Gerçek iman kalbe yerleşince, etkisi anında
davranışlara yansır. İslâm harekete dönük
bir inanç sistemidir, edilgenliğe katlanamaz. Bu yüzden
bilinç dünyasında gerçekleşir gerçekleşmez,
anlamını dış alemde gerçekleştirmek,
kendisini hareket ve pratik alemde amel olarak göstermek için
derhal harekete geçer. İslâmın açık ve
anlaşılır eğitim sistemi; inanca ve
inancın öngördüğü davranış
kurallarına ilişkin gizli bilincin pratik ve
uygulamalı harekete dönüşmesi; bu hareketin de
değişmez bir alışkanlığa veya kanuna
dönüşmesi esasına dayanır. Bununla beraber, sürekli
canlı ve asıl kaynağa bağlı kalması
için, her davranışta baştaki itici bilincin
canlı tutulmasını öngörür.
Bu münafıklar da "Allah'a ve Peygambere
inandık ve direktiflerine uymayı kabul ettik" diyorlardı.
Bunu ağızlarıyla söylüyorlardı ne var ki, bu
sözlerin içerdiği anlam davranışlarına
yansımıyordu. Tam tersine bir davranış
sergileyerek hareketleriyle söylediklerini yalanlıyorlardı.
"Bunlar mü'min değildirler."
Çünkü mü'minlerin hareketleri sözlerini doğrular.
Aynı zamanda iman, kişinin eğleneceği. sonra
da iddia edip yoluna devam edeceği bir oyun değildir.
İman; ruhun şekillenmesi, kalbin bir özellik kazanmasıdır.
Ve iman, pratik alemde hareket demektir. İmanın gerçeği
vicdanda yer edince nefsin geri dönmesi mümkün olmaz.
Şu mü'minlik iddiasında bulunanlar, Allah'tan
getirdiği şeriat uyarınca Hz. Peygamberin -salât
ve selâm üzerine olsun- hükmüne başvurmaya çağrıldıkları
zaman iddialarının tam tersi bir tavır
takınıyorlardı.
"Aralarındaki davalarda Allah'ın ve Peygamberin
vereceği hükme uymaya çağrıldıklarında
bir bölümünün bu çağrıya yüz çevirdiğini görürsün."
Aslında onlar Allah ve Peygamberinin hak'tan
ayrılmayacaklarını, ihtirasların peşinde
gitmeyeceklerini, sevgi ve kızgınlıklardan
etkilenmeyeceklerini biliyorlardı. Fakat insanlardan bu gruba
mensup olanlar, hakkın gerçekleşmesini istemezler,
adaletin yerine getirilmesinin doğuracağı sonuca
katlanmazlar. Bu yüzden Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- hükmüne başvurmaktan kaçınıyorlardı,
sorunu ona götürmek,istemiyorlardı. Bununla beraber,
başgösteren sorunda haklı taraf kendileri olsaydı,
isteyerek ve boyun eğerek Peygamber efendimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- hükmüne koşarlardı. Çünkü
onlar Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
hiçbir zaman haksızlığa meydan vermeyen, kimsenin
hakkını yemeyen Allah'ın şeriatı
uyarınca haklılıkları doğrultusunda karar
vereceğinden emindirler.
Mü'min olduğunu iddia eden sonra da bu kaypak tutumu
sergileyen grup her zaman ve her yerde
karşılaşılan münafıkların tipik bir
örneğidir. Bu münafıklar, açıktan açığa
kâfir olduklarını söylemezler, müslüman
görünürler. Ancak aralarında Allah'ın
şeriatının yürürlükte olmasından
Allah'ın kanununun hükmetmesinden memnun olmazlar. Bu
yüzden Allah'ın ve Peygamberinin hükmüne başvurmaya
çağırıldıkları zaman burun
kıvırırlar, mazeretler uydururlar:
"Bunlar mü'min değildirler."
İman kalplerinde yer etmemiştir. Allah'ın ve
Peygamberinin hükmünü içlerine sindirememişlerdir. Ancak
Allah'ın şeriatına başvurmada, O'nun kanununu
uygulamada bir çıkarları varsa o zaman seve seve buna
razı olurlar.
Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden memnun olmak,
gerçek imanın kanıtıdır. İman gerçeğinin
kalbe yerleştiğini haber veren göstergedir. Allah ve
Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- karşı
takınılması zorunlu olan edep tavrıdır.
Çünkü İslâm edebi ile edeplenmemiş, kalbi de iman
nuru ile aydınlanmamış, içi kapkaranlık
edepsiz kimselerden başkası Allah'ın ve
Peygamberinin hükmünden kaçmaz.
Bunun için bu davranışlarının üzerine
kalplerindeki hastalığı tescil eden, kuşku
duymalarını şaşırtıcı bulan,
tuhaf tutumlarını kınayan sorularla bir
değerlendirme yapılıyor.
"Acaba kalplerinde hastalık mı var? Yoksa
Peygamberin gerçekten peygamber olup olmadığı
konusunda kuşkulu mudurlar? Yoksa Allah'ın ve
Peygamberin kendilerine haksızlık edeceğinden mi
korkuyorlar?"
Birinci soru tescil etmek, vurgulamak içindir. Çünkü hasta
bir kalbin bu tür bir tutum sergilemesi her zaman beklenir. Fıtratı
dejenere olmadığı sürece bir insanın bu kadar
derin bir sapıklığa yuvarlanması mümkün değildir.
Fıtratı doğal eğiliminden
uzaklaştıran, imanın gerçeğinden zevk
almasını ve kendisi için belirlenen hareket çizgisini
izlemesini önleyen kalpteki bu hastalıktır.
İkinci soru, tutumun
şaşırtıcılığını
vurgulamak içindir. Acaba onlar, inandıklarını
iddia ettikleri Allah'ın hükmünden mi şüphe
duyuyorlar?Acaba bu hükmün Allah'dan geldiğinden mi şüphe
duyuyorlar? Yahut bu hükmün adaleti yerine getirme yeterliliğine
sahip olup olmadığı konusunda mı kuşku içindedirler?
Her iki durumda da bu mü'minlerin yolu değildir.
Üçüncü soru, bu tuhaf tutumlarını kınamak ve
duyulan şaşkınlığı vurgulamak içindir.
Acaba onlar Allah ve Peygamberinin -salât ve selâm üzerine
olsun kendilerine haksızlık yapacaklarından mı
korkuyorlar? Kuşkusuz bir insanın içinde böyle bir
endişenin yer etmesi şaşırtıcı bir
şeydir. Çünkü her şeyin yaratıcısı ve
her şeyin Rabbi Allah'tır. Peki yüce Allah'ın hükmederken
yarattığı herhangi birine karşı
diğer birini kayırması mümkün müdür?
Hiç kuşkusuz, birilerine karşı
bazılarını kayırma kuşkusundan uzak tek hüküm
Allah'ın hükmüdür. Çünkü Allah adildir ve hiç kimseye
haksızlık etmez. Bütün yaratıklar onun
katında eşit durumdadırlar. Onlardan birisine bir
diğerinin çıkarı için haksızlık etmez.
Onun hükmü dışındaki bütün hükümler haksızlık
edebilirler, zannı altındadırlar. Çünkü insanlar
kanun koyarlarken ve hükmederlerken çıkarlarını gözönünde
bulundurma eğiliminden kurtaramazlar kendilerini. Gerek fert,
gerek sınıf, gerek devlet olarak hükmetmeleri bu gerçeği
değiştirmez.
Bu fert kanun koyduğu zaman, bir fert bir konuda hükmettiği
zaman, koyduğu kanunla, verdiği hükümle kendini ve çıkarını
korumayı gözönünde bulundurması kaçınılmazdır.
Bir sınıf diğer bir sınıf için, bir
devlet diğer bir devlet için, bir pakt için kanun koyduğu
zaman da durum bundan ibarettir. Ama Allah kanun koyduğu
zaman herhangi bir kimsenin korunması, herhangi bir kimsenin
çıkarının gözönünde bulundurulması, sözkonusu
olamaz. Ve bu, mutlak adaletten ibaret olur? Allah'ın kanun
koyuculuğu dışında hiçbir kanun koyucu buna
güç yetiremez, onun hükmünden başka hiçbir hüküm bunu
gerçekleştiremez.
Bu yüzden Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden memnun
olmayanlar zalim kimselerdir. Adaletin gerçekleşmesini,
hakkın egemen olmasını istemezler. Aslında
onlar Allah'ın hükmü ile haksızlığa
uğrayacaklarını düşünmezler ve O'nun
adaletinden de kesinlikle kuşku duymazlar.
"Hayır, aslında onlar zalimdirler."
Gerçek mü'minlere gelince, onlar Allah'a ve Peygamberine
-salât ve selâm üzerine olsun- karşı bundan
farklı bir edep tavrı takınırlar.
Aralarında başgösteren sorunların çözümü için
Allah'ın ve Peygamberin hükmüne başvurmaya çağrılınca
daha değişik bir şey, mü'minlere yakışan,
kalplerin nurla aydınlandığını gösteren
bir söz söylerler: