme dönüşürdü. Güneşin dünyamıza
ulaşan ısısı, onun asıl
ısısının iki milyonda biri kadardır.,Yeryüzündeki
hayatın sürmesi için gereken optimal ısı derecesi
bu kadardır. Meselâ eğer güneşin yerinde o iri ve
güçlü radyasyonlu Cirius yıldızı olsaydı,
yerküremiz buharlaşıp yokoluverirdi.
Şimdi de ayın hacmini ve dünyamıza olan
uzaklığını ele alalım. Eğer ay
şimdikinden daha büyük olsaydı, denizlerde meydana
getireceği gel-git olayının yol açacağı
su yükselmeleri yeryüzünü ve üzerindeki bütün varlıkları
tufana boğardı. Eğer ay, yüce Allah'ın
kıl kadar bile şaşmaz hesabına göre olduğundan
daha yakınımızda olsaydı, sonuç dünyamız
için aynı türden bir felaket olurdu.
Güneş ile ayın dünyamıza
uyguladıkları çekim gücü gerek yerküresinin konumu
ve gerekse uzay hoşluğundaki dönüşünün dengesi
açısından hesaplı ve ölçülüdür. Dünyamızın
bağlı olduğu güneş sistemi bütün uyduları
ile Lyr burcundaki Vega yıldızına doğru saatte
yirmi bin millik bir hızla hareket etmektedir. Buna
rağmen milyonlarca yıllık yolculuğu boyunca
sistemimiz, uzaydaki yıldızlardan biri ile çarpışmamaktadır.
Bu korkunç ve uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda
hiçbir yıldızın yörüngesi kıl ucu kadar
bile sapma göstermez. Yıldızların hacimleri ve
hareketleri arasındaki uyum ve denge hesapları
arasında en ufak bir değişiklik meydana gelmez.
Yüce Allah
"Güneşin
ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba
dayanır" buyururken
gerçekten ne kadar doğru söylüyor! Devam ediyoruz: "Bitkiler
ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler."
Bir önceki ayet, şu koca evrenin yapısındaki plâna
ve hesaba işaret etmişti. Bu ayette ise evrendeki
doğrultu birliğine ve ilişkiye işaret ediliyor.
Bu işaret de uyarıcı ve çarpıcı bir gerçeğe
ileticidir. Şöyle ki:
Şu varlık bütünü ile kaynağına ve yoktan
varedicisine kulluk ve boyun eğme bağı ile
bağlıdır. Bitkiler ve ağaçlar, varlık
aleminin bu doğrultusunu kanıtlayan iki örnektir. Kimi
tefsir bilginleri ayetin orjinalindeki Necm sözcüğünün
"gökteki yıldızlar" anlamına
geldiğini ileri sürerken başka bazı tefsir
bilginleri bu sözcüğün "ağaçlar gibi gövdesi
üzerinde dik duramayan bitkiler" demek olduğunu söylemişlerdir.
Sözcük ister o anlama alınsın, ister bu anlama
geldiği kabul edilsin aynı kapıya çıkar. Her
iki durumda da ayet, şu varlık alemindeki doğrultu
birliğine ve iç ilişkiye işaret ediyor.
Evrenin tümü, ruhu olan canlı bir varlık bütünüdür.
Gerçi bu ruhun göstergesi, biçimi ve dinamiklik derecesi varlıktan
varlığa değişir, ama özü bakımından
birdir.
İnsan kalbi bu gerçeği, yani tüm varlıklara
yayılmış "hayat" gerçeği ile bu
ruhun yaratıcıya yönelmiş olduğu gerçeğini
çok eski çağlardan beri fark etmiştir. İnsan
kalbi sezgi yolu ile bu gerçeği kavramıştır.
Ama ne zaman bu sezgisini duyu organlarının deneyleri
ile sınırlı olan aklın kriterleri ile
ölçmeye kalkıştı ise kuşkuya
kapılmış ve bu bilgiden uzak
kalmıştır.
İnsanlık son yıllarda evrendeki yapısal
birliği yansıtan gerçeğin bazı ön
bilgilerine ermiştir. Ama bu yöntemle onun ruh taşıyan
bir canlı olduğu gerçeğine erebilmekten halâ çok
uzaklardır.
Pozitif bilim, günümüzde evren yapısının ana
biriminin atom olduğunu, atomun da aslında radyasyondan,
yani ışık enerjisinden ibaret olduğunu,
evrenin temel ilkesinin hareket olduğunu ve hareketin evrenin
birimleri arasındaki ortak özellik olduğunu düşünme
eğilimindedir.
Fakat evrenin temel ilkesini ve ana özelliğini
oluşturan bu "hareket" hangi tarafa doğrudur.
Kur'an bize diyor ki: Evren, ruhunun hareketi ile
yaratıcısına yönelmiştir. Onun asıl
hareketi budur. Evrenin bâr de yüzeysel hareketi vardır.
Fakat bu hareket, onun ruhunun hareketinin dışa
yansımasından başka bir şey değildir.
Evrenin ruhsal. hareketi Kur'an'ın birçok ayetinde gündeme
getirilir. Bu ayetlerin başlıcalarını birlikte
okuyalım:
"Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun
eğerler." (Rahman suresi, 6)
"Yedi kat gök, yer ve buralardaki varlıkların tümü
O'nu tenzih ederler, noksanlıklardan uzak olduğunu dile
getirirler. Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder,
fakat siz bu varlıkların tesbihlerini
anlayamazsınız." (
İsra
suresi, 44)
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve
havada süzülen kuşların Allah'ı
noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musun? Bu varlıkların
tümü, Allah'a nasıl dua edeceklerini, O'nu nasıl
noksanlıklardan tenzih edeceklerini bilirler." (Nur
suresi, 41)
Bu gerçeği düşünmek, tüm evrenin Allah'a yönelik
kulluklarını ve tesbihlerini izlemek insan kalbini
acayip bir hazla doldurur. İnsan kalbi bu durumda
çevresindeki tüm varlıkların duygu beraberliği
ile yaratıcısına yöneldiğini, tüm varlıkların
ruhları arasında bulunduğunu hisseder. Bu ortak
ruhun tüm varlıklarda
kımıldamadığını ve onları
kendisine kardeş ve dost yaptığının
bilincinde olur.
Onun için bu ayetin vurguladığı gerçek son
derece geniş boyutlu, engin ufuklu ve derin anlamlar
taşır. Devam ediyoruz:
TARTIYI DOĞRU TUTUNUZ
"O göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini
koydu.
Tartıda titiz olunuz diye.
Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik
tartmayınız: '
Göğe işaret etmenin amacı -Kur'an'ın,
evrenin çeşitli kesimlerine yönelik diğer
işaretlerinde olduğu gibi- insan kalbini gaflet
uykusundan uyandırmak, kanıksamanın
duyarsızlığından uzaklaştırmak,
şu evrende egemen olan uyuma ve güzelliğe dikkatini
çekmek, onu yoktan varederek çarpıcı güzelliklerle
bezeyen "güçlü el"i tanımaya özendirmektir. '
Göğe işaret etmek. Bu kavramın anlamı ne
olursa olsun insanın bakışlarını yükseklere,
şu görkemli ve yüce uzaya yöneltir. Bu uzay uçsuz-bucaksız
bir enginliktir, bilinen hiç bir sınırı yoktur.
İçinde milyarlarca iri gök cismi hareket halinde olduğu
halde hiçbir iki gök cismi bir noktada buluşmaz, hiç bir
iki gezegen sistemi birbirleri ile çarpışmaz. Oysa güneş
sistemimizin içinde bulunduğu galakside olduğu gibi bu
takım yıldızlarını oluşturan
yıldızların sayısı kimi zaman milyona
varır. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu saman
yolunda yeralan kimi yıldızlar bizim güneşimizden
dar`a küçükken kimileri de ondan binlerce kat daha büyüktür.
Bizim güneş sistemimizin çapı bir milyon üç yüz
otuzüç bin kilometre dolayındadır. Bütün bu yıldızlar
ve bütün bu gezegen sistemleri uzayda korkunç hızlarla
hareket halindedirler. Fakat onlar bu görkemli uzay boşluğu
içinde, biribirlerinin uzağında yüzen, bu yüzden ne
bir noktada buluşan ve ne de birbirleri ile çatışan
birer zerre niteliğindedirler.
Yüce Allah, bu engin ve görkemli göğü yüksek yaratmanın
yansıttığı yüceliğin
yanıbaşında "tartı ilkesini" hak
terazisini "koydu". Onu sabit, oynamaz, sarsılmaz,
sağlam biçimde yerleştirdi. Kişilerin,
olayların, nesnelerin değerleri, her türlü değerler,
doğru ve duyarlı şekilde belirlensin diye bu ilkeyi
yerleştirdi. Hiç bir şey yanlış
değerlendirilmesin, hiçbir şey tartılırken
cahilliğin, kötü amacın ve kişisel arzunun
baskısı ile eksik ya da fazla tartılmasın diye
yüce Allah bu ilkeyi insan fıtratının özüne aşıladığı
gibi onu peygamberlerin getirip tanıttıkları ilâhi
sistemin temel yasaları arasına kattı ve Kur'an'da
da ona yer verdi
"Tartı
ilkesini koydu" buyurdu.
Niçin?;
"Tartıda titiz olunuz diye."
Ne eksik ve ne de fazla tartınız. Devam ediyoruz:
"Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik
tartmayınız."
Demek oluyor ki, tartıdaki denge, hakkaniyet ilkesi gözetilince,
eksik ve fazla kutuplarının
aşırılıklarına taşmaktan kaçınılınca
kurulur.
Okuduğumuz ayetlerde yeryüzündeki ve toplum hayatındaki
"hak" kavramı ile evrenin yapısı ve düzeni
arasında ilişki kuruluyor. Aynı
yaklaşımla hak kavramı ile soyut anlamdaki "gök"
arasında da bağ kuruluyor. Çünkü yüce Allah'ın
vahyi ve hayat sistemi, soyut anlamı ile gökten iniyor. Bu
bağ kurulurken göğün somut anlamı da gözetilmiştir.
Çünkü evrenin hayallere sığmaz büyüklüğü ile
istikrarı yüce Allah'ın buyruğunu ve gücünün sınırsızlığını
simgeler. Böylece göğün bu iki anlamı çarpıcı
mesajları ve uyarıcı çağrışımları
ile insan idrakinde buluşmuş, çakışmış
olur. Devam edelim:
YERYÜZÜ NİMETLERİ
"Allah yeryüzünü canlıların ayakları
altına serdi.
Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma
ağaçları var.
Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler
var."
Uzun sürelerden beri yeryüzünde yaşadığımız
için, bu gezegenin şartları ile ve görüntüleri ile
içli-dışlı olduğumuz için, kendimiz de bu
gezegenin sakinleri arasında bulunduğumuz için, bütün
bu sebeplerden ötürü, bu yeryüzünü canlıların "ayakları
altına seren" güçlü elin etkisini farkedemiyoruz.
Bu güçlü el yeryüzünde huzur, istikrar ve rahatlık
içinde barınmamızı
sağlamıştır. Ama biz ne bu konforun, ne
keyfini sürdüğümüz istikrarın olağanüstü
anlamının ve ne de bu gezegende bize
bağışlanan sayısız nimetlerin bilincinde
değiliz. Yalnız zaman zaman bazı yanardağlar
lav ve kül püskürtüyor, yer yer deprem felaketleri oluyor da
ayaklarımız altındaki güvenle basmaya alıştığımız
toprak sarsılıyor, dalgalanıyor, altüst oluyor.
İşte ancak o zaman şu yeryüzünde yüce Allah'ın
bir nimeti olarak keyfini sürdüğümüz istikrarın,
dengenin ne demek olduğunu anlıyoruz.
Oysa eğer insanlar bağrında
barındıkları bu yeryüzü hakkında
birazcık kafa yorsalar bu gerçeğin her an bilincinde
olmaları işten bile değildir. Bu yeryüzü yüce
Allah'ın şu engin uzayında yüzen yoğunlaşmış
bir toz bulutundan başka bir şey değildir. Evet bu
uçsuz-bucaksız boşlukta yüzen yoğunlaşmış
bir toz bulutu. Bu toz bulutu bu engin boşlukta bir yandan
kendi ekseni çevresinde saatte yaklaşık bin millik bir
hızla, öbür yandan da güneş etrafında saatte
yaklaşık altmış bin mil hızla dönüyor.
Bunların yanısıra bu gezegen, uydularından
birini oluşturduğu güneş sistemi ile birlikte bir
bütün olarak saatte yirmi bin mile varan bir hızla uzaydaki
Lyr burcunda bulunan Vega yıldız kümesine doğru
yolalıyor.
Evet, eğer insanlar sözünü ettiğimiz hızla
uzayın enginliklerini yutan ve yüce Allah'ın gücünden
başka hiçbir tutamağa bağlı olmayan bu yüzer
toz bulutuna binmiş yolcular olduklarını düşünseler
sürekli biçimde kalpleri ve bakışları yüce
Allah'a dönük bulunur, ruhları ve eklemleri titrer, yeryüzünü
canlıların ayakları altına seren, bu gezegeni
onlar için istikrarlı bir barınak halinde tutan ezici
iradeli tek Allah'a sığınmadan edemezlerdi.
Evet, yüce Allah üzerindeki varlıklarla birlikte hem
kendi ekseni çevresinde hem güneş etrafında dönen,
bunların yanısıra güneş sisteminin diğer
gezegenleri ile birlikte sözünü ettiğimiz korkunç hızla
yüzen bu gezegeni canlıların yaşamasına
elverişli bir barınak yaptı ve burada onların
rızıklarını, besin kaynaklarını da
hazırladı. Okuduğumuz ayet bu besin kaynakları
içinden genel olarak meyvaları ve özellikle "salkımlı
hurmaları" anıyor. Ayetin orjinalinde yeralan
"ekmam" sözcüğünün tekili olan "kem"
sözcüğü "içinde hurma meyvasının
oluştuğu salkım torbası" anlamına
gelir-. Böylece hurma meyvesinin güzelliği yanında
onun görünüşündeki estetiğe işaret ediliyor.
Yine bu yeryüzü besinlerinden yapraklı ve çenekli taneler
anılıyor ki, bu yapraklar ve çenekler kuruyunca
hayvanlara yem oluyorlar. Yine bu yeryüzü besinlerinden "hoş
kokulu bitkiler" anılıyor. Bu bitkilerin türleri
çoktur. Kimi insanların yiyeceği olurken, kimi de
hayvanlara yem olur, kimi de saçtıkları güzel
kokularla insanlar için zevk ve haz kaynağı olurlar.
Buraya kadar yüce Allah'ın çeşitli nimetleri
sayılıp döküldü. Bu nimetler Kur'an'ın öğretilmesi,
insanın yaratılması, onun konuşma ve
meramını anlatma yeteneği ile
donatılması, güneşin ve ayın hesaplı bir
dengeye bağlanmaları, göğün yüksek yaratılıp
tartı ilkesinin yerleştirilmesi, yeryüzünün içindeki
meyvalarla, hurmalarla, ekinlerle ve kokulu bitkilerle birlikte
canlıların ayakları altına serilmesi idi. Sözün
bu noktasında yüce Allah evren ve evrenliler karşısında
cinlere ve insanlara şöyle sesleniyor:
"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"
Bu sorunun amacı, belgelemek ve tanık tutmaktır.
Çünkü bu noktada hiç bir insan, hiç bir cin,
"Rahman" sıfatlı yüce Allah'ın
nimetlerini inkâr edemez.
İNSAN VE CİNİN YARATILIŞI
Şimdiye kadar yüce Allah'ın insanlara ve cinlere yönelik
nimetlerinin evrende olanları sayılmıştı.
Şimdi onların kendi üzerlerinde beliren, özellikle
varoluşlarında, ilk baştaki
yaratılışlarında ifadesini bulan nimetler gündeme
getiriliyor.